hesabın var mı? giriş yap

  • cips paketlerinden taso maso gibi ehemmiyetsiz şeyler çıkacağına parmakları temizleyip hunharca yalanmaktan kurtaracak bir mendilin çıkması tercih edilir. ilerici bir düşüncedir. en kısa zamanda hayata geçmesi dileğiyle...

  • adamın biri doktorun karşısına çıkmış: "aman doktor bey, yaman doktor bey; bende bir sorun var ki sormayın - şimdi bende feci bir gaz sorunu var afedersin: oturuyorum osuruyorum, kalkıyorum osuruyorum, yatıyorum osuruyorum falan fıstık... işin tuhaf yanı ne biliyon mu, gaz ne kokuyor ne de duyuluyor - hani yani kimse durumu çakmıyor allahtan da, diyeceğim, bende yarattığı rahatsızlık öyle böyle değil! derdime bir çare..."

    doktor sessizce başını sallamış ve hemen bir reçete yazıp hastanın eline tutuşturmuş; demiş "bu ilacı al, bir ay sonra beni yine gör..."

    bir ay geçmiş, aynı adam girmiş kapıdan, burnundan soluyor: "ulan doktor ben senin ağzına sıçayım! gazım var dedik, duyulmuyor dedik; sen bize bir ilaç verdin - hala aynı gaz var, üstelik şimdi ses de çıkarıyor!"

    doktor gülümsemiş: "oo iyi, kulakları açmışız demek; şimdi sıra burnunda!"

  • bu konuda bilir kişi olabilirim

    istanbul'da zincir bir fast food şirketinde 10 yıl ofiste satın alma müdürlüğü yaptım

    yiyecek içecek sektöründe değişmeyen tek şey kar marjidir.
    üründen ürüne değişir %300 %500 arası olur genelde. tavuklu ve kaşarlı menüler en çok geçirilen üründür.

    yani şöyle düşünün 10 tl ye mal edilen bir ürün
    50 100 tl arası satılır.

    yıllarca neden her sokakta bir büfe açıldığını anlayın artık.
    şimdi ülkenin durumundan dolayı maliyet arttı.
    ama işletmeler %300 %500 kardan vazgeçmiyor.

    olay bundan ibaret.
    almayın aldırmayın gitmeyin demekle olmaz.
    kesin birileri gene gidecek
    kapitalist sistem budur.
    biz de bu sistemin kölesiyiz

    edit: benim yazıma cevap veren kişiler olduğu için editlemek zorunda kaldım.
    bana satın almacı diyerek zaten söze başlayanlar oldu. kamyonla gidip malı alan ben değilim.
    ben bir ürünün belirlenmesini, kalitesini, maliyetini, satış raporlarını, ve son olarak tüketiminden sorumluydum.
    şirketin büyüklüğüne göre alacağınız malzemede kiminle muhattab olacağınız belirlenir.
    ben coca-cola'nin bayi müdürüyle değil
    türkiye ve asya kıtasından sorumlu olan kişiyle görüşürdüm veya pınarın, sütaş' in plasiyeriyle değil genel müdürüyle anlaşma yapardim.
    et ve tavuk ürünlerinin tüketimi inanılmaz fazla olduğu için ve de çok hassas ürünler olduğu için direk sahibiyle görüşürdüm. öncelikle bunu belirtmek istedim çünkü bilgi sahibi olmadan konu hakkında bilgi sahibi olanlara bok atmayın. açık konuşayım bunları yazarken bile ben utandım.

    çok daha detaylı bilgi verebilirim fakat başınızı şişirmek istemiyorum.

    bir yiyecek içecek işletmesinde 2 kalem maliyet hesaplanir
    1.si ürünün ham maliyeti
    2. si ürünün hazilanma ve sunum maliyeti

    1.sini çıkartırken ürünün içine neler konulduğunu grami gramina hesaplanır.
    buna ürün reçetelemek denir
    yani her ürünün 1 reçetesi vardır.
    100 gr tavuk
    20 gr mantar
    10 gr patates
    20 gr makarna gibi
    bu ürünleri alırken verdiğiniz fiyatı koydugunuz grama bölerek cikartirsiniz

    2. maliyet "işletme maliyeti"
    ama siz patatesi tavuğu alıp direkt müşteriye vermiyorsunuz
    onu önce gidip alıyorsunuz "lojistik maliyet"
    sonra bir dükkana koyuyorsunuz "kira maliyeti"
    daha sonra onu pişiriyorsunuz " enerji maliyeti"
    sonra bu ürünü biri yapıyor birileri servis ediyor
    "personel maliyeti"
    şimdi alt alta yazdım sakın çok maliyet diye düşünmeyin.
    çünkü o dükkana 1 müşteri gelip 1 ürün satılmıyor
    personel günde onlarca kişiye bakıyor.
    kira hiç iş yapmasan veya 100 katı ciro yapsan aynı kalıyor ay içinde

    kısaca kesiyorum
    arkadaşlar iyi bir işletme öncelikle ürünün en kalitelisini alır
    personeline iyi maaş verir bu yüzden müşteriye iyi davranılır. bunlar olduğu sürece biraz da matematik bilgisiyle hayatta kalırsınız.
    çok ama çok daha detay var yazmayacağım
    ama son olarak şunu söyleyeyim
    şu anda yiyecek içecek sektöründe maliyetler arttı
    fakat işletmeler pandemiden önceki dönemden daha çok para kazanıyor.
    maliyet 2 arttiysa fiyatlar 10 zamlandi

    edit2: o kadar çok mesaj geldi ki hepsine cevap vermeye çalıştım.
    anlamadığınız çok nokta olmuş
    size şunu söyleyeyim.
    tavuk dünyası veya belirli bir ürünü alan zincir işletme sizin gibi fiyattan almaz
    mesela pazarda 80 tl olan ürünü boyle işletmeler
    30 40 tl ye alır yıllık anlaşma yapar
    mesela bir keresinde kaşar firmasıyla anlaşma yaptım yıllık olarak 22 tl
    siz o zaman kaşarı 55 tl den aliyordunuz.
    daha fazla yazmayacağım
    bir gün çok detaylı işletme maliyeti enrtysi gideceğim.

    debe editi: bu bilgileri yazarken hiç bu kadar gündem olacağını tahmin etmemiştim.
    burası (bkz: kutsal bilgi kaynağı) kim ne derse desin.
    küçük bir bilgi kırıntısı sağlayabilmek bile insanı mutlu ediyor.

  • onur beyin şehrazat yüzünden aldığı öte berinin boku çıktığı dizidir.

    - onur bey bu ne?
    + mandal şehrazat, çamaşırlarını asarsın diye şeettim.geçen gün tuhafiyede bakıyodun bön bön içim cız etti
    - bunu kabul edemem onur bey kaan ne der?
    + mandalla kapatırsın ağzını bişeycik diyemez
    - onur bey rica ederim
    + şehraaazattttt

  • amcam, evde yaramazlık yapan 6 yaşındaki torununa haykırdı bunu. o esnada umarsız bir tavırla çekirdek çitliyrodum, bana dönüp pargalı'nın sülüman'a vezir olduğu yaştasın dememiş olması sevindirici gerçekten. gerçi kendisi de yavuz'un mercidabık'ta memlüklüleri yenip halifeliği aldı yaşta ve bir sik başarmışlığı yok ama olsun.

  • bir erkek için ideal sevgilinin sözlükteki karşılığıdır şüphesiz.

    kendisini dürttüğünüzde alacağınız tepkiler müthiş yumuşak bir ses tonuyla "efendim?", "evet?", "hazır!" cevapları olur. ilişmezseniz gıkı çıkmaz, ölene kadar bir "ah"ını duyamazsınız. yok efendim "k.çımın şurası ağrıyor", "ben burda ölüyorum sen community shield izliyorsun!" ne bileyim "yine ne var ne istiyorsun senin yüzünden bıdıbıdıbıkbık ....(12-13 dk sonra) hep böyle oluyor!" yok.

    bir işiniz mi düştü? "yaparım", "oduncu, madenci, seyis(oha!)". karnınız mı acıktı? "hemen geyik vurup getiriyorum hayatım". bak "yapmam" asla yok. "sevgilimin karnı aç, gerekirse yaban domuzuna dalarım" mantığı var hatunda. ölüme gidiyor gıkı çıkmıyor yahu. dışarı mı çıkacaksınız? hazırlanma süresi yaklaşık 20 saniye. anlattıkça elim ayağım titriyor abi ya. hatuna "gel" diyorsun, taaa surların öbür tarafından dolaşıyor geliyor. gözyaşlarım sel oldu yemin ederim.

  • galeano kahvenin keşfi ile ilgili şöyle der bir kitabında,
    ''etiyopya'nın bir dağında yetişen bir bitkinin kırmızı meyvelerini yiyen keçilerin bütün gece dans etmeleriyle keşfedilmiştir''

    zaten birçok psikoaktif, hayvanların o maddeyi içeren bitkileri yediğinde nasıl davrandığının gözlemi ile keşfedilmiş olmalı. eminim boş saatlerini doğayı ve hayvanları izleyerek geçiren çobanların bu konuda büyük katkısı olmuştur insanlığa. söğüt agacının yaprağını yiyip iyileşen bir hayvanı görmek, bu bize de yarar mı acaba fikrinin oluşmasının zeminini oluşturmuştur muhtemelen.

    kahve diyorduk. günün ikinci ve son kahvesini içerken, kahvenin ne kadar muhteşem bir içecek olduğunu düşünüyordum. yazmak da oradan geldi aklıma. çünkü kahve, daha doğrusu içerdiği kafein, nöronal ateşlemeyi hızlandırıp bizi, yani bizi biz yapan temel şey olan zihnimizi canlandırıyor, bizi harekete geçiriyor.

    vücudumuzun bütün hücrelerinde bulunan bir kimyasal olan adenozin, vücudun enerji denklemlerinde başrol oyuncularından birisi. kafeinin en kritik özelliği bu kimyasala benziyor olması. adenozinin nöronlar üzerindeki etkisi baskılayıcıdır. gün içinde beyindeki düzeyleri süreğen olarak artar, ta ki gece iyice artıp bizi uyutacak düzeylerde baskılayıcı hale gelene kadar. adenozin yavaşlatıcımız, frenleyicimiz, yatıştırıcımızdır. kafein ise görüntüde benzediği bu kimyasalın reseptörüne tutunup onun etkilerini engelleyerek bizi canlandırır. sadece bu yolla değil, nörotransmitterler ve hormonlar üzerine de etkileriyle de yapar bu etkiyi. örneğin adrenalin ve kortizolü arttırıcı etkisi ile bizim stres durumunda salgıladığımız bu maddeler üzerinden bizi daha alert, dikkatli ve tetikte kılar.

    aslında yazıya başlarken üstünde durmak istediğim konu da bununla ilişkili bir şeydi, ancak gelebildim, nöronlar fazla ateşlenince konuyu uzatmak gibi bir meylim var maalesef. kahvenin nasıl, ne kadar ve ne zaman içildiğinin önemli bir konu olduğu hakkında yazacaktım aslında.

    kortizol içsel olarak kendi ritmiyle salınan bir hormondur. uyku döngüsüyle ilişkili olan özgün bir salınım patterni vardır. temelde bedensel ve zihinsel stres ile ilişkili olan kortizol, içsel bir uyandırıcı, canlandırıcı olarak da görev yapar. kortizol uyanma saatinden bir saat kadar sonra pik yapar. kortizol kendi olağan pikini yaparken, kafeinin kortizol arttırıcı etkisinin bunun üstüne eklenmesinin bazı olumsuz etkileri var. örneğin gereğinden fazla kortizol salglanması, bedenin stres algılamasına ve olumsuz etkilenmesine neden olabiliyor. ayrıca zaten uyanıklığın artacağı saatlerde kafein alınmasının, kafeinekarşı tolerans ve bağımlılık gelişmesini kolaylaştırabileceği şeklinde sonuçlara varan çalışmalar var.

    kafeinin bağımlılık yaratan etkisi sadece uyarıcı oluşundan değil, dopamini arttırıyor olmasından da kaynaklanıyor. haz ve bağımlılık ile ilgili temel nörotransmitter olan dopamin, birçok psikoaktifle olduğu gibi kafeinle de artış gösteriyor. örneğin ben, sigarayı bıraktığım dönemde kendimi bir anda aralıksız kahve içerken bulmuştum. bir haz vericinin yerine bir başkasını koyarak ondan kurtulmaya çalışmak sık görülen bir insan davranışı. bağımlılık gelişmemesi için önerilen şeylerden birkaçı şöyle, ilk kahveyi kortizol pikinin bittiği saatlerde içmek; kahveyi her gün aynı yerde aynı şekilde içmemek çünkü her tür bağımlılıkta olduğu gibi bunda da asosiyasyon önemli; arada kafeinsiz kahve içmek çünkü böylece beyin kahve içmek ve kafein almak arasındaki çağrışımsal bağlantıyı kesiyor.

    kahve, ılımlı miktarlarla içildiğinde alzheimer, parkinson, diyabet, kolon kanseri, kalp hastalıkları gibi birçok hastalık için koruyucu olsa da sabahtan akşama kadar kahve içmek vücudu strese sokarak tam ters etki yapıyor. bu nedenle iki fincanı geçmemek ve bu fincanların saatini iyi ayarlamak öneriliyor. kafein yarı ömrü uzun bir madde olduğu için, içilen kahvenin öğlen erken saatlerde kesilmesi, akşam uykuya dalma konusunda önemli. yaklaşık 6 saatlik yarı ömrü olduğundan, akşamüstü 5'te filtre kahve içerek aldığınız 100mg kafeinin yarısı gece 11'de hala bünyenizde olacak. hele de birkaç saatte bir kahve içiyorsanız kafein kümülatif olarak birikeceğinden, tüketirken bu bilgileri akılda tutmak uyku hijyeni için faydalı olabilir.

    yanlış tüketilirse olumsuz yanları olabiliyor tabii ama dünyanın en güzel şeyini bile kıymetini bilmeden harcamak ya da zarar verecek kadar kontrolsüz kullanmak ve kötü bir şeye çevirmek mümkün. kahve gibi güzel bir şeyi en güzel şekilde tüketmek lazım bana kalırsa ve bize kahveyi hediye ettikleri için keçilere ve o çobana teşekkür etmek...

  • ''ben daha çok, gerçekçiyimdir, bilirsin. ancak ve ancak, gözlerimle gördüğüme inanabilirim. mantık oyunları, övünmeler, hesaplar, ideolojiler, kuramlar, tüm bunlar, gerçeği gözleriyle gözlemlemeyi bilmeyenler içindir. ve şu gezegende yaşayanların çoğunluğu da bunu yapamaz. neden bilmem, ama böyledir. kim olsa, biraz iyi niyetle başarabilir oysa ki.'' (sayfa - 398)

    zemberekkuşu’nun güncesi, murakami’nin eşsiz üslubuyla 2005 yılında yayımlanmıştır.

    tokyo’nun mahallerinden birinde yaşayan genç toru okada, karısının kayıp kedisini aramaktadır. toru, çok geçmeden tokyo’nun kendi halindeki yüzeyinin alt kısımlarında gizlenmiş bir dünyada karısını da ararken bulur kendini. toru’nun arayışları birbirleriyle kesişirken toru okada, burada tuhaf bir grup müttefikle ve kötü karakterle karşılaşır: psişik güçlere sahip bir hayat kadını, kötü kalpli fakat medyatik bir politikacı; 16 yaşında marazi bir kız ve japonya’nın ikinci dünya savaşı sırasındaki mançurya seferi’nde yaşadığı son derece berbat deneyimler yüzünden kalıcı hasar almış yaşlı bir gazi...

  • nerdesiniz onursuz çomarlar…
    haysiyetini 3 kuruşa satanlar…

    edit : birkaç onursuz , haysiyetini satan gelmiş hemen mesaj kutuma. kudurun satılmışlar. haysiyetsizler. salyalarınızı saklayın , yakında açlıktan ağzınız kuruyacak ..!

  • bilim adamları boş durmuyor sevgili bilimseverler. her geçen gün bir davranışımıza daha isim buluyorlar. normatif yaklaşımlarla makale bile yazıyolar, durduramıyoruz.

    kelime anlamı "ekmek kırıntısı" olan bu kavram flirting özelinde insan ilişkilerini tanımlamaktadır. yani, muhatabın 'bir öyle bir böyle' davranarak, çelişkili hareketlerde bulunması. istememesi ama bunu söylememesi. istemesi ama o kadar da çok istememesi. arandığında sıcak konuşması fakat kendi asla aramaması. istekramdan iletişime geçmesi ama vatsaptan bi gülücük bile atmaması. istemiyorum dememesi çünkü 'lazım olur' diye düşünüp yedekleme yapması. daha kısa ifade edecek olursak, flörtü sevgili olmadan kısık ateşte tutma hareketi. tek kelimeyle anlatmak gerekirse ise puştluk, yavşaklık, şerrrefsizlik. *
    kavram anlaşıldı diye umuyorum. eğer ki further reading adı altında kaynak göstereceğimi sanan varsa beni hiç tanımamıştır. kutsal bilgi kaynağı mı la burası?

    konuyu dar pencereden değerlendirip kısıtlı bir görüşe sahip olmamızı istemem. günümüzün "özel hayattan kolayca insan silme" artizliği dolayısıyla insanlar derin duygusal ilişki beklentisini yitirdi. haliyle bunu yapan da çok, kendisine yapılmasını önemsemeyen de. fakat bu mevzu sadece sevgililik müessesesiyle karşımıza çıkmaz. en yakın arkadaşımız da yapabilir, yöneticimiz, anamız, bacımız da... onları silmek o kadar kolay değildir. narsizm öğeler barındıran bu kişilik özelliğine uyanılması yeterlidir. sonra su yolunu bulacak. uyanış önemli.

    bu bilgiler ışığında, yine kendi tarihime bakıyorum. breadcrumbing yani puştluk yapmış mıyım diye? uzun uzun baktım da yapmamışım. ben insanları kaybetmek pahasına sınırlarımı çekmişim, kimseyi 'bakarız yeeaw' diye oyalamamışım, ne hissettiysem bedelini ağır şekilde ödesem de söylemişim, insanları kırmamak için söylememeyi değil de nazik bir şekilde söylemeyi öğrenmiş, ebeme dedeme bile torpil geçmemişim, çocuklarım ve 2 haftalık kedim bile sınırlarımı öğrenmiş, sürprizsiz, dümdüz bi insan olmuşum. nerde isteyeceğim, nerde pes edeceğim, nerde ne tepki vereceğim net. kimseyi verdiğim yanıtla şaşırtmaz hale gelmişim, yeri gelmiş köyün delisi o söylesin diye maşa olarak bile kullanılmışım. günümüze bakıyorum elimizde ne var? net olmayan, ne istediği, ne yapmayacağı belli olmayan insanlar. dolayısıyla hayalkırıklığı, karında şişlik, genizde yanma, uçurumun kenarına gidip çatlayana kadar bağırma arzusu.

    peki ben mi sorumluyum bu dünyada dürüstlüğün hüküm sürmesinden? ben miyim iyi niyet temsilcisi? bana mı kaldı ilkeli davranmak? empati kraliçesi miyim ben? bu kadar ahlaklı olmakla ne yapmak nereye varmak istemekteyim?
    ...ve karar verdim ben de puşt olacaktım artık. tabi insan yeni başlayınca biraz acemilik çekiyor. insanlar üzerinde yapacak kadar 'the' şerrrefsizlik mertebesine ulaşamadığım için ilk aşamada ilgili kurum, kuruluş ve tüzel kişilikler üzerinde denemeliydim.

    emeğimi sömüren, yaptıklarıma değil de yapmadıklarıma odaklanan eski iş yerimi seçtim bunun için. işten ayrıldıktan sonra hiçbir excel belgesini ve raporları atmadım ama onlara da vermedim. ara ara bilgi için aradılar yardım ettim. sonra işe mi dönsen diye çıtlattılar, ayy bilmem ki dedim. sonra ciddi teklif verdiler, ay isterim ama maaş biraz düşük dedim. en son patron çıldırdı, nolursan ol gel, ne istersen vericem noluuur diyor. ben de "ya ben de çok istiyorum ama bu aralar kafam biraz dağınık" diyorum, "sgklı ciddi bi işe hazır değilim, biraz takılıp kendimi keşfetmek istiyorum" diyorum. "yoğunum başka işlerim var ama hep aklımda orası, bana biraz süre verin" diyorum.

    parayla değil puştluk. isteyen herkes olabilir. yeter ki insanın içinde olsun.