• ulen fanatik galatasaylıyız çarşılı olduk , fenerli sevmezdik ali koçcu olduk , ateisttik şu görüntülerden sonra tarikata girmeme ramak kaldı. fabrika ayarlarıma dönmek istemiyorum böylesi güzel be panpa.
  • türkiye’deki pek çok insan gibi erken yaşlarda girdi benim de hayatıma din.
    sanırım 4-5 yaşlarındaydım babaannem ilk duaları ezberlettiğinde. islamın şartlarını arapça sayar, gece yatmadan babaannemle birlikte birkaç basit dua okurdum.
    öyle masum bir şeydi din o yaşlarda benim için. sahura kalkardım; uyandırmamış olurlarsa küserdim sabah.

    babam biraz sinirli olurdu iş dönüşü, iftar öncesinde sigara ve açlık başına vurduğundan biraz.
    annem başı ağrıdığı zamanlarda bile bir şekilde iftara kadar sıkardı dişini. gözleri kapanır, ağrı yüzünden okunurdu ama bir şekilde diretir iftara kadar bozmazdı orucunu.
    çocuklara düşen dışarı çıkıp caminin ışıkları yandı mı diye bekleyip haber vermekti. balkona çıkar o yeşil sarı arası gidip gelen rengiyle caminin ışıklarının yanmasını ve ezanın başlamasını beklerdik.

    güzel zamanlardı.
    köye gittiğimde sabah ezanı okunurken cidden içim ürperirdi. ama rahatsız olduğumdan falan değil. öyle güzel bir sesi vardı ki müezzinin.
    o zamanlar cemaatler falan çok etkisizdi. camiye gelen çocuklara ezan okutturmak gibi saçmalıklar pek yoktu.

    köydeki imam da sokaktaki herkes gibiydi ve onu diğerlerinden daha iyi bir müslüman diye düşünmek aklımdan geçmemişti mesela hiç çocukken.
    nasıl güzel bir sesi vardı adamın.
    harman zamanı sekide oturup, üstü kılıçla alınmış gibi dümdüz kayalarla tepelenmiş dağın üstünden güneşin batışını izlerken;
    sabah uyanıp koşa koşa gidip buz gibi suyunda yüzümüzü yıkadığımız köy çeşmesinden kovalarla taşınmış sudan demlenmiş çayı yudumlarken;
    akşamın kızılı, belki bir saatte bir arabanın ancak belirdiği köyün girişindeki rampadan süzülürken;
    akşam ezanını okurdu hoca sabahki kadar dokunmasa da sesi insanın içine.

    o hoca başka bir şehre göçtü bir zaman sonra.
    o güzellikte ezan okuyan bir sesi bir daha ömrümce duymadım hiç.
    hocanın gidişiyle değil mutlaka ama eş zamanlı olarak pek çok şey değişti sanki dine dair hayatımda.
    büyüdükçe, dindarlığını insanların gözüne sokmaktan zevk alan ve cemaatlerle sıkı fıkı akrabaların, siyaseten sağda tavırlarının belirginleştiğini hatırlıyorum mesela.

    sonra elini vermeyen kadınlar görür oldum bir süre sonra; ben büyüyordum belki de o yüzdendi. kadınlar için namahremdim artık belki de.
    ama giderek uzaklaşıyordum sanırım, içimde öyle içten ve varlığı sakince bir şey olan dinden.
    ailemde pek çok mutaassıp insan vardı. hatta böbürlenenleri de epeyceydi bu dinarlıklarıyla.

    annem çok istediğinden, yaz aylarında camiye kuran öğrenmeye gitmeye başladım.
    çocukları döven bir imam epeyce ürkünç olduğundan başka bir camiye gönderdi babam. pek öğrenemedim sanırım; yani bildiğim tüm dua ve sureler çocukken öğrendiklerimle sınırlı bir şekilde. yani yarısını ancak biliyorum dua ve surelerin.

    bir şeyler oldu sanki sonra.
    esnafın arasındaki hacı amcalar, milli gençlik vakıfına giden arkadaşların tavırlarındaki değişmeler;
    çocukluğumdan beri köyde kasabada gördüğüm hemen her kadının başı örtülü olduğu halde, yeni yeni, türban denen bir tür baş bağlama modeli peyda olmaya başladı.
    camide karate kursu verildiğini duyuyorduk arkadaşlardan.
    sonra köyden fakir çocukları toplayıp kuran kursuna götürdüğünü ve sonra da okuttuklarını falan bazı hayırsever(!)lerin.

    tuhaf zamanlardı.
    nasıl evrildi, nasıl değişti hala tam bilmiyorum.
    çocuk aklıyla da ancak sınırlı bir algılama mümkün olabiliyor haliyle. ama çekirdek aile çevresinde, köyde v.s. yine aynı sıcaklıktaydı dine dair her şey de diğer tüm yaşam ritüelleri gibi.

    bir zaman sonra orucumun, namazımın sorulmaya başlandığı dönemler geldi.
    tatlı bir dille soruluyor gözükse de baya baya sorgulanıyor, yaptığım yüzüme vuruluyordu sanki.
    çocukken heves ettiğim, sahura kaldırmıyorlar diye küstüğüm zamanlara hiç benzemiyordu bu yeni zamanlar.
    güzel tv programları, ortaoyunu, hacivat karagöz, lüküs hayattan keşanlı ali destanına kadar kabareler yayınlanıyordu yine tv’de ama sanki bir şeyler başkaydı.

    ne zamana denk düşüyor tam anımsayamıyorum ama bu sorgu ve üstü kapalı baskılar, dinle arama epeyce mesafe koydu ben farkında olmadan.
    zaman ilerledikçe sorgulamaya, radikalleşen türkiye ve çevre ülke islamcılarını izlemeye başladım haberlerden ve doğrudan gözlemlerinden.

    bir şey vardı. bir şeyler fena halde rahatsız ediciydi.
    yaşadıklarım ve gördüklerim sorular doğurmaya başladı aklımda. evrim teorisi, bilim, biyoloji; bunların dinle yolları kesiştiği zamanlardaki gerilimleri yadırgadım. ve tercihimi elbette dini sorgulamayı yeğlemekten yana kullandım.

    bu ani bir seçimdi belki ama uzun soluklu bir sorgu sürecinin de başlangıcıydı ben farkında olmasam da o an.
    gel zaman git zaman islamdan, felsefesinden de soğumaya başladım bunu mecbur kılma tutkularından sebep.
    yani bir şeyin dayatılmasının iticiliğiyle başlamış gibi görünse de tahakkümünü ve başkalarının hayatına nizam verme arsızlığını çok rahatsız edici buluyordum.

    okumaya başladım.
    sonra bir insanın hayatı boyunca kendi dilinde bir kez bile okumadığı, içinde ne yazdığını dahi bilmediği bir kitabı kutsal saymasının; içindeki her şeyi sorgulamadan doğru kabul etmesinin, arapça dışına hiçbir dilde bu kitabı okumanın sevap sayılmamasının mantığını çözemeye çalıştım.
    sonra kendimin de içinde ne yazdığını bilmediğim, okumadığım bir kitaba inandığımı fark ettim.
    dinin doğuştan getirilen bir şey olduğuna inanmanın; bir kutsal kitabı okumadan, içinde ne yazdığını bilmeden o dine inanmanın cidden mantıksız olduğunu düşündüm.

    sadece bu sebep bile bir dine inanmak için, en azından henüz inanıyorum dememek için yeterliydi artık benim için.
    ben de başta sadece tam anlamıyla bilmediğim için vazgeçtim inanmaktan.
    bir yaratıcı inancı bir miktar kurcalıyor olsa da aklımı, bir süre sonra hayatın, evrenin bilinmeyen tarafları olduğunun; nereden geldik ve nereye gidiyoruz sorularının bilim tarafından henüz cevapları verilmemiş odluğunu kabul etmenin hiç de sıkıntılı olmadığını fark ettim.

    inanç başkalarına dayatılmadığı sürece, felsefesi ve bireylere dair bir tercih olması itibariyle rahatsız edici değildi benim için. ama ibadeti sorgulamıştım çok. mantıksız da bulmuştum çünkü yüce bir yaratıcının beklentileri olması, yüce gönüllü olmadığı çıkarımına yol açacak biçimde ibadet emretmesi mantığıma sığmıyordu.

    islamcılar, cemaatçiler radikalleştikçe ben daha da uzaklaştım dinden. ateist olduğumu ısrarla vurgulamak gereği hissettiğim ergen bir dönemim de oldu mesela.

    sonra başka yazıları ve ilgili kitapları da okudum.
    ölmeden herkesle istediği her ortamda tartışmaya hazır olduğunu söyleyen turan dursun’un öldürüldüğünü ve o hayattayken cesaret edip onunla tartışamayanların, ölümünün ardından atıp tutmalarını da okuma şansı buldum tabi bu süreçte.

    inanan hiç kimseye karşı hayatımın hiçbir döneminde olumsuz en ufak bir şey hissetmedim. ama cemaatçilere, türbanlılara, dini başkalarına dayatanlara, ibadetimi sorgulayanlara fena halde öfkeliydim sanırım içimde bir yerlerde.

    hayatımın tam da bu dönemleri, yani üniversiteye başladığım yıllarda nihat genç’le tanıştım.
    önce leman’daki yazılarını, sonra kitaplarının hemen hepsini peş peşe okudum. öyle bir dili vardı ki; hikayelerinde başta savunur göründüğü fikre hemen taraftar olup hikayeyi öyle okumaya devam etiğinizde, hikayenin sonunda o düşüncenizden utanır hale geliyordunuz mesela.
    edebi dili, anlatım biçimi, insanın içine dokunan üslubu; hikayelerini okudukça bir şeyleri değiştirmeye başladı bende. muhafazakarları daha az öfkeyle, daha iyi anlayarak değerlendirmeye başladım mesela. dine değildi benim öfkem. dinarlara ya da muhafazakarlara da değildi; bunu nihat genç okudukça daha da iyi anladım.

    öfkem başkalarına kendi doğrularını dayatan, ikiyüzlü, insanların dini hassasiyetlerini çıkarları uğruna kullanan, makyevelist yeni tip dincilereydi…

    içimde birçok insanla, birçok düşünceyle barışmıştım. yine benzer şekilde düşünüyordum, hayata soldan bakıyor, ülkemdeki düzenin pek çok şeyinden rahatsız oluyordum.
    haksızlıklara itiraz ediyor, bilincim ve gücüm oranında bir şeyleri düzeltmeye çalışıyordum.

    türkiye değişiyordu.
    başkalarının da dindar olmalarını isteyen radikal muhafazakar kitleler iktidara yürüyordu.
    bu süreçte yaşananlar herkesin malumu zaten; bu kısmı anlatmamın bir gereği yok.
    ama ülkenin, çocuklarımızın geleceğinin dindar bir çizgiye mahkum olması; eğitimin, hukukun, yaşamın dindarlaşması ve özgürlüklerimizi teker teker yitirmek dinle aramdaki bireysel mesafeyi kapanmaz biçimde açmıştı.

    yandaşçılık, onlardan olmayanların sistem dışı bırakılması, kadroların ve imkanların onlardan olmak kriterine göre dağıtılması; ülkenin ormanlarının, derelerinin, varlıklarının satılması içimdeki umudu yavaş yavaş tüketiyordu.

    uzun yıllardır amerika’nın güdümünde bir siyaseti olan ülkemin daha da amerikancılaşması;
    düzmece belgelerle içeri tıkılan yurtseverler, gazeteciler, hukukun ve adalet duygusunun yavaş yavaş yok edilmesi ruhumu yaralıyordu.

    atatürk konusunda çok takıntılı olmasam da bu denli doğrudan bir atatürk düşmanlığı fena halde rahatsız ediyordu. o pek çok liberal solcunun beğenmediği cumhuriyet kazanımları tek tek yok oluyordu.
    menderes’le başlayan karşı devrim amerika’nın ve islamcıların zaferiyle taçlanmış gözüküyordu…

    bir şey vardı.
    neydi tam olarak bilmiyorum ama insan “çok azız” diye düşündüğü bir anda bile, tuhaf biçimde içindeki umudu bir şekilde sıcak tutuyor demek ki. anlamsız ve dayanaksız gibi görünse de umut bir şekilde hep var oluyordu sanırım.

    umudu besleyen ufak tefek şeyler oluyordu. direnen ufaklı büyüklü kitleler, itirazlar umut veriyordu.
    neredeyse tamamı yandaş olmuş basına gözünü kulağını kapamış; muhalif basını izliyorduk pek çoğumuz.

    sonra bir şeyler oldu.
    herkesin “artık yeter” dediği o an geldi ve o muhteşem gezi direnişi başladı.
    bizden farklı pek çok insanla, omuz omuza direnmeye başladık sokaklarda.
    silahla, sopayla, taşla falan değil; bedenlerimizle, umudumuzla, birbirimize olan güvenimizle direndik.
    direndikçe ülkem daha da güzelleşti. umudumun gökkuşağı renginde bir sonsuzluğu oldu, yeri göğü kapladı.

    son zamanlarda epeyce kızdığım bdp’lilerle, hayatım boyunca iktidarların paralı askerliğini yaptığını düşündüğüm ülkücülerle, bdp gitmeyin dediğinde bile direnişe omuz veren kürtlerle, kadınlarla, gençlerle, eşcinsellerle, yaşlılarla, teyzelerle, amcalarla, sanatçılarla, "futbol insanları uyuşturur" deyip hep küçümsediğim futbol taraftarlarıyla, antikapitalist müslümanlarla yan yana direndik.
    direndikçe de insanlara, benden çok farklı düşüncedeki insanlara tahammülüm arttı elimde olmadan. çünkü onlar da bu ülkenin, bu ülkedeki insanların, dünyadaki tüm insanların güzel bir hayatı hak ettiğini düşünüyordu.

    benziyorduk işte. onca farklılığa rağmen aynıydık. hala çok farklıydık belki ama aramızda duvarlar, perdeler bir şekilde siliniyordu direndikçe.

    ben sanırım gezide kürtleri hiç anlamadığım kadar anladım.
    öylesine şakacıktan yaptığım esprilerle eşcinselleri incitebildiğimi anladım mesela ben gezide.
    ben 90 kuşağının boş kafalı ve bencil olmadığını anladım gezide.
    halkın yanındaki gerçek sanatçıların kim olduğunu; iktidarın ne kadar demokrat olduğunu iyice anladım ben gezide.

    antikapitalist müslümanlarla birlikte; dinin insanların aklını karartmadığını, mazluma kimlik sorulmadığını öğrendim ben gezide.
    ve her kesimden, her görüşten insanla bir arada yaşamaktan, omuz omuza direnmekten gurur duydum ben gezide…

    .....

    ve dün yaşananlar.
    bunca zaman bu kadar uzak durduğum dinin cidden insanları güzel de kılabildiğini gördüm sanırım uzunca bir aradan sonra yeniden.
    taksim meydanına kadar uzanan yer sofralarıyla, the marmara’nın hemen önündeki boşlukta sokak çocuklarının oturtulmadığı sponsorlu masalardaki iftarın nasıl yüzünün kızartıldığını gördüm ben dün istanbul’da.

    ömrüm boyunca gördüğüm en samimi iftar sofraları o ana kadar sadece köy odalarında misafirler için kurulanlardı mesela benim için.
    ama dün ben bu ülkede inançlarının kendilerini ve hayatı güzelleştirdiği müslümanları gördüm mesela ilk defa.

    çıkar yok, hesap yok, zerre kadar ikiyüzlülük yok.
    inanan inanmayan herkes aynı sofrada.
    sempati uyandırmak için bağışta bulunan müteahhitler, gıda firmaları yok. herkes evinde ne varsa, gücü neye yetiyorsa almış gelmiş. masa yok, sandalye yok; sokağın ortasında yer sofralarında bir ülkeyi sevmeyi, kardeşliği, dostluğu, farklılıklara tahammülü, umudu bölüşüyordu insanlar dün istanbul’da.

    ve hayatımda çok uzun zamandır ilk defa o insanlarla birlikte gidip bezmi alem camiinde namaz kılmak istedim. 15 yıldır ateist bir adam, o insanlarla namaz kılmak istedim hayatımda ilk kez.
    ne inanıyorum, ne de ibadetin mantığını kabul ediyorum hala. ama bu çok başka bir şey. inanmakla, dinle, ibadetle, ateistlikle uzaktan yakından ilgisi yok.

    haksızlıklara karşı duran, sömürüye itiraz eden, ülkenin ormanını deresini varını yoğunu satanlara dur diyen bu güzel insanlarla yan yana olmaktı tek sebebi hissettiklerimin.
    ömrüm boyunca inanmayacağım, dinin benim için bir bağlayıcılığı olmayacağı çok açık.
    ama ben bu kadar güzel yürekli insanların, insanlara inancını dayatmayan bu müslümanların dinini, hayatı güzel kılan pek çok felsefe kadar seviyorum…

    edit: başka bir yazar tarafından özet geçilmiş hali için; (bkz: #35123675)
    *
  • yıllardır din elden gidiyor diye sayıklayanlara, 'din elimizden gidiyor' detirtmeye başlamış gayet samimi bulduğum organizasyon. umarım ramazan ayı boyunca devam eder.
  • diyor ki, "böyle iftar olmaz", "oruç tutmuyor, şov yapıyorlar", "ateistin iftar sofrasında işi ne"..

    oha lan, iyice zıvanadan çıktınız, allah'a orucunu tutan adamın niyetini okuyan kullar türedi, bir parti için müslüman imanına zarar vermeyi bu kadar göze alamaz..

    yeryüzü için "iftar vakti", iman sahipleri için "sınav vakti" oldu resmen..
  • orucu açtık allah arttırsın, sofrayı toma kaldırsın
  • protestan müslümanların canını sıkan iftar. dinini, sınav sorularını çalmak için, ihale almak için, devlette kadrolaşmak için kullanmayıp, bugün tutukları orucun iftarını açanlar, yeryüzü sizinle daha güzel bilesiniz.
  • demek ki zorunlu din dersi olmadan, ışık evlerinde beyin yıkamadan, sokakta yemek yiyenlere saldırmadan da insanlar oruç tutmaya teşvik edilebiliyormuş. allah razı olsun.
  • iftar öncesinde sofranın tam galatasaray'ın oradan değil ama yakınından başlayıp fransız kültür yakınına kadar olan kısmını yürüyerek çektim, izleyin (ali rıza binboğa'yı da gördüm sofranın bir yerinde. twitter'da bahsetme imkanı bulamadım, bari burada söyleyeyim dedim): http://www.youtube.com/watch?v=u9z5fo9dyne

    ayrıca fotoğraf ve vine paylaşımları için bkz. https://twitter.com/jimithekewl/media/grid

    iftar ile sonrasındaki gezi serüvenimi anlatacak, arada bazı sonuçlara da varacağım.

    bugün taksim’de “halkın yeryüzü sofraları” kuruldu. galatasaray’dan, fransız kültür’e uzanacak kadar büyük bir sofraydı. iftarın yarım saat öncesinden itibaren orada hazır bulundum. geldiğim andan itibaren yüzüm gülmeye başladı, çünkü daha bir gün önce bile siyasî ve güvenlik politikalarından kaynaklanan nefretin ve öfkenin egemen olduğu mekan alabildiğine barış doluydu. insanlar arkalarında hiçbir siyasî destek olmaksızın, salt “halkın yeryüzü sofraları” çağrısıyla bir araya geldi ve ramazan’ın birinci gününü iftarla sonlandırdılar.

    birçok fotoğraf ve video yayınladım, yukarıdaki twitter şeyinde görebilirsiniz. özetle ramazan’a ve dinî söyleme uzak duran seküler bir kitlenin dinî bir çağrıya olumlu yanıt vermesinde, başbakan-karşıtlığının önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. iftar öncesi ve sonrasında atılan “yaşasın halkların kardeşliği” ve “her yer taksim, her yer direniş” gibi sloganlar gezi ruhunun bu birliktelikteki yansımasıydı. bununla birlikte seküler bir kitlenin ramazan’a ve dinî söyleme bakışında yumuşama olabileceğini de düşünmek mümkün, bu seküler ve dindar yaşam tarzları arasında bir tansiyon yaratmaktan nemalananlar için üzücü bir durumdur, onlar ellerindeki en büyük kozu yitirme tehlikesini ilk defa görmüş oldular. (tek parti iktidarından bu yana aşırı laik bir tavır sergileyen egemen yapıya karşı dinî söylemi tekelinde tutup bunun üzerine bir yaşam tarzı inşa ediyor ve merkezsağ muhafazakarlığının bir tık ötesine geçen bir tabana sesleniyorlardı.) zeminlerinin titrediğini düşünebilirler, gezi’deki mescidi “sahte” gördükleri gibi buradaki iftarı da “gösteriş” vesilesi sayabilirler. önemli olan ilk defa, güç aldıkları ayrışmanın tümüyle ortadan kaldırılabileceğini onlara hissettirmekti. bu bir başlangıçtı, devamı da gelecek diye umuyorum, zira iftara katılanlarda ve alandan gelip geçenlerde birliktelikten doğan ortak bir mutluluk hakimdi. bu duygudaşlığın, tıpkı gezi’de olduğu gibi, insanları yeniden birliktelik kurmaya çekeceğini düşünüyorum.

    şunu da anlaması gereken anlasın artık: 70'lerin, 80'lerin, hadi hiç olmadı 90'ların türkiye’sinde yaşamıyoruz. en üst mertebeden körükleseniz de, halkın büyük bir kesimini başka bir büyük kesimine kırdıramıyorsunuz. radikaller ya da özel servis elemanları olmasa, belki de geçmişte yaşanmış acılar da yaşanmayacaktı, bilemiyoruz. ancak artık bunların yaşanma olasılığı yok. gezi ruhu gösterdi ki, türk-kürt, sünni-alevi, dindar-seküler gibi ayrımlar üzerinden bir yaşam duyuşu sergilemek marjinallikten öte bir şey değil. ülkemiz genelinde sosyal evrimin kuralları işliyor: güçlü olan unsur, güçsüz olanı bastırır. güçlü olansa, günümüzde iletişimin ortak kültürün temel belirleyici unsuru olmasıdır, dolayısıyla orta yaşı geçmiş annebabalar iletişim eksikliğine bağlı olarak kapalı bir yaşam tutturup kendisi gibi olmayanlara karşı kuvvetli bir önyargı beslerken, onların günümüz iletişim imkanlarında yetişen evlatları aynı dar şablona sığmıyor. iletişen çocuklar açık görüşlü olup, iletişememiş olan ebeveyni kapalı görüşlü kaldığında, daha dinamik ve enerjik olan yapı olduğu içn çocuk ebeveyninin şablonunu parçalayarak yeni ve açık bir topluma katkı sağlayacak. siyasî otoritenin gezi direnişçilerinin birbirlerine omuz omuza verdiklerinde din, mezhep, ırk ya da cinsiyet faktörlerini umursamadığını anlamamasının sebebini de bu analoji üzerinden açıklayabilirim: siyasî otorite, kendisi gibi olmayanları dışlayan insanlardan kurulu kapalı bir toplum idealini yani dışa kapalı ebeveyni, gezi direnişçileri ise onun iletişen ve dolayısıyla dışa açık çocuklarını temsil ediyor. bu gençlerden 70'lerdeki ve 80'lerdeki gençler gibi birbirlerinden nefret etmelerini beklemeyin, aksine bunu tez elden kabullenin ki, çağın ve çocuklarınızın gerisinde kalmayın.

    bugün polis hiç müdahale etmedi, aksine gezi olaylarının başından beri en doğru hareketini bugün sergiledi (her zaman böyle yapmasını, var olup da uzaktan kontrol etmesini bekliyoruz) ve kendini kenara çekti. iftar sırasında istiklal girişinde yani yeryüzü iftarının üst başında bekleyen polisler ve toma, iftar sonrasında çekildi ve meydanı açtı. bu sayede iftardan sonra gezi’ye gidildi. gördüğüm ilk manzara yani gezi önünde bekleyen insanların oluşturduğu kalabalık bana gezi olaylarının başını hatırlattı. çok uzun zaman geçmiş gibi hissetim ama sabah baskınından ve sırrı süreyya’nın dozerlerin önüne atlamasından bu yana sadece bir buçuk ay geçtiğini düşündüm, zaten bir süredir konuştuğumuz bir şey bu, o kadar çok şey yaşandı ki, insan aylar yıllar geçmiş gibi hissediyor.

    gezi’ye tekrar girdiğimde insanların orayı özlemiş olduğunu hissettim. gençler ve ruhu genç olanlar “şurada şu vardı, burada bu vardı” diye birbirlerine anlatıyorlar, kurdukları çadırları ve yaşadıklarını anımsıyorlardı. duygudaşlık üzerine kurulu paylaşımlardaki kalıcılığı askerlik ve hapishane anılarından biliriz; bu tür anılar kuvvetlidir, çünkü kaçınılmazlıktan doğar, insan için en hayatî noktada belirir. gezi direnişçileri için de böyle bir hayatîyet imkanı ya da ortamı oluştu, onlar için gezi daha önce hiçbir yerde deneyimlemedikleri ama iletişim çağının bir sonucu olarak taşıdıkları evrensellik cevherinden, kendi kendine oluşan masalsı bir deneyim oldu. bu deneyim onlar için hayatîydi, çünkü başka bir örneği ya da alternatifi yoktu. bütün ayrımların kalktığı, kurtarılmış bir alan gibiydi gezi. gidip görenler, orada çadır kuranlar ya da onun uğrunda vücudunu siper edenler “gezi tozu”nu yutmuş kişiler olarak orada yeniden bulunmanın o masalsı havaya geri dönmek olduğunu iyi biliyor ya da hissediyordu.

    günlerdir “bu gezi ruhu topluma daha geniş ölçekte yayılır mı?” sorusunun hatalı formülize edildiğini düşünüyorum, zira gezi ruhu dediğimiz şey zaten, yukarıda bahsettiğim gibi, iletişim çağına özgü ayırıcı sınırların kalkmasından oluşmuştur, dolayısıyla toplumun çok büyük bir bölümü zaten bu iletişim kültürünün etkisinde. dolayısıyla gezi ruhu yaygın olmakla birlikte, enformasyon bombardımanına tutulan her bireyde dışarıya çıkmayı bekleyen saklı bir nitelik olarak okunabilir. iletişimin niceliği ve niteliği her birey için aynı değil, dolayısıyla gezi ruhunun farklı kesimden ve eğitimden bireylerde farklı nicelik ve nitelik imkanlarını doğurması şaşırtıcı mı? bence değil. belki de yoğunlaşmamız gereken şey, ayrımcılığın kökünü kazıma yöntemleridir, bu yöntemler sayesinde gezi ruhu kendiliğinden, “gezi’deki haliyle” kendini daha yaygın bir şekilde gösterecektir.

    gezi’yi nasıl kendinde iyi bir şey olarak kabul ettiğimi fark etmiş olmalısınız.
  • birlikte gaz yediğimiz devrimci müslüman kardeşlerimizle iftarımızı da açtık. ayrıca meydanda ki sofralara alınmayan sokak çocuklarının yanımızda yemek yediği güzel organizasyon. hoşgörünün sofrasında emeği geçen herkese teşekkürler.
  • istiklalin ortasında boylu boyunca, kurumsuz sponsorsuz açılmış bir iftar sofrasıdır.

    böyle bir şey olacağını ve bunun en çok müslüman -daha doğrusu muhafazakar diyeyim- camiadan tepki alacağını yıllar önce söyleseler hadi len derdim sevgili sözlük.

    ne zaman "lan oluyor" desem bana işlerin öyle olmadığını hatırlatanlar çıkıyor.

    bu vesileyle de aklıma nedense geliveren siyerden bir hikayeye de bkz vermek isterim.

    (bkz: kalbini yarıp da baktın mı)
hesabın var mı? giriş yap