• şimdi yazacaklarım şok etkisi yaratabilir.

    onun için hayatı lay lay lom algılayanların okumamaları önerilir.
    hayatın çemberinin içine düşülmüş ve yanılmış ise, belki bu yazılanlar anlaşılabilir.

    bu yazı bir itiraf değildir, bir sitem değildir, bir iç dökme değildir, bir bkz. bana değildir.
    bu yazı toplumda hor görülenlerin bir hikayesidir.
    annem bu hor görülenlerden birisidir ve her insanda olduğu gibi, onun nev’i şahsına münhasır hikayesi ve benimde büyüme hikayemdir.

    "beterin beteri vardır" cümlesini hiçbir zaman sevmedim.
    kelimeler bir bıçak olsa ancak bu cümle kadar saplanırlardı, ancak bu kadar acıtırlardı.
    herkesin de düşünmeden kullandığı cümledir bu "beterin beteri vardır". düğünlerde sırf ritmik diye sözleri çok acıklı olan türkülerde atılan göbekler gibi.
    acının daha "beteri" olamaz. acı bir "yarış" değildir. herkesin acısı kendincedir ve mukayesesi yoktur.

    2.646 km uçup anneyle evde oturup bir çay içememek nedir bilir misiniz? çok acıdır.
    çok, çok acı.

    annem böyle değildi. titiz bilinirdi. çok yaratıcı bir ruhtu, çalışkandı. bir o kadar da özgürlükçü. gençken yürüyüşlere katılmış, işçi hakları için sonuna kadar mücadele etmiş, emekçi yürekli, çok becerikli bir kadındı, öğretmendi annem. darülaceze’den evlatlık edinilen bir anneden ve alkolik bir babadan doğmuş, okulunu o zor şartlara rağmen bitirebilmiş, ama babasının alkol bağımlılığından dolayı okulunun yanı sıra 13 yaşından beri ekmek parası için koşturmuştu. hatta azimliliğinden cumhuriyet gazetesinde bir dönem bile çalışmıştı. halen gururla da anlatır bunu. aşık da olmuştu. onun gibi emekçi olan adil ile birbirlerini çok sevmişlerdi. ama yolları kavuşamadı. annem ondan 19 yaş büyük almancı öz babamla evlendi. aslında evlenmek zorunda kaldı hayat şartlarından diyelim.

    ben bir aşk çocuğu değilim.
    babam ve annemin arasında 1 gram uyum yoktu. belki terapi terapi düzelttiğim fabrika hatalarım da, benim bu oluşum anıma çölde su gibi gerekli olan, ama ikisinde de birbirine karşı olmayan aşksızlıklarındandır.

    1 sene sonra boşanmışlar.
    annem istanbula dönmüş.
    hayal meyal hatırladığım annem ben 6 yaşındayken tekrar evlenip hollanda’ya taşındı. tam 4 sene görmedim ben annemi. sonra ben 10 yaşımdayken beni de götürdü, ama hollanda’da hep mutsuzdu annem ve büyük bir fiyasko olan ikinci evliliğinden de tam 23 sene sonra boşanıp türkiye’ye temelli döndü.

    ilk önceler çok mutluydu yerleştiği kasabada.
    ama 2010’da çok kötü bir şey oldu. annem geçirdiği yanlış ameliyattan bir gözünü kaybetti, kahroldu. çok güzel elbiseler, gelinlikler dikerdi annem, ama artık dikemedi. hayvanları da gençliğinden beri çok severdi. nerede kedi köpek var, kafasını okşar, mutlaka bir kap su, yemek verirdi. ve 2010'da başladı her şey. önce 2 köpekti. 2013’de 8 oldu. 2014’ de ise bahçesinde ve evinde 40 kusurdan fazla köpek vardı. yollarda arabaların çarptığı, sakat kalmış, yürüyemeyen ölüme terkedilmiş köpeklerdi bunlar. annem onları eve getirip, iyileştirip, hayatta kalmalarını sağlamaya başlamıştı.

    sonra evi doldurmaya başladı annem eşyalarla. ev çöp ev oldu. yaşanmaz hale geldi. komşularıyla çok sıkıntı yaşadı ve ben her gittiğimde çaresizliğimin içinde yüzdüm, kan ağladım. eve 5 sene giremedim ben. annemle ellerin çay bahçelerinde, herkesin çekirdek çitlediği hahalı hihili çay bahçelerinde göz yaşlarıyla özlem giderdim. çay bahçelerine giderseniz bakın bir parça çevrenize, mutlaka görürsünüz köşede derede kendi acısını yudumlayanları.

    kasaba ziyaretlerimde nereye gidersek gidelim annemi tanıyan köpekler mutlaka yanımıza gelir, annemde onlarla konuşur, kafasını okşar, köpekler de bizi takip ederlerdi. insanlar çok garip bakarlardı bize hep. annemle çok konuşmaya çalıştım, bu hayvanları barınağa götürelim dedim, ısrarla ‘hayır’ dedi, ‘hayır, ben bakarım bu yaralı hayvanlara..’

    2012 ve 2017 arası yarı türkiye’yi, yarı hollanda’yı aradım yardım için. tüm network’umu arşınladım. şimdi doktor, psikolog olan çocukluk arkadaşlarımı, psikiyatristleri, aile hekimini, jandarmaları, hayvan barınaklarını, hastaneleri, akla gelen her yeri aradım bir nebze yardım için. verilen cevap hep aynıydı. ‘anneniz yardımı kendisi istemedikçe hiçbir şey yapamayız’

    2 sene terapi gördüm ben, çünkü bir annenin böyle çaresiz bir duruma gelmesi travmadır. annenin çöküşü, çocuğun çöküşüdür. onların aralarında iyisiyle kötüsüyle görünmeyen bir bağ vardır. o koparsa her şey kopar ve o paraşüt açılmaz. ürkmeye başlamıştım. güzel bir insan olan annem nerelere gelmişti, ne ara olmuştu annem böyle, benim gözümde hep kahraman olan annem...hayatın annemle ne alıp veremediği vardı? ve ben, o kadar didinen bir yerlere tırnaklarıyla gelebilmiş ben, nerede neyi görememiştim. kendimi çok suçlamaya başladım. iş yerimde hiçbir şey belli etmedim, çalışmaya devam ettim, 1 gün bile hasta kalmadım. ama yüreğim kan-reva-ateş üçlüsüydü. iş yerinden çıkıp bisikletime bindiğimde başlıyordu içsel mahkemelerim, çaresiz çözümlerim, göz yaşlarım. o dönem çok hastalandı yüreğim, çok.

    bir başkadır’da ki meryem var ya, ilk seansta ben bu meryemdim. hayatın çemberinin dışında dolaşan. konuya hiç giremeyen, girmek istemeyen, havadan sudan konuşan, kaçan.
    ‘annem için geldim’ demiştim hollandalı psikoloğa büyük güvenle, ona nasıl yardım edebiliriz, kendisinin gelme imkanı yok da’ demiştim. psikolog bana bakmış ve demişti ki, ‘annene yardım edemeyiz, ama sana yardım edebilirim’. çok kızmıştım. ‘annem gelemez diyorum, anneme yardım etmemiz gerek, anlamıyorsunuz siz’ demiştim. ‘kendisi bir şeyi sorun görmedikçe sorun yoktur’ demişti ve susmuştu. ‘ama senin konuya bakışını konuşabiliriz’ demişti ve sonrasında kendimin en kaçtığı soruyu sormuştu: en korktuğum şey neydi… sustuğumu hatırlıyorum ve sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. o odada ben 5 yaşında bir kız oldum, uyumadan önce annesini öpmeden uyumak istemeyen üzgün bir kız çocuğu.
    terapi çok yardım etti. yavaş yavaş içsel kurtuluşum başladı. anneme ve köpeklerine başka bakmaya başladım. durumu kabul ettim. sevgiyle kabullenmeyi öğrendim.

    öyle bir kabul ettim ki, çok zar zor girdiğim çöp evinde oturduğum nadir 2 saat boyu tavanlarda gördüğüm örümcekleri bile sevdim. ‘anne’ dedim, ‘örümcek ağlarını istersen alayım mı? hayır dedi, kalsınlar. ‘neden anne’ dedim. ‘onlarında hakkı var yaşamaya’ dedi, bırak yaşasınlar, onların da evi o’. konuya hiç böyle bakmamıştım.

    annem hayatta, ama sağlığı günden güne kötüye gidiyor.
    onu her gün telefonla arıyorum.
    2 sene önce bir akıllı telefon götürmüştüm. çay bahçesinde öğrettim nasıl kullanabileceğini. whatsapp yükledim. tam 2 sene kullanmadı bu fonksiyonu, ama son 6 ay öğrendi, kullanıyor. onunla her gün görüntülü konuşuyoruz, bunun benim için nasıl bir mutluluk kilometre taşı olduğunu bilemezsiniz. bahçedeki köpekler arka fonda havlıyor hep. ama artık ben duymuyorum. hatta seviyorum köpeklerini, çünkü annemin umudu onlar. onlara faydasının dokunduğunu bilmesi, hayata bağlı kalması demek benim için artık. ne kadar köpek var şimdi bilmiyorum, sormuyorum, ama köpekleri bayağı azaldı. iyileştirdiği köpeklere onlar eceliyle ölene kadar da baktı.

    ve artık neden bu böyle oldu, şu şöyle konuşmalarına da girmiyorum. ‘günün nasıl geçti anne’ diyorum büyük neşeyle. her gününe benzeyen gününü anlatıyor. sonra hayallerini soruyorum. bana aslında yapamayacağı, ama onun yapmak istediği evini anlatıyor, ege’de bir yerde bu ev hep. dinliyorum. ‘peki oturma odası hangi cephede olsun’ diyorum, ‘dağlara baksın’ diyor. ‘köpeklere ayrı bir yer yapacağım ama’ diyor. ‘tamam’ diyorum. ‘tavukların da olur’ diyorum. ‘sen gelince taze yumurtalarımız olur’ diyor. hayali bahçesine hayali şeftali ağacı dikiyoruz. annemin en sevdiği meyve.

    en yakın kız arkadaşımın abisi türkiye'nin büyük bir şehrinde kendini ağaca astı. tüm aile mahvoldu. bana efkar kahvelerimizde bir gün demişti ki, ‘annen yaşıyor, varsın köpekleriyle yaşasın. benim abimin gitmemesi için neler neler verirdim’ demişti.

    bunu söylemek çok acı…o gün gelirse – rab gecinden versin- ben son uğurlamada tek başıma olacağım.. hor görülen insanların dostu olmaz pek. köpekleri barınağa verip, o evi tek başıma toplamakta bana ait. bilmiyorum kaç gün toplarım o evi. tek bildiğim çok ağlayacağımdır o evde. yerel gazetede yayınlanmak üzere annemin hikayesini açıklayarak ve aynı zamanda kasaba ve komşulara bir teşekkür ve özür mektubu yazmakta banadır.

    bir başkadır’daki sinan var ya, yüklenmeyin ona. 'gerçek sinan', annesini ziyaret ettiğinde gördüğünüz sinan’dır, tek orada gösterir çıplak ruhunu. o evde ki çaresizliğidir tezat hayatıyla üşüyen ruhunu saklamaya çalıştığı, ama toplumda her zaman alaya maruz kalması. eksiktir bir tarafı bu çocukların, ama bunu ancak yürek gözüyle bakan görür. görün bu çocukları.

    dünkü konuşmamızda sordum anneme. ‘en sevdiğin şarkı hangisi anne’ dedim. ‘unutturamaz seni hiçbir şey, müzeyyen senar’ dedi.
    sanat müziğini kederlerimi hatırlattığından hiç dinleyememişimdir.
    dün açtım bu şarkıyı ve ilk defa annemin ruhundan dinledim. tüm kayıplarını hissedebildim. belki halen yüreğinde saklı olan adil’ini düşündüm, hayallerini, yaşanılmışlıklarını, yitirdiklerini ve bunca şeyin içinde sessizce iyileştirdiği köpeklerini düşündüm.

    oğlum(11) anneannesini biliyor. köpeklerini biliyor. hiçbir şey saklamadım. ‘anneannem de süper kahraman’ diyor bana. ‘çünkü o hasta köpekleri iyileştiriyor anne’.

    büyüdüm hayat.
    yargılamamayı öğrendim, öğreniyorum, daha çok öğrenmeliyim. bunu anneme ve onun sokak köpeklerine borçluyum.

    bu hikayeyi paylaşabilmek 5 yıl almıştır.
    1.825 gün ve 43.800 saat üzünülmüştür.
    bunun 5.475 saati gece tavanlarda uykusuz çözümler aranmıştır.
    litresi bilinmeyen göz yaşları dökülmüştür.

    onun için ilk olarak,
    bu yazıyı bir araya getirebilmemde bana eşlik eden kelimelere, noktalara, virgüllere teker teker teşekkür ediyorum. sonra süreçte başından beri yanımda olan iki gurbetçi teyzeme, birkaç güzel kız arkadaşıma, yüreğimi açan psikoloğa, annemi tek hor görmeyen ve aynı kasabada yaşayan yaşlı bilge eczacı amcaya. ve birde bu yazıyı okuyup yargılamayan yüreklere. ve tabii anneme. çünkü o benim annem.

    sokakta gördüğümüz herkesin --ama herkesin-- bir hikayesi vardır.

    teşekkürler.

    (bkz: istifçilik)
    (bkz: hoarding)
    (bkz: compulsive hoarding)
    (bkz: çöp ev)
    (bkz: parentification/@muhtesemtuzsuz)
    (bkz: anne babayla röportaj şeması/@muhtesemtuzsuz)
    (bkz: bir baskadır sinan)

    unutturamaz seni hiçbir şey - müzeyyen senar
  • bugün işe gitmedim, kendime izin verdim. tüm gün evimde yeğenim ile birlikteydik; beraber kahvaltı yaptık, yapboz tamamladık, sulu boya resimler yaptık, biraz bilgisayar oyunları, biraz mutfak denemeleri derken gece oldu. beyefendi kişisel bakım işlerini halletti; tuvalet ihtiyacı, diş fırçalama derken, nihayet o neşeli renklerden oluşan pijamalarını giyinip yatağına uzandı. tam iyi geceler öpücüğünü alacaktım ki o da ne? bizimki uzandığı yerden doğruldu. o küçük ellerini açarak birden dua etmeye başladı.

    ettiği dualar:

    - allah'ım lütfen saçlarım çabuk uzasın (saçları geçen hafta kısacık kesildi, omuzlarına dökülüyordu)

    - annem martı kullanmama izin versin (çok istiyor ama yasak)

    - dondurmam da hemen erimesin ( konuşkan hallerine dondurma bile dayanamıyor)

    - hiç korkutucu rüyam olmasın amin!

    çok duygulandım. küçük bir çocuğun, pırıl pırıl ışıldayan masum kalbi karşısında insan şaşırıp kalıyor. ben de "amin" dedim onun minik gönlünden geçen güzel dualara...

    o uyuduktan sonra bir müddet kendimi düşündüm, hüzünlendim. büyümek ne değişik bir durum, insanı bambaşka birine çeviren bir makine gibi adeta. ilk ergenlik döneminde, odamın duvarlarına, posterlerini astığım pop starlar hala şarkı söylüyorlar ama benim odam resimlerde kaldı. lise yıllarında "daha fazla test çözmem gerek" diye hayıflanan ama bir yandan da hafta sonu gidilecek filmin merakıyla uyuyamayan, sonraki yıllarda ise "eteğin/elbisenin altına babet mi, stiletto mu giysem acaba?, saçlarım böyle mi kalsın, yoksa maşa mı çekeyim?" sorunsalı tek gündemi olan o genç kız şimdi nerede?
    bilemiyorum? sanırım büyüdüğüm için biraz üzgünüm...

    eskiden fırına attığı kek, kabarmadığı için saatlerce ağlayan o küçük kızı da çok ama çok özlüyorum...
  • insan bir günde büyür bazen, bir gecede, bir saatte. onca yıl uğraşıp didindiği değişimi aniden kucaklar, o anda karar verir. sakince yerinden kalkar ve hiç hatasız sınav kağıdını masanın üzerine bırakır iç rahatlığıyla. her şerde hayır vardır derler, her kışın sonunda mis gibi bahar gelir. kendine sarılıp inandıktan sonrası fırtına içinde huzuru yakalamak gibidir, eğer kapalıysa hava insan yağmura şemsiyeyi açar, içini de güneşe.
  • 8-9 yaşlarımdayken okuldaki müzik öğretmenimin yönlendirmesiyle bir çocuk korosunun seçmelerine katılmıştım. günlerce söyleyeceğim şarkıya çalışıp seçmelerin olduğu gün opera binasına gitmiştik. heyecandan nefesim tıkanmıştı ama çok umut doluydum. o yüksek tavanlı odaya girip devasa piyanonun önünde durduğum 10 dakikayı hiç unutamayacağım. hayatımın en umut dolu anı olarak kalabilir hafızamda.

    1 hafta sonra sonuçlar açıklandı, kontrol etmeye gittik babamla. listede adımı göremedik. ben baktım, babam baktı. yoktu. orada yaşadığım üzüntüyü tarif edemem. hala içimde yumulmuş bir kirpi gibi ara ara dikenlerini sokar hatırladıkça. o kadar çok üzülmüştüm ki ağlayamamıştım. taş kesilmiştim sanki üzüntüden. ağlayacak oluyordum sonra yutkunuyordum babama ayıp olmasın diye. babam anladı tabii evladının halinden. bana üzüntümü unutturmak için bir dünya şey teklif etti. ben de tabii ki en cazip seçenek olan "kırtasiye alışverişi"ni seçtim. o gün bana 48'li pastel boya almıştı babam. o kadar güzeldi ki, yüksek tavanlı oda da, piyano da, diğer çocuklarla cıvıldamak da umrumda değildi. unutup gitmiştim.

    şimdi otuz küsür yaşındayım. dün tam da buna benzer bir aşamadan geçtim. yine müzikle ilgili çok çok istediğim bir şeyin seçmelerinde takılıp kaldım. cekedimi giyip çantamı alıp dışarı çıktığımda istediğim tek bir şey vardı. babamla kırtasiyeye gidip pastel boya almak. tam olarak yirmi küsür yıl önce yaşadığım iç burukluğunu bire bir yaşadım. birkaç arkadaşımı aradım açmadılar. babamı aradım o da açmadı. ağlaya ağlaya eve geldim. 2 yıl önce kendime aldığım ve sonra çekyatın altındaki sandığa fırlatıp attığım pastel boya takımımı çıkarıp okşadım. dakikalarca çocuklar gibi ağladım. sonra iyi olmadım, olamadım.

    büyümek böyle bir şey galiba. büyüdüğünü sanmak ama o çocuğu hep içinde taşıdığını defalarca, tekrar tekrar fark etmek. bu kez bir pastel boyayla tava gelemeyeceğinden de adın gibi emin olmak.
  • bir lise balosunda fark ettim bunu. geçen akşamdı, sanki balo değil de çocukluğum geçen akşamdı. oysa ki yirmi dokuz buçuk sene olmuş. çok da değil. satürn dediğimizin bir dönüşü güneşin çevresinde, nihayetinde. nedir ki! bir de buçuk dedim ki, daha bir sevimli sanki. biraz affedin.

    babam, beni havaya atmış da tuttuğunda böyleymişim, inanın. okulu kırıp ada vapurunda cıvıldaşan kızlar biz değildik bir zamanlar. o konserden sonra kadıköy' de o parkta hiç uyumadık ki. deli hayaller hiç kurmadım ve kırılanları hiç içimdeki uçurumlardan aşağı atmadım, kim dediyse yalan. o köprüden de geçmedim, köprü üstündeyken hayattan da. kimsenin yollarına bakmadım. hiç ağlamadım, onlar yağmur hep. ilk aşk acısından o ilk atandığım köydeki okulun karşındaki buğday tarlasına gömülüp kaybolmadım. isterseniz sorun, tarla orada.

    babam, beni havaya atmış da, o bayram günü hastanede babaannemi kaybetmemiş sanki, tutmuş beni. geçen bayramdı. sanki cenaze değil, çocukluğum geçen bayramdı. o kadarla kalsa iyi. babam o hastane odasında çok ağlamıştı, ağlamasaydı. ben bakmasaydım ya da gözlerim yansaydı. sabun kaçsaydı ne bileyim birdenbire şimşekler çaksa atlar koşsaydı içimden dört nala beni kaçırsaydı. ağlamasaydı. sanırım, babanın ağlaması da biraz, büyümekle ilgili.

    babam, beni havaya atmış, gördüm gökyüzünü aynı böyledir, eminim büyümedim. gözlerim, geçmiş bir çarşambadan beri gökyüzündedir. gökyüzü, tıpkı iyilikler gibi, görenlerindir.

    babam, beni havaya atmış da tutmuş ama tutamamış zamanı, akmış. büyümüşüm. annemin saçları beyaz. fotoğrafları hiç sevmemişim hala. fotoğraflar, yaşlandığımızın resmidir. bazı şarkılarda içlenmişim o biçim. çocukluğum, hala cibali'de o bahçede ama tuğba söyledi geçen gün, çocukluk arkadaşım, çiçeklerden kolyeler yaparmışım sürekli. bence tuğba da hala yedidir.

    büyüdükçe, küçülüyor gökyüzü büyümesek yeridir.
  • yıldız topçuların yaşıtım olduğunu farketmeye başladığımda oldu aslında. çok beğendiğim esas kızın benden küçük olduğunu öğrenince fark ettim büyüdüğümü. eskiden böyle olmazdı. filmlerde ki güzel ablalara aşık olur, maçlarda, füleli topçu diye bilinen ağabeylerimizin isimleri ile hitap ederdik birbirimize. hayat bir şeyler olunacak iyiye, mutluluğa varılacak bir yoldu bizim için. elde edecek şeylerimiz vardı. adımıza ayrılmış koltuklar, masada bizim için açılmış bir servis, boşluğumuz dolunca çekilecek bir fotoğraf, hayaller kurduracak güzel ihtimallerimiz vardı. mutlu olmak hep ihtimal dahilindeydi o zamanlar. yavaş yavaş, farkına varmadan bu ihtimalleri kaybetmekti aslında büyümek. geriye bakıp “bu muydu?” diye sormaktı kendine. arkanda bıraktığın karanlığı kabullenmek, kendi cinayetini üstlenmekti.
  • edit: (bkz: hurmuz ve şimoni diril çiftinin kaybolması)

    yaş almak kesinlikle degil. sevgililik, arkadaslik, ne olursa olsun, yetiskinlikte sosyal bir grup icinde veya ikili iliskilerde maruz birakildigimiz butun sacma davranislari, eger karsimizdaki kadar götlesseydik engelleyebilecegimizi anladigimiz an buyuyoruz sanirim. boka suruklenmedigin, icine girecegin boku secmeye yetkin oldugunu fark etmek de diyebiliriz. buyumekle, cocuk kalmak arasindaki asil fark bu. cocukken surukleniriz, buyudugumuzde, tozu dumana katmak pahasina suruklenmeme sansimiz hep var. fark edebilenler icin secim hakki diyerek kalpliyorum. boyle dusununce o kadar da kotu degil.
  • lapa lapa kar yağdığında aklına gelen ilk şey "bu ay doğalgaz çok fena girecek" ise, sen artık geri dönülemeyecek şekilde büyümüşsün demektir.
  • öğrencilerimden biri - her çocuk gibi büyümeyi istediğinden olsa gerek- bir öykü yazmış, bununla ilgili şöyle bir şey geçiyordu içinde:

    - mavi haplar yağdı gökyüzünden, bir tanesini yakaladım, hapı yuttum. büyüdüm.

    hapı yuttum, büyüdüm.

    nasıl da bilmiş.
  • büyümek; tanımadığınız, yoldan geçen göğsü bağrı açık çocuklara "yavrum kapasana önünü buz gibi hava, üşütürsün" diye fırça atmaktır.

    o göğsü bağrı açık çocuktan, fırça atan tarafa nasıl ve ne zaman geçtiğini de asla anlamamaktır.

    hayat geçiyor azizim...
    hayat hızla geçiyor. kapatın göğsünüzü bağrınızı, üşütürsünüz!
hesabın var mı? giriş yap