• dünyanın anne'den sonra gelen en ağır tamlamasıdır
  • bâtıl bir zihniyettir.

    bir kimse ekmek parası için, geçimini sağlamak için çalışıyorsa; kalbindeki niyet buysa; son derece düşük bir şuur seviyesinde karar kılmış demektir.

    biz bu dünyaya bunun için gönderilmedik. insan, dünyaya allah'ı bilmek, tanımak ve bulmak için gönderilmiştir. dünya son derece çetin şartları itibariyle diyalektiğin en iyi işlediği yerdir; dolayısıyla şuur için en güzel gelişim ortamını sunar.

    mesela dikkat edin, zorlu madde şartları bizi hemen nasıl tabiat düzeyine çekiyor ve hemen hemen hayvan seviyesinde yemek, içmek, barınmak ve üremek dışında bir düşüncemiz kalmaz hale getiriyor. işte bu noktada, tabiata rağmen, şuur sıçraması yapabilir ve asıl gayemize intikal edebilirsek, bu bizde büyük bir ilerlemeye yol açacaktır.

    kaldı ki, bu dediklerimiz şuur düzeyinde olup biten işlerdir. beden düzeyinde olması gerekenler, elbette yine eskisi gibi olmaya devam ederler. sonuçta bedenimizi beslemek, sağlıklı tutmak zorundayız. yani meselemiz şuur olarak bedenden sıyrılmak olmalıdır; yoksa hint fakirleri gibi bedeni açlığa ve sefalete mahkum etmek marifet değildir.

    aynı şekilde böyle bir niyet üzere olursak, yemek içmek de bizim için sadece haz verici bir olay olmaktan çıkar ve tefekküre vesile olur.

    sonuç: "ekmek parası için çalışıyorum" diyen kimse kendini ateşe atmıştır.
  • içinde çocuklara yönelik öyküler bulunan bir muzaffer izgü kitabıdır.

    ayrıca, çocukluğunda bu ve buna benzer öyküleri okuyan insanların, değerini yıllar sonra daha iyi anladığı kitaptır.
  • yaşlı osuruk charles bukowski'nin bir sözü vardır bu konuda: "ekmek parası için çalışıyorum diyenlere maaş olarak para değil de un verilmeli" diye.

    değişik.
  • vaktiyle ekşi'de yayımlanmış bir yazıdır. kısaltılmamış hali aşağıdaki gibidir:

    ekmek parasi

    kimi sinema eleştirmenleri savaş filmlerinde insan ilişkilerinin az kullanıldığından ya da hiç kullanılmadığından şikayet ederler. onları ilgilendiren, savaşta ölenlerin sayısı ya da milliyeti değil onların sivil hayatlarıdır, aşklarıdır.

    kişi ve kuruluş isimleri değiştirilmiş olup, olay gerçektir.
    -----------------------------------------------------------------------------------------------------

    hava alanındaki işçi kafilesini uğurlayan annelerden birine gazeteci sordu:

    -oğlunu irak’a gönderiyorsun, korkmuyor musun hiç?
    -korkuyoruz ama oğlum ne yapalım, ekmek parası. evlenecek yazın.

    öyle ya, ekmek parası. kimin umurunda amerika, kimin umurunda irak? hele işsizin hiç umurunda.

    ***

    neredeyse 1 sene olacak. telefon çaldı.

    “merhaba egemen bey. ben irfan koca. koca inşaat’tan arıyorum. özgeçmişinizi göndermişsiniz. ingilizce’niz nasıl?” diyordu telefondaki ses.
    uzun süren bir işsizlik döneminin ardından gelen bu telefon beni heyecanlandırmıştı. uzun cümleler kuramıyordum. sadece “iyi” diyebildim.
    “irak’a gider misiniz?”
    ani gelen bu soru suratımdaki heyecan ifadesini şaşkınlığa dönüştürdü anında. niye böyle birden girmişti ki adam konuya? ama telefonda bunları düşünecek vakit yoktu. ya “giderim” diyecektim ya da “gitmem”. “giderim” dedim.
    “o zaman yarın saat 10’da gelin görüşelim.” dedi müstakbel patronum.
    “peki, akbaba sineması’nın oradaydı değil mi yeriniz?”
    “evet yarın bekliyoruz, iyi akşamlar.”
    “iyi akşamlar.”

    görüşmeden bir saat sonra pasaport hazırdı. hatta o gece de çanta hazırlandı. çünkü ertesi gün yolculuk vardı. ama ne çanta hazırlama. annem sanki beni cepheye gönderiyor. hani ben yanında olmasam hüngür hüngür ağlayacak. aldığım bu karara şaşıran kişilerdeki “gitme” diyememe huzursuzluğunu görmemek için aptal olmam lazımdı. ağabeyim, ağabeylik statüsü gereği biraz daha soğukkanlı. havayı yumuşatmak için olsa gerek sigorta durumunu, ne kadar zamanda bir zam alacağımı falan soruyor. ben de güçlü görünmeliyim. en zoru da o ya.

    ertesi gün yolculuk başlıyor. öyle şimdiki gibi hava yolu kullanılmıyor o zamanlar. şirketin merkezinde tanıştığımız, sonraları pek sıkı fıkı olacağımız 6 mühendis bir minibüse biniyoruz. istikamet silopi. gece geç saatlerde mardin’de patlayan teker bizi oldukça ürkütüyor. yollar bomboş. hava zifiri karanlık ve çok soğuk. tekerin yollardaki çukurlar yüzünden patladığını söylüyor şoför. lastiği değiştirirken doğuya yapılan yatırımların yetersizliğinden dert yanıyor. sabaha karşı silopi’ye varıyoruz. bir işe başlamanın verdiği iç sıkıntısından olsa gerek kahvaltıda çay mı içsek, çorba mı içsek bir türlü karar veremiyoruz hiçbirimiz. kahvaltıdan sonra bizleri bekleyen taksilere biniyoruz. bu taksilerin şoförleri kendilerine gümrükçü diyor. sınırdan geçebilmek için gereken tüm işlemleri bunlar yapıyor. hem de koşa koşa. koşa koşa yapıyorlar, çünkü bir günde ne kadar fazla yolcuyu karşıya geçirirlerse o kadar para kazanacaklar. üstelik tek geçim kaynakları da bu değil. sınırı geçince taksilerinin yakıt deposunu 1-2 dolara doldurtuyorlar. hem de sadece bu iş için modifiye edilmiş normalinin neredeyse iki katı büyüklükteki depoları. sonra silopi’ye dönüp depoyu boşaltıyorlarmış. içinde sadece gümrük işlemlerini yapmaya yetecek kadar yakıt bırakıyorlarmış.

    türkiye-irak sınırında kendi cep telefonlarımızla son konuşmalarımızı yapıyoruz ve telefonları kapatıyoruz. irak’ta böyle bir imkanımız yok çünkü. ne olup bittiğinin farkına varmadan gümrük işlemleri bitiyor ve zaho’ya varıyoruz. organizasyon kesintisiz işliyor. orada da özel araçlarımız bizi bekliyor. hem de öyle deminki taksiler gibi eski model arabalar değil. son model lüks arabalar. yolculuk yormuş, uyku var ama ilk defa görülecek yerlerden geçerken uyumak da olmaz hani. uyanık kalmaya çalışıyoruz. o zamanlar adam kaçırmalar daha başlamamış. o yüzden kaçırılma korkusu yok içimizde. ama yine de bir sıkıntı var işte.

    ve irak sınırları içindeki yolculuk başlıyor. yollar delik deşik olmasına rağmen araçlar neredeyse azami süratleriyle seyrediyorlar. öndeki aracı geçmek için sağ, sol hatta karşı bulvar hiç fark etmiyor. bu ülkede ölmek için bombalara hiç gerek yok sanki. yola çık yeter. aylar sonra birkaç işçinin kaçırılacağı bir lokantada duruyor ve harika yemeklerimizi yiyoruz. inanılmaz bir ikram var. masada tabaklar üst üste biniyor. çünkü yer yok. oralarda adet öyleymiş.

    üsse vaktinde varamıyoruz. çaresiz bağdat’ta bir otele gitmek zorunda kalıyoruz. şoför bize sadece yıkılan saddam heykeli’nin önünden geçerken rehberlik yapıyor. şehirdeki canlılık çok tuhaf. hiç te televizyonlardaki gibi değil burası. herkes alışverişinde, internet kafeler dolu. yollar araç kaynıyor. şehrin iyi otellerinden birinde yer bulabildikten sonra yine şehrin iyi restoranlarından birine götürüyor patron bizi. bağdat’ta türkçe bilen garsonlar bizi sevindiriyor. yemekten sonra salına salına sokaklarda gezip bir de postaneden türkiye’yi aradıktan sonra otelin yolunu tutuyoruz. postanedeki kadının güzelliği irak’ta olduğumuzu bir kez daha unutturuyor bize. odalara çıkarken elimize tutuşturulan duru marka el sabunlarının ne anlama geldiğini çözemiyoruz. ama bizim asıl çözemediğimiz oteldeki amerikalı popülasyonu ve gördükleri itibar.

    ertesi sabah üsteydik. bir sonraki gün de. ertesi gün de. hatta sonraki 240 gün boyunca.

    ilk günler askerliğin ilk günlerinden daha ağırdı. elde bir sürü proje var ama bunları hayata geçirecek ne işçi, ne ekipman ne de barınacak yer var. isıtma sistemi olmayan çadırlarda soğuktan uyuyamıyor, ısınmak için klimalı tuvaletlere gidiyorduk. en güzel şey amerikan yemekhaneleriydi ilk günlerde. sınırsız yiyecek içecek hoşumuza gitmişti. sıcaktı da. gerçi sonra kuru fasulyeye ekmek banmayı özledik ama olsun. kendi yemekhanemizi, kendi fırınımızı yapacaktık nasıl olsa.

    yaptık ta. her şeyi yaptık. kendi çamaşırhanemizi, kendi yemekhanemizi, kendi banyomuzu, her şeyi yaptık. ama en zevklisi kendi internet bağlantımızı ayarlamak olmuştu. amerikalıların kullandıkları internet kafe çadırlarında süremiz sınırlıydı ve sık sık çalan alarmlarda çadırı boşaltmak gerekiyordu. o yüzden internet bağlantısı için gelen çanağı ve aparatını kurmak bizim için büyük bir zevkti. onu da hallettik. artık rahat rahat ekşi sözlük’e girebilirdim.

    yalnız işler kötüye gidiyordu. birkaç günde bir düşen bombalar artık her gün düşmeye başlamıştı. hatta defalarca. bir bombanın yaratacağı tahribatın ne olduğunu öğrenmiştik. havalar da artık soğuk değildi. hatta öyle bir sıcak vardı ki tarif etmek imkansızdı. ne zaman sıcaktan konu açılsa “neyse ki nem yok” klişesi birileri tarafından mutlaka dile getiriliyordu. ama gerçekten, iyi ki nem yoktu!

    şartlar her gün biraz daha ağırlaşıyordu. bu gurbetten öte bir şeydi. çünkü hem gurbetteydik, hem de bir nevi hapishanede. içeride amerikalı askerler ve sivillerin faydalanabilmesi için her türlü imkan düşünülmüştü ama bizlerin bunları kullanmaya vakti yoktu ki. hep iş, hep iş. yatmadan önceki az bir zaman diliminde de internet üzerinden türkiye’deki yakınlarla konuşmayı tercih ediyorduk hepimiz. hiç unutmam, evli bir mühendis arkadaş kamera vasıtasıyla çocuklarıyla konuşuyordu ve çocuklarının karşısında ağlamamak için kameranın görüş alanından çıkmıştı. neyse ki ben evli değildim.

    bir de haber sitelerinin irak’la ilgili sayfalarındaki haberleri ezbere biliyorduk hepimiz. o gün hangi şehirde neler olmuş, hangi milliyetten hangi siviller hangi yöntemlerle öldürülmüş takip eder olmuştuk. artık işler geldiğimiz günlerdeki gibi değildi. değil bağdat sokaklarında dolaşmak, üssün kapısından dışarı adım atmak deli işiydi.

    türk televizyonlarındaki irak’la ilgili haberleri izleyen yakınların endişesi her geçen gün artmaktaydı. haklıydılar. ama bir şekilde onları da kandırmak lazımdı. aynen kendimizi kandırdığımız gibi. işçilerden birisinin, telefon konuşması esnasında düşen bombayı karısına vincin halatı koptu diye aktarması hep önceden düşünülmüş şeylerdi. önceden düşünülen şeyler sadece bunlar mıydı? izin için türkiye’ye dönerken kaçırılma ihtimaline karşı nasıl namaz kılınır, onu öğrenen işçiler bile vardı. hatta biz de düşünüyorduk bunu. birkaç arapça cümle bile öğrenmiştik.

    peki niye hala buradaydık? işçiler “kaderde varsa” deyip kurtuluyordu. ya bizlerin bu kadar basit düşünmeye hakkı var mıydı? para için gelmiştik buraya ama bu bombaları hiç hesaba katmamıştık. televizyonlarda göstermiyorlardı bunları biz buraya gelirken. çünkü biz gelirken yoktu bunlar. sanki her şey iyiye gidiyordu biz gelirken. geri dönmek de kolay değildi ki. kaçırılma korkusunu ne kadar dile getirmemeye çalışırsak çalışalım içimizi kemiriyordu. en iyisi gitmemekti. belki yollar daha güvenli hale getirilirdi.

    olumsuz şartlardaki arkadaşlıklar daha kuvvetli olurmuş ya. çok doğru. zaten arkadaşsız çekilecek gibi değildi oralar. o arkadaşlardan biri de kamil’di.

    yollardaki durumun vahametinden haberdar olan kamil türkiye’ye gitmeyi kafaya koymuştu. neyse ki nüfuzlu biriyle yola çıkıyordu. korumalar sağlamdı. yine de tedbirli olmak lazımdı. üzerinde operation iraqi freedom (irak’a özgürlük operasyonu) yazan bir tişört giymişti kamil. üssün içindeki markette satılan tüm tişörtlerde aynı yazı vardı. eminim anlamını bile bilmiyordu o yazının. söyledik ve gitti değiştirdi. çizgili bir gömlek giydi. sabah yola çıktılar. birkaç saat sonra telsizden gelen şifreli anonslar ve şirketin arabalarındaki hareketlilik üzerine ofise gittiğimde nüfuzlu kişiyi gördüm. geri dönmüştü. hem de ayağında bir kurşun yarası, çiziklerle dolu kollar ve bacaklarla. yolda arabalarına saldırı düzenlenmiş ve kaçırılmışlardı. bagaja kapatılan nüfuzlu kişi oradan kaçmayı başarmış ama bu sefer de kendilerini takip eden aracın arka koltuğuna alınmıştı. gelin görün ki bagajdan atlayan adam arka koltukta rahat durur mu hiç? oradan da kapıdan atlayarak kurtulmuştu. bir türlü arabalar kendisini almıyordu. sonunda bir arabaya binmiş ve bir kontrol noktasında amerikan askerlerine durumu anlatıp kendini üsse getirtmişti.

    ya kamil? o maalesef kaçamamıştı. elimiz kolumuz bağlanmıştı. bize tavsiye edilen sadece dua etmekti. haberlere bakmaya korkar olmuştuk. haber sitelerini açarken elimiz titrer olmuştu. kamil’in bilgisayarında otomatik açılan mesajlaşma programında kız arkadaşı hep kamil’i bekliyordu. kamil 3 gün boyunca ya banyodaydı, ya uyuyordu ya da markete gitti. çünkü sevgilisi kamil’in türkiye’ye gelmek için yola çıktığını, ona sürpriz yapıp ailesinden isteyeceğini bilmiyordu.

    o çizgili gömlek giymiş kamil’i 3 gün sonra bir internet sitesinde kafası kesilirken gördük. görmek zorundaydık, çünkü başka türlü inanamazdık. televizyonlar da söylüyordu ama kamil’in ikinci adını onun soyadı sanıyorlardı. üstelik mesleğini de yanlış söylüyorlardı. o yüzden hala inanamıyorduk. ta ki o videoyu görene kadar. o siteye de son girişimiz oldu bu.

    hava yolunu kullanmak için kamil’in ölmesi lazımdı.

    cohesionless
  • her ne kadar dilenciler sayesinde yozla$sa da turk kulturunde kutsal kavram. herkesin kazanilmasi yolunda saygi ile kar$ilamasi gereken emek kar$iligi, kazanilmasi zorunlu bir minimal gecim parasi. (bkz: gecinmek)
    kutsalligi harcanan emek ve cabadadir. ayrica cocuklarin ve eger cali$miyorsa e$inin de nafakasidir. ailenin varolmasinin temel $artidir.
  • bir radyocu, anne yedi gün çalışıyoruz biz napalım bizim de ekmek paramız bu deyince, annesi "ben hiç bu kadar büyük ekmek görmedim" demiş.
    metin fidan'ın ayrıntılar da güzel bi lafı vardı, o sanatsal ağzına ekmek parası yakışıyo mu hiç? diye.

    o değil de futbolcular da çok kullanıyo bunu. malî değil kültürel bir beyan tabi ama yine de maradona'ya bir baksınlar, " biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz. stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir
  • "ekmek parası" lafı, zenginin fakire hoş görünme ve tahakkümünü meşru kılma hedeflerine alet olmuştur hep. pek ucuz numaradır. avam işidir.

    adamın milyon dolarlık şirketi var, hala "çoluk, çocuk, ekmek parası" diyor. king kong mu besliyorsun evde arkadaşım? nasıl bir ekmek bu?
  • dün belki de hayatımda ilk defa anksiyetemi yenip bir börekçiye gittim ve tek başıma kahvaltı yaptım. üzerimde bunun mutluluğu ile terapiye doğru yol alayım dedim. çıkar çıkmaz kapının önünde bekleyen bir kağıt toplayıcı tarafından çevrildim.

    - ablam açım. bi çorba parası, bi ekmek parası ver de karnımı doyurayım.

    ben de işte dünyanın en doğrucu insanı olarak dedim ki:

    - nakit çok yok, ne varsa vereyim, olur mu?

    tabii dedi. baktım birkaç on lira var, hepsini uzattım. sonra bir baktım ki sayıyor parayı ve söyleniyor, "bu mu şimdi" dercesine. "başka paran da vardı, gördüm" diyor arkamdan. evet haklı, vardı ama tutup da terapi paramı ona veremezdim. çünkü o terapi de benim açlığımı gideriyor, o terapi benim hayatımı kurtarıyor.

    böyle olaylar da hep beni buluyor. eskiden olsa deli vicdan yapardım ama artık öyle değilim. çünkü canımı çok yaktılar yardım etmek isteyen yerlerimden.
hesabın var mı? giriş yap