• bir kış gecesi eğer bir yolcu, bir romanın kenarından geçerse kendini binlerce öykünün içinde bir kahraman olarak bulması işten bile değildir.
  • calvino'nun adsız sansız, erkek okur diye adlandırdığı, ikinci tekil şahıs zatımuhterem ile arzu nesnesi ludmilla arasındaki aşk da romandaki romanlar gibi yarım yamalaktır. fakat mutlu sonlar okurları daha çok mutlu eder klişesi 12. bölümde bizi dumura uğratır. yatakta uyumak üzere olan karı-kocaya dönüşmüşlerdir artık. halbuki arada anıştırılan borges'in labirentlerinde kaybolmasını beklerdim adsız sansız okurun. ya da yine anıştırılan orwell'in 1984'ünün unutulmaz winston'ı gibi otokratik-faşist bürokrasinin kurbanı olup ludmilla'dan uzağa ve belki de karanlık bir mezara (roman başlıklarından biri de buydu eğer hatırlarsan "herhangi bir okur") fırlatılmasını beklerdim. ama romanın yapısı gereği bu mümkün olamazdı çünkü o adsız sansız okur, bizizdir, romanı eline alıp da okumaya başlayan sen veya ben, biz veya diğerleri, eğer aynı anda iki kişi okumuyorsak eğer. bir yaz gecesi eğer iki okur aynı anda bu romanı okumaya başlasaydı bile bu değişmezdi zira romanın bir yerinde calvino tam tamına şöyle der: okumak yalnızlıktır.

    o anda aynı metni okusak bile okuduğumuz artık aynı kitap değildir. anlamlar labirentinde hepimiz kendi çıkış yolumuzu kendimiz buluruz, mitolojik kahraman dedalus gibi. kendimizi özgürlüğümüze adamışızdır.

    ne diyecektim, nereye geldim. kitaptaki yarım kalan romanlar gibi yarım yarım gidiyorum sanırım ben de farklı pasajlar marifetiyle. şuydu aslında demek istediğim:

    adsız sansız okurla ludmilla arasındaki dalgalı ilişkide olduğu gibi yarım kalan romanlarda da iki kişi arasına hep üçüncü kişinin tedirgin edici hayaleti musallat olur. belki de bu duruma şaşırmamalıyız. seksek (cortazar) veya kara kitap (orhan pamuk) aklıma geldi şimdi. bunlarda da benzer tedirgin edici aşk üçgenleri, ikizlemeler ve estetik çoğaltmalar vardı. calvino istihza ile gülüyor bize sanki. şunu diyebilirim öyleyse: paradoksal gibi görünse de bir kış gecesi eğer bir yolcu'daki aslında yarım kalmış izlenimi veren romanlar bile konu veya belirli temalar marifetiyle birbirlerini bütünler veya birbirlerine teğet geçerler.

    söz konusu roman girişleri tamamen farklı biçemlerde kaleme alınmış olsalar bile, alternatif roman janrlarını temsil ediyor olsalar bile bu böyledir. daha da detaylandırırsam herhangi bir okur: esasen her biri belli meseleler üzerine özellikle kaleme alınmıştır diyebiliriz: aşk üçgeni, kimlik meseleleri ve ötekilerin bakışı, tıpkı okumanın bir yalnızlık olarak algılanması gibi insan-öznenin evrende aslında hep yalnız olması vb. vb.

    nasıl okuduğumuza da bağlı biraz. postmodernist söz büyücülerinin özellikle "kimlik" meselesine derinden bağlı kaldıklarını, dönüp dolaşıp buna kafa yorduklarını düşündüğümüzde ben metni alımlamaya çalışırken bu bahsin üzerinde özellikle durdum ve duruyorum. bir başkası bunları serüven romanları gibi de okuyabilirdi pekala. tek bir roman biçimi olmadığı gibi tek bir okuma biçimi de yoktur nasılsa. gizem denilen şey, oscar wilde'ın dorian gray'in portresi'nde işaret ettiği gibi görünmeyende değil, görünenin biçiminde saklıdır belki. altmetin sandığımız, gizli bir anlamı olduğunu düşündüğümüz birçok olay veya durum bizi aldatır bu yüzden. zaman zaman hiç olmazsa.

    "kimlik", demişken milan kundera'nın aynı adlı bir romanı vardır. joyce irlandalı kimliği üstüne kafa yormuştur bütün yapıtlarında. seksek'te bu mesele ayırt edicidir. oğuz atay'ın yapıtları kimlik tezi üstüne kuruludur. tanpınar ve öğrencisi orhan pamuk da kimlik kavramını boyuna derinleştirmişlerdir. tanpınar da pamuk da "kuyu" eğretilemesini bunun için kullanmışlardır.

    öyleyse metni bir de bu açıdan okumalıyız bence: metindeki romanlar yarım kalmamıştır, aslında amaçlanan budur. o metinlerin her biri esrarengiz çevirmenin ludmilla'ya yazdığı üstü kapalı aşk mektupları olabilir. bu roman parçacıklarının her biri o değişmez bütünün farklı çıkış kapılarını gösteren kırmızı işaretler olabilir. hoş, bu yazınsal kurguların hepsi tabii hanging rock'ın hezeyanları da olabilir. öyleyse: yazmak da yalnızlıktır.

    uzatmayalım. en iyisi romanın kendisinin konuşmasıdır zaten.

    tek tümceyle: 20. yüzyıl italyan edebiyatının başyapıtı: bir kış gecesi eğer bir yolcu.
  • (bkz: ıtalo calvino) ile tanıştığım kitaptır. ilk başlarda pek bir şey anlamadığımı düşünürken birden olayın ortasında buldum kendimi. zaten calvino'nun bu kitapta yapmak istediği de tam olarak bu: okuyucuyu romana başrol yapmak.

    (bkz: postmodern) edebiyatın en güzel örneklerinden biri olan bu romanı okurken romandaki zekice kurgu bile insanı etkilemeye yetiyor. calvino ile tanışmak için güzel bir başlangıç olduğunu söyleyebilirim.

    bu arada eğer iyi ya da kötü, sonları sevmiyorsanız bu kitabı çok seveceksiniz.
  • --- spoiler ---

    kitabın sonunda şöyle bir paragraf var;

    “siz her öykünün bir başı ve sonu olması gerektiğine mi inanıyorsunuz? çok eskiden bir öykü ancak iki şekilde biterdi: bütün sınamalardan geçtikten sonra erkek ve kadın kahraman ya evlenirler ya da ölürlerdi. bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır: hayatın devamı; ölümün kaçınılmazlığı.”

    --- spoiler ---
  • ilk olarak 1979 yılında yayınlanan bu roman postmodern edebiyatın en önemli eserlerinden biridir. calvino, 1968 yılında raymond queneau'nun davetiyle oulipo grubuna dahil olur ve bu romanında da matematikle edebiyatın bütünleştiği oulipiyen yazım biçimi görülmektedir. edebiyat tarihinde en çok görülen on tane roman türünün giriş kısımlarının yeniden türetilerek parodileştirildiği eserde, sayılarla ifade edilen bölümlerde de üstkurmaca tekniğini görürüz.

    ikinci şahıs anlatıcı (sen anlatıcı) kullanılan nadir romanlardan biri olan bir kış gecesi eğer bir yolu, erkek okur ve kadın okur (ludmilla) üzerinden bu romanın nasıl yazıldığını bize üstkurmaca evreninden anlatır. sekizinci bölümde irlandalı yazar silas flannery karakteriyle üstkurmacayı bizlere açıkça gösteren calvino, romanın ilerleyen kısımlarında postmodern edebiyatın önemli unsurlarından kaotik ortamı okura yaşatır. calvino'nun deyimiyle bir hiper roman olan bu eser okurluğa farklı bir gözle bakmamızı sağlayan bir kitaptır.

    bu romanı detaylıca anlattığım videoyu izlemek için: https://youtu.be/jp33tf84lak
  • kadın okuyucu güzellemesi fena hâlde gönül çelici kitap.

    bir-iki yıl önce, yalnız ve müdanasız olduğunu *zannettiğim bir kız arkadaşıma, evi ve hayatı hakkında "bütün bunları birilerinin takdir etmesi, görmesi gerek; bu seninki göz ardı edilebilecek bir yaşam değil." dediğimde bıyık altından gülmüştü. o vakit hâlihazırda kadınların yüceltilmiş olduğu bu kitaptan habersizdim; o arkadaşımın da o gülüşünün "takdir etme potansiyeli olan birkaç isim üzerinde çalışıyorum şekerim." anlamına geldiğinden de.

    şimdi yine aklıma düştü o bölüm; kendi dünyasında, kimseye karışmayan o yalnız kadın okuyucuları başka hiç kimsenin bilmesine gerek olmaksızın zaten takdir eden bir kitap, biri var. yalnız değiller ve yalnızlık zannı içinde türlü işler peşinde koşmalarına gerek yok. bu kitabı * okumaları yeter. okudukça zaten görecekler. ve bilecekler.
  • “ıtalo calvino’nun bir kış gecesi eğer bir yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. rahatla. toparlan. zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin” cümlesiyle başlıyor italo calvino’nun eşsiz eseri, tam bir postmodern edebiyat klasiği. zaman üzerinde oynanan oyunlar, metinlerarası ilişkiler, üst kurmaca, hiper metin; postmodern edebiyatın ne kadar ögesi varsa hepsi bu kitapta bir arada. daha önce yapıldığını duyduğum ama iyi bir şey çıkacağına hiç ihtimal vermediğim ikinci tekil şahıs diliyle yazılan kitap, yine bir klasik olarak ön yargılarımı yerle bir etti. yazarın müthiş zekâsına duyduğum hayranlık her cümle ile daha da arttı.

    romanın ana kahramanı erkek okur, daha sonra bir de kadın okur katılıyor. bu iki kahraman sadece başlangıçlarını okudukları on romanın geri kalan kısımlarının peşine düşüyorlar. aslında bu romanların peşine düşen sizsiniz. sadece başlangıçlarını okuduğumuz romanların devamını siz de merak etmeye başlıyorsunuz. aralarda sürekli bir kovalamaca ve hemen her bölümde kendini hissettiren bir cinsel gerilim var.

    benim adıma kitabı zevkli hale getiren şey ise; yazmaya ve okumaya dair müthiş tespitler içermesi oldu. calvino, bir yazar nasıl yazar, yazarken neyi hesaplar, neyi ekler, neyi çıkarır, seçtiği kelimelerin anlamları nedir, okurun bilinçaltına nasıl etki eder gibi çok önemli soruların cevaplarını satır aralarında veriyor. bu eğlenceli kısmıydı. beklemedim ve şaşkınlıkla okuduğum kısım ise okurun, okumaya dair serüvenine ilişkin ipuçları oldu.

    hem yazara hem de okura giden kimi satırlarda calvino, mesela sisli bir tren istasyonu görüntüsünün okurun zihnini gelecek sayfalardaki belirsiz olaylara, kıvırcık saçlı bir kadın betimlemesinin olayların ileride çok fazla karmaşıklaşacağına, sıra dışı bir alet kullanan bir karakterin ileride sen kolayca hatırla diye o aleti kullandığına, ara ara verilen ipuçlarının sen olaylara çözebildiğini hisset ve hatta sonunu önceden tahmin edebil ve kendini böylece zeki biri zannet diye yazıldığını açık ediyor. okur olarak sen farkında olmadan seni kitabın içine çeken unsurlardan, söz gelimi sadece bir cümlede bir kere geçen küçük, basit bir balıkçı çıpasının, okura bütün öykünün duygusunu veren en önemli nesnesi olabileceğini harika bir örnekle açıklıyor. hayran olmamak mümkün değil.

    https://kitaplarveseyler.blogspot.com/…u-italo.html
  • muhteşem bir kitap bu. o hikayeden o hikayeyi atlamayı o kadar sevdim, tadı o kadar damağımda kaldı ve beni hayran bıraktı ki kendine anlatamam. şöyle anlatayım bu kitabı okuyalı 3 yıl oldu muhtemelen ama yine de hala vay be ne güzel bir şey okudum hissindeyim, geçmedi. tabii mütemadiyen bu kitabı düşünmüyorum ahahha o çok tuhaf olurdu, bi anda aklıma geldi ama aklıma geldiğinde verdiği his bu.
  • bu yazının kitapla zerre ilgisi yok önceden uyarayım...
    biraz karıştırdım ama beğenmedim, sonra okumadım, nihayet sattım.
    kış gecesine tav oldum, bir de yolcu, bu ikisi çok geldi başıma, bir keresinde, aralıkta mıydı, istanbul'dan geldim, on gün kaldım evimde, annemle hiç konuşmadan sobanın sesini dinledim, tavana bakıp yattım ve annemin yerli dizilerini izledim, dönmek istemiyordum ama mümkün değildi böyle bir seçenek, neredeyse dilimin ucuna geliyordu söylemek; anne ben istanbul'a dönmeyeceğim, okumak istemiyorum, eczacı kalfası olabilirim, ya da ne bileyim öyle bir şey işte, tükenmiştim bir şekilde, ben bu köyde yaşayıp burada çürümek istiyorum, diyemedim.

    akşamlar oluyordu, kar yağıyordu ve dönecek olmanın acısı kapladı içimi, sonunda o gece geldi, bir kış gecesi bir yolcu, bu ikisi dehşete düşürüyordu beni, şehirde oturan bir akrabanın arabası vardı, o geldi, beni otogara bırakacaktı, dedi ki, işim var seni biraz erken götürmem gerekiyor,
    beş altı saat erken,
    siktir,
    tamam dedim.
    sobadan, annemden, dizilerden ayrıldım.
    boktan bir reno'ya bindim; soğuktu ve dışarıda çatır çutur bir akşam vardı, kendimi çok kötü hissediyordum.
    abi, dedim; beni yazıhaneye bırak, oradan servisle geçerim otogara, tamam dedi, sonra kafa ütülemeye başladı, ee yeenim nasıl gidiyor istanbul,
    iyi abi nasıl olsun,
    oku yeenim oku, bak bizim halimize...

    beni yazıhaneye bırakıp gitti. kömür kokusu şehrin üstüne çökmüş, kederim daha da beter hale geldi; kış gecesi neyse de yolculuk sorun, on iki saatlik çile, yanına malın biri oturur, horlayanlar, çocuk ağlamaları, şoförün kafa siken arabesk şarkıları, ya ibo çalar ya da başka sakat biri, diş ağrısı gibi vızıldar o ses sabah dek, çay çorba ihtiyaç molaları, kafa göz şişmiş yolcuların, uyuşmuş ayaklarıyla otobüsten inmeleri, bitmeyen yollar, daha düşünürken iflahım kesildi, ağlamaklıyım neredeyse, beni yolcu eden bir arkadaşım bari olsaydı, yok!
    bir zamanlar vardı ama onlar da bir yerlere dağıldılar, okul, askerlik, kim olur bu kış gecesi sana teselli; ezanlar okunuyor, ölsem unutmam o kömür kokulu kış akşamlarını,
    o tenha sokakları,
    bir de yağmur başlar,
    soğuk soğuk iner kaldırımlara..

    valizi bıraktım, dışarı çıkıp yürüdüm.
    şadırvana geldim, botumu çıkarıp aptes aldım
    çınarların altı sessiz, terk edilmişliğin tozu örtmüş her yeri. bu, kötu edebiyat ama öyle bir mecazi toz var, ben biliyorum, siz belki görmediniz ama var işte...
    şurada çay içerdim, kahkahalar atardım, şurada babmla yürüdüm, arkadaşlarla çay simit yapardık bazı yaz sabahlarında...
    hasır tabureler olurdu, caddenin sonunda birahane, çok pis sıcaklarda girer buz gibi bira içerdik, heyhat, yaşantılar nereye gidiyor ya, insanlar nereye gidiyor,
    böyle içlenerek aldım aptesti, camiye girdim; vahim bir çorap kokusu anamı ağlattı.
    bir insan bir camiye niye girsin ki dedim, çok basit dedi içimdeki ben, çaresizlik yüzünden.
    yalnızlıktan...
    üst kata çıktım, kimse yok, sıcaktı en azından, koku daha katlanılabilir burada, lambalar teskin edici geldi bi an, yatsı okunmamış daha, akşam namazı kıldım, sessizce ve ağır, kalbim paramparçaydı
    allahım, ben çok yalnızım ve çaresiz...
    ses yoktu, sonra oturup dua ettim, lütfen yardımcı ol, dayanamıyorum...
    aşağı indim, çıkıp yürüdüm, yine kömür kokusu, yatsı okundu, boğuntum daha da arttı, keşke hiç yaşamasam dedim, yağmur devam ediyordu hâlâ, ıslak kaldırımlara ışıklar vuruyordu...
    o güneşli günler neredesiniz, çilli kız, gülüşün nerede şimdi, kaldırımları arşınladığım bu şehir benim mi, ben hiç var oldum mu ki, şu yağmur kadar bile...
    daha iki saat var, ne yapsam, bir kış gecesi bir yolcu bir köpeği görüyor şimdi, ıslak ve terk edilmiş, amk diyorum ne bakıyorsun öyle mahzun, senden bir farkım mı var, burada kalamıyorum, gideceğim yeri sevmiyorum, ne vardı şimdi şu ışıkların sızdığı evlerden birinde benim de bir odam olsaydı
    yoktu ve gerçek buydu, yürüdüm sonra, devam ettim, şu pastaneye bak, halide ile ilk orada buluştum, evlenecektik, üst katta aile yeri vardı, kız çok tedirgindi, ne yersin dedim, hiçbir şey yiyecek halim yok dedi, niye, korkuyorum ya, biri görecek, elini ilk o gün tuttum, yüzüne ilk kez bu kadar yakında görüyordum, dişlerinden biri acayip çarpıktı, gözleri kocaman ve güzeldi, dudakları hoştu, tamam bununla evlenirim ben işte dedim, ellerini sıktım, buz gibiydi yaz akşamında elleri, okul bitince evleneceğiz, hikayemiz böyle sürecekti,
    bir taşra hikayesi böyle biter, olmadı, kızı bıraktım
    sonra başka günleri anımsadım, babamla olanları, ayakkabı almaya gittiğimiz yıllar öncesi günleri, mutlaka 'vuran' ayakkabılar, kötü tıraş deneyimleri; babamım moruk berberinin kafamı biçimsiz bir kabağa çevirdiği günler, gülümsüyorum yine de, otobüs duraklarına bakıyorum, ne çok bekledim lan ben oralarda, ayak üstü ne gündüz düşleri gördüm, hiçbiri yok şimdi, sadece ürperten kış gecesi yağmuru, bir çay ocağına giriyorum
    radyoda neşet ertaş çalıyor, zülüf düşmüş yüze, bir çay geliyor, camlar buğulanıyor, şurada kıvrılıp uyusam ya, amk sanki sibirya'ya sürgüne gidiyorum, dostoyevski, o kurşuna dizilecekken affedildiği geceyi anlatır ya, o geliyor aklıma, haline şükret diyorum, bir çay daha, sonra yazıhaneye gidiyorum, tek tük gelmeye başlayan yolcular, şu kız güzelmiş, önüme falan düşse keşke, bakarım ara sıra, ya da ne bileyim belki bir aşk falan doğar, halbuki hiçbir sik olmaz, filmlerde olur öyle şeyler, romantik komedilerde, bir kış gecesi bir yolcu, okumadım, okumayacağım da siz okuyun, anlatırsınız bana
hesabın var mı? giriş yap