• kütüphanede gezinirken tesadüfen aldığım, yazmak isteyenlere ve yazanlara tavsiyeler içermesinin yanısıra king'in hayatına dair de pek çok detay içeren kitaptır. dili oldukça eğlenceli, rehber niteliğinde bir kitap olsa da bir romanı okur gibi hevesle okudum.
    sanırım aklıma en net kazınan tavsiyeler şunlar oldu: gereksiz yere uzatmayın, diyalogları aktarırken zarfları abartmayın-mümkünse kullanmayın, pasif cümle kurmamaya çalışın, yazmayı ciddiye alın ve bu işi para kazanmayı, birilerine bir şeyler beğendirmeyi düşünerek yapmayın.
  • stephen üstadın, yazım tarzını ve sanatını anlatırken onun enterasan hayat hikayesine de yolculuğa çıkacaksınız. bir kez daha göreceksiniz ki yetenek sonradan kazanılan bir davranış değil...
  • stephen king'in bir şeyler karalamayı sevenlere tavsiyeler içeren kitabı.
    kitaba dair yıllar sonra aklımda kalan tek şey king'in gereksiz kelime kullanımını sevmediği iyi bir yazı için yazıyı defalarca okuması ve atabildiği bütün kelimeleri atarak sade bir hikâye oluşturulması gerektiği tavsiyesi kalmış. sırf bu ana nokta bile bir çok yazar tarafından atlanılmakta ve insanları boş kalabalığa maruz bırakmakta. özellikle günümüz dünyasını ve hızlı akan hayatını, çabuk tüketmeyi seven kültürünü düşünürsek bu tip yazarların hızlı bir şekilde eriyeceği günler uzakta değil.
  • (bkz: kitap bayramı) etkinliğiyle okumayı istediğim kitap.
    beklemedeyiz.

    http://www.evekitap.com/yazma-sanati_109412
  • • kitap incelemesi •

    yazan: stephen king
    yayınevi: altın kitaplar

    zanaatkârın evreni

    çocukluk kahramanı ve bir yazı zanaatkârı stephen king. makine hızıyla yazdığı pek çok kitabını okuduktan yıllar sonra ve artık okuyucusunun da eli kalem tutar hâle geldiğinde, o kitaplarını nasıl yazdığını öğrenmek farklı ve hoş bir histi.

    korku ve gerilim edebiyatı genellikle yüksek edebiyat dairesine alınmaz. fakat king'in "esaretin bedeli", "yeşil yol", "sadist" (misery) gibi, filme de çekilen kitapların yazarı olduğunu bilmek, bu fikri sorgulatır (neredeyse tüm eserleri film veya dizi hâline getirilmiştir. ama bunların hepsi iyi değildir).

    "yüzüklerin efendisi"nde veya "matrix"te olduğu gibi, stephen king'in de bir "evren"i vardır. her kitabında o evrenin farklı bir parçasına şahit olmak, başkalarının bilmediği bir sırrı bildiğiniz hissi uyandırır içinizde. kendini tekrarladığı eserlerinde bile bu "evren"in düzenliliklerine şahit olduğumuzu düşünürüz.

    bununla birlikte king, hayalgücü için okunur. karakterlerinin içinde bulundukları durumların korkunçluğunu hissettirir. istese çok daha süslü cümleler kurabilecek bir altyapıya sahipken, esas olarak akıcılığa, duruma ve hikâyeye odaklanması dünya çapında sağlam bir okuyucu kitlesi vermiştir ona. bu bakımdan da tam bir amerikalıdır o. en başından beri (1970'ler?) amerikan tarzı seri üretimi benimser. çarpıcılığa, etkileyiciliğe, iz bırakmaya, eğlendirmeye (korkutmaya), sayfaları kamera gibi kullanmaya yönelmiştir. fakat bunları yaparken yeri gelir aynı kitapta yüz kadar karakteri oynatır (kubbe'nin altında), yeri gelir saf kötülüğü başarıyla tarif eder (çılgınlığın ötesi) ve yeri gelir hüzünlendirir (maça kızı)... işte bu nedenle, değerini azaltmak gibi bir niyet taşımadan vurgulamak isterim ki, stephen king'in zanaatkâr yönü daha baskındır.

    "yazma sanatı" kitabından, yazar adayları için aklımda kalanlar şunlar:

    — her zaman hikâyeye odaklanın.

    — gösterebileceğiniz şeyi asla anlatmayın.

    — asla zarf kullanmayın. zarf kullanmanıza gerek bırakmayacak cümleler kurun.

    — kurgu, yalanın içindeki gerçeği yazmaktır.

    — çok okuyun, çok yazın. başka yolu yok.

    — metin neredeyse her zaman verilmek istenen anlamın gerisinde kalır.

    — bazen içinizden gelmese de, başladığınız hikâyeye devam edin. ortaya iyi bir şeyler çıkabilir.

    — iyi roman, bitirdikten sonra okuyanın kafasında bir tını bırakan romandır.

    — yazıya başlamadan önce ince planlar yapmayın. hikâyenin nereye gittiği size de sürpriz olsun.

    — iyi roman, bitirdikten sonra okuyanın kafasında bir tını bırakan romandır.
  • dalgalar nasıl da mırıldanır seslerini boşluğa?
    yazmak her türlü kibir ve hoyrat düşüncesizlikten arınmaktır deniz.
    gökyüzü buralara baharı indirmiş bilir misin?
    öyle sessiz,
    öyle arsızca mırlamış ki bahir;
    ellerim üşümekten vazgeçmiş sanki!
    var mı ahdimi durdurabilecek olan, söyle!
    kaptan bu gece uykusuzluğuna meydan okumuş deniz.
    limon limon ve portakal,
    ve biraz da bahar meltemi...
    akrebin ikiye vurmasını beklemek gibi sanki!
    deniz deniz deniz...
    temmuz gecelerinin sessiz karanlığı alıyor gözlerim.
    mayıs gecesine duman kokusu sinmiş,
    biraz da portakal çiçeği.
    bahar rüzgarı da bindi mi üzerine;
    artık yüreklerimize ne keder,
    ne arsız düşünceler,
    ne gudubet yüzler,
    ne de yaz gecesi şeytanları hücum eder!
    bırakıyorum deniz.
    bırakıyorum!
    boşluğun içine savruluyorum.
    sadece rüzgar,
    bahir,
    ve dalgalar...
    ayağa kalk!
    karşımda eğil!
    yerlere kapan!
    sessizliği yırtarcasına bağırasım var!
    mağara adamları gibi deniz...
    karanlık dehlizlerde yaşayan cinlerin isimsiz lisanlarıyla,
    genzimdeki kanı boşaltırcasına,
    kopkoyu bir kızıllığı bembeyaz kağıda savururcasına,
    tükürürcesine deniz;
    öksürürken akciğerlerimi kaldırım taşlarına tükürürcesine,
    göklerde uçan meleklere kulak tıkatırcasına,
    korkuturcasına deniz;
    korkuturken öldürürcesine,
    öldürürken ağlatırcasına,
    ve üşütürcesine...
    ayıp nedir, arsız nedir bilmeyen meleklerin gözlerini pörtletircesine,
    bağırasım var bu gece!
    deniz dibi cinlerinin isimsiz lisanlarıyla...

    dalgalar nasıl da mırıldanır seslerini boşluğa?
    yazmak her türlü kibir ve hoyrat düşüncesizlikten arınmaktır deniz.
    akıl değil, his olsa gerek bunun doğrusu!
    oysa yalan söylemiş şair:
    hissetmesen de olur!
    kimseler hissetmese de olur!
    ben hissediyorum!
    hissettiremesem de olur...
    ah deniz, hissettiremesem ne olur?
    tanrının bir kitabı varmış;
    o ne bir şair sözüymüş, ne de bir inançsız!
    söyle bana deniz:
    yüzüne tükürsem ne olur...
    karşımda eğil!
    yerlere kapan!
    küfretsem,
    ah küfretsem de meleklerini ağlatsam deniz!
    ağlatsam ne olur...

    limon limon ve biraz da mayıs...
    mayıs rüzgarına düşsem deniz!
    düşsem de savrulsam,
    savrulup da kaybolsam,
    uyandırılsam deniz,
    uyansam ne olur...

    ah deniz!
    sen bir mayıs gecesi sessizliğinde,
    yüzüne yasladığın ellerinle dayanırken vardavelaya,
    yaz gecesi şeytanlarının isimsiz lisanlarında;
    güzelim cenuba dönükken mırıldandığın o sessiz şarkının yeşerttiği isimsiz hürriyet duygusu ne anlama gelir bilir misin yürekte...

    ainulindale...
    limon limon ve portakal,
    ve biraz da bahar meltemi...
    akrebin ikiye vurmasını beklemek gibi sanki!
    deniz deniz deniz...
    ah bilsen yeminkar güz gülüşünü gündönümüne;
    bir mayıs gecesi sessizliğinde,
    yazdım ben deniz...

    heyhat, azizim! aklımızı mı yitiriyoruz,
    onun içinde mi yitip gidiyoruz?
    daha mı bir çamura batıyoruz,
    yoksa özgür mü oluyoruz?
    ah deniz, bu defa yanıt ver bana:
    yitip gitsek ne olur...
  • taze taze aldım. baya umutluyum kendisinden.

    bakalım neler demiş hayal gücünü yediğiminin, yazdığı sonlara sıçtığımının...
  • stephen king kitabı için (bkz: on writing)
  • ikinci elleri nadir kitap'ta çılgın fiyatlara satılıyor, şu anda 100 tl'den ucuzu yok:
    https://www.nadirkitap.com/…ephen king yazma sanat�
  • --- spoiler ---

    şimdi bir şeyi netleştirelim, tamam mı? fikir çöplüğü, hikâye merkezi, gizlenmiş çoksatanlar adası diye bir şey yok; iyi fikirler gerçekten de hiç yokken, bir anda ortaya çıkıyor ve bomboş gökyüzünden size doğru süzülüyor: daha önce birbiriyle alakası olmayan iki fikir birleşip güneşin altında yeni bir şeye dönüşüyor. sizin işiniz bu fikirleri bulmak değil, kendilerini belli ettiklerinde onları tanımak.

    gerçek anlamda o ilk iyi fikrin süzülerek bana geldiği gün annem, kardeşi molly’ye noel’de hediye etmek istediği lambayı almak için altı kupon defterine daha ihtiyacı olduğunu fark etti, zamanında yetiştirebileceğini sanmıyordu. “artık doğum günü hediyesi olur,” dedi. “bu lanet şeyler deftere yapıştırana kadar çok gibi görünüyor.” sonra gözlerini şaşı yapıp bana dilini çıkardı. dilini s&h yeşiline boyandığını grdüm. insan bu lanet kuponları kendi bodrumunda üretebilse ne iyi olurdu, diye düşündüm ve o anda “mutlu kuponlar” adlı bir hikâye doğdu. green stamps’ın sahtesini yapma fikri ve annemin yeşil dili, hikâyeyi bir anda yaratmıştı.

    hikâyemin kahraman zavallı ahmağın tekiydi, sahte para bastığı için iki kez hapse düşmüştü, bir kere daha yakalanırsa ezikliği üçe katlanmış olacaktı. o da para yerine mutlu kuponlar’ın sahtesini basmaya başladı… ama bu kuponların tasarımı gerzek bir şekilde çok basit olduğundan aslında kalpazanlık falan yapmadığını fark etti; deste deste gerçek kupon üretiyordu. komik bir sahnede, muhtemelen yazdığım gerçek anlamda ilk ustaca sahnede roger, yaşlı annesiyle oturma odasında oturuyor, alt katta baskı makinesi aynı kuponlardan balya balya üreterek çalışırken ikisi büyülenmiş gibi mutlu kuponlar kataloğuna bakıyorlardı.

    “yüce tanrım!” diyordu annesi. “burada yazana bakılırsa, mutlu kuponlar’la her şeyi alabiliyorsun roger. sen onlara ne istediğini söylüyorsun, onlar da sana onu almak için kaç defter gerektiğini hesaplıyor. yani altı ya da yedi milyon kupona, büyük ihtimalle banliyode mutlu kuponlar evi alabiliriz!”

    anca kuponlar mükemmel olsa da roger yapıştırıcının kusurlu olduğunu fark ediyordu. kuponları yalayıp deftere yapıştırırsa sorun yoktu ama onları mekanik bir yapıştırıcıdan geçirdiğinde pembe mutlu kuponlar maviye dönüyordu. hikâyenin sonunda roger bodrumda bir aynanın önünde duruyordu. arkasındaki masada, yaklaşık doksan mutlu kuponlar defteri vardı ve her defter teker teker yalanmış kuponlarla doluydu. kahramanımızın dudakları pembeydi. dilini dışarı çıkrıyordu; o daha da pembeydi. dişleri bile pembeye dönmeye başlamıştı. annesi neşeyle aşağıya sesleniyordu, terre haute’daki mutlu kuponlar merkezi’yle şimdi telefonda konuştuğunu ve kadının, on bir milyon altı yüz bin mutlu kuponlar defteri karşılığında muhtemelen weston’da güzel bir tudor evi alabileceklerini söylüyordu.

    “çok iyi, anne” diyordu roger. aynada bir an daha kendine bakıyordu; dudakları pembe, gözleri boş. sonra ağır ağır masaya dönüyordu. arkasında bodrumdaki kutulara tıkılmış milyonlarca mutlu kupon vardı. kahramanımız yavaşça yeni bir kupon defteri açıyor, sonra kuponları yalayıp yapıştırmaya başlıyordu. geriye sadece on bir milyon beş yüz doksan bin defter kaldı, diye düünüyordu hikaye biterken, sonra annem tudor evine kavuşacak.

    hatalar vardı (en büyük noksan muhtemelen roger’ın farklı bir yapıştırıcıyla yeniden başlamayı denememesi) ama sevimli bir hikayeydi, gayet özgündü ve bayağı güzel yazdığımı biliyordum.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap