• joachim trier ve eskil vogt ikilisinin çok iyi yaptığı bir şey var, insan olanın sert karnını (hayır, yumuşak değil) bilerek, oraya durmadan ve farklı biçimlerde dokunuyorlar. ama vuruyorlar, ama gıdıklıyorlar, ama yakıyorlar, ama kaşıyorlar... sonra film bitiyor, film gerçekten bitiyor, ama ben onu taşımaya devam ediyorum. dürtmeye korktuğum yerlerde artık ağrılar var. her hareketimle bana kendini hatırlatan ağrılar... varolduğunu bile bilmediğim kaslarımı hissediyorum. unutmuşum çünkü kullanmayalı uzun zaman olmuş... bu süper ikilinin yarattığı bütün filmleri izlemiş kahrolası bir melankolik olarak, bu etkiye bayılıyorum.

    verdens verste menneske (aka "dünyanın en kötü insanı"), “oslo üçleme”sinin üçüncü filmi (diğer iki film: reprise/@dolls ve oslo 31. august/@dolls). hiçbir film birbirinin devamı veya öncesi niteliğinde değil, ama sessizce birbirlerini çağırıyorlar.

    “dünyanın en kötü insanı”, prolog, 12 bölüm ve epilog’dan oluşuyor. en özet haliyle, dünyadaki yerini bulmaya çalışan julie’nin hikayesine, giriş- gelişme- sonuç akışıyla eşlik ediyoruz yani.

    julie bir sahnede diyor ki; “hiçbir şeyin sonunu getiremedim, sürekli bir şeyden diğerine atladım durdum”. sonunu getiremediği şeylerse, bize atalarımız ve toplum aracılığıyla dayatılan şeyler aslında: tek bir hayatın var ve o hayata tek bir eğitim hayatı, tek bir meslek, tek bir evlilik, tek bir aile, tek bir eş, bir veya birkaç çocuk, belki bir köpek veya kedi seç, koy. diğer ihtimalleri bir kenara bırak, seçtiklerinle devam et, sonunu görene kadar onlarla hayatını geçir... bu yolu böyle gitmeyi istememek julie’yi dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede diyor ki; “bazen yeni şarkılar dinliyorum, daha önce hiç dinlemediğim şarkılar. sonra bakıyorum, hepsi gençliğimden. o zaman dinlemediğim veya karşılaşmadığım şarkılar sadece. aslında yine eski şarkılar dinliyorum.” umutla bekleyeceği, türlü türlü hayaller kuracağı bir gelecek olmadığını kabullenince, aksel’in geçmişine dönmesi, oraya sığınması, saklanması, orayı tekrar keşfe çıkması, sadece orada yaşamak istemesi, “sanatım aracılığıyla hatırlanmak istemiyorum, hayali bir yüz olmak istemiyorum, sadece evimde yaşamak istiyorum” demesi, aksel’i dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede julie’ye diyor ki; “senin hakkında, senin bile unuttuğun şeyler biliyorum, öldüğümde hepsi yok olacak”. biraz sonra ekliyor; “ sen hayatımın aşkısın”. aksel’in çabasını görebiliyorum. julie’ye, kendisiyle ilgili önemli bir şey vermek istiyor. julie yaşadıkça bu cümleyi saklasın, böylelikle aksel de bu cümle aracılığıyla unutulmasın, yok olmasın istiyor.

    çünkü bu dünyada kendine bir yer bulabilmek, bir iz bırakabilmek, “ben de buradan geçtim” diyebilmek çabası var... bunu yapmaya çabalayan herkesin yolu başka. kimimiz aksel gibi sonunu getiriyor, kimimiz julie gibi bir yerden diğerine atlayıp duruyor. julie gibilere özenen bir sabitsevici olarak; onu deneseydim, o adımı atsaydım, o kapıyı açsaydım veya tam tersi kapatsaydım, neler olurdu?... diye her zaman merak edeceğim. dünyadaki yerimi -henüz- bulamadım, üstelik bulmak için ne aksel kadar yaşadım ne de julie kadar cesurum. peki bu beni dünyanın en kötü insanı yapar mı?
  • --- spoiler ---

    "bir şeylerin ters gidebileceğinden endişelenerek çok zaman kaybettim. ama ters giden şeyler hiçbir zaman benim endişelendiğim şeyler olmadı."
    --- spoiler ---
  • dün akşam kadıköy sinemasında izlediğim film.
    entry'nin devamında filmi anlatacağım için spoiler istemeyen okumasın.

    şimdi başroldeki kardeşimizle benzer durumlar içerisindeyiz. ben de 31 yaşına gelmiş, hayatına giren insanlarla benzer kavgaları etmiş, çocuk konusunda benzer ikilemlere sahip biriyim.

    hoş, türkiye'de öyle önüne gelenle yatıp kalkıp hovarda bir yaşam sürmek pek mümkün olmuyor; olsa bile kimse "sen beni üzersin" temalı konuşmalar yapan, ruhsal buhranlarımızı sineye çekecek, "senden çocuk istiyorum" diyen adam yok.* * dolayısıyla tam bir özdeşlik kurduğumu söylemek benim adıma zor. ayrıca, karakterimiz bana extrovertlikte aşmış gibi gelse de babasıyla yaşadığı değersizlik hissinin ve bu hissin getirdiği yetinme kabiliyetinden yoksun olma halinin de işaret ettiği narsizm kokusu burunlarımıza gelmedi diyemeyiz. kaldı ki film başta yazıldığı üzere bir prolog, 12 bölüm ve bir epilog'dan oluşuyordu. bölümlerden birinin adı da "narsist sirk" idi.

    benim film ile alakalı en çok sevdiğim şey, konunun gerçekten bir kadın kahramana sahip olmasıydı. kamera çekimleri bu noktada en çok dikkatimi çeken şey oldu zira kadının her sevişmesinde kameranın baktığı açı, biz kadınların aslında gördüğü açıydı. mesela eivind ile sevişirken erkeğin o esnadaki kalça hareketlerini julie'nın bakış açısından görebildik (kadınlar o sırada bazen yapacak bir şey olmayınca g.tünüze bakıp tahrik oluyor arkadaşlar*). son dönemde erkek egemen porno endüstrisi içinde "for women" diye sattıkları şeyler bile yine eril bakış açısı içeriyordu. özellikle yine o narsist sirk bölümünde kafayı bulup babasının suratına tampon atması, yüzüne adet kanını savaşçı gibi sürmesi hem olaya bir absürdlük katıyor, hem de bugüne kadar eril babanın bazen fazla müdahaleci olarak bazen de -tıpkı bu filmdeki gibi- aslında var olmayarak başımıza açtığı nanelere güzel bir protesto havası katıyordu.

    en güzel kısmı bence, kadın kahraman yapıcaz diye birtakım sjw işlerine düşülmemiş. filmden çıktığımda kadın olarak julie'ya yakın hissetsem de karakter olarak kendisinden hiç haz etmiyordum (güzelim aksel'i harcadı). keza aksel noel ropörtajında kadınlarla karşı karşıya geldiğinde iki tarafın da birbirini anlamaktan ne derece uzak olduğunu görüyoruz. keza yoga yapıcam ayağına sürekli göt meme açan instagramdaki kadınlara da hicivle biraz dokundurulmuş. kimseye yerli-yersiz sempati ya da nefret beslemek zorunda kalmadık. bence filmin en iyi kotardığı kısım burasıydı.

    tek sorun, önceki entrylerde de yazıldığı üzere son 20 dakikanın, filmin genel temposunun baya gerisine düşmesi. kanser bugünler de yine kişisel bir mesele halini almışken benim için oturup bunu düşünmek istemedim ama julie'nın hayatında önemli bir yer kaplayan bir kişinin ölümle yüzleşmek zorunda kalması, son derece önemliydi.

    burada asıl meseleme geçiyorum. ölüm dedik, kadınlık dedik. buradan sonra hâlâ okuyan varsa, özellikle bacılarıma seslenerek devam ediyorum.

    julie ile özdeşlik kurmamın sebebi, hayatı ile ilgili ne yapacağını bilemiyor olmasıydı. bunun bir karakter yanında bir kadınlık meselesi olarak sunulması ayrıca hoşuma gitti çünkü bence kadınlar olarak son dönemde ele avuca sığmaz hale gelmemizin, mutsuz ilişkilerimizin, hayattan zevk almayıp sürekli isyan etmeye meylimizin sebebi, elimizde yeni yeni elde edebildiğimiz ve bir yandan da kaybetmekten ödümüzün koptuğu bu özgürlük ile ne yapacağımızı bilemiyor olmamız. aksel ile ettiği "kendi hayatımı yaşamıyorum, seninkine dahil oluyorum" kavgasını aslında içten içe kendiyle ediyor. aksel'i sepetleyip, başka bir yere geçip yeniden başlama hevesi de bu yüzden. eğer julie ne istediği konusunda başında net bir insan olsaydı ve mevcut hayatında kendisiyle barışık olabilseydi aksel ile ilişkisi bitmeyecekti. bitmesinin asıl sebebi, elindeki özgürlüğü ile ne yapacağına bir türlü karar veremiyor olması.

    burada çocuk meselesine geliyorum çünkü çocuk, hayat demektir, devamlılığı simgeler. öleceğinin farkında olan belki de tek canlı olarak bizlerin bu travmaya karşı geliştirdiği birtakım savunmalar var, bence günümüzde çocuk yapmayı hâlâ rasyonalize ediyor olmamızın sebebi de tam olarak bu. julie'ya gelirsek kendisi işe yarar bir şeyler yapmanın derdinde. normalde kadına annelik rolü biçilir; aslında bu sizi bir ömür ayakta tutmaya yetecek ve "bir şeyler yapıyorum" hissiyatını yaşatacak, gerekli motivasyonu verecek, ulaşabileceğiniz en kolay araçtır.

    julie ise ben ve diğer "modern" kadınlar gibi bu kolaycılığın onun kimliğini sömürmesinden korkuyor ki haksız değil. çocuk, aslında hayatı devam ettirmeye çalışırken kendinizden vererek bedel ödemek zorunda olduğunuz bir mefhum. bir nevi şeytana ruhunu satmak gibi, bir bedel ödüyorsunuz. düğünde yapılan bebek maması muhabbeti de tam olarak bu noktaya temas ediyordu. julie'nın da kaçmaya çalıştığı şey tam olarak bu. ama işin ucunda bu dünyada kendiyle tatmin olmadan, aksel'in korktuğu gibi bir "iz" bırakıp gitmiş olmadan ölüp gitmek var. çocuk doğurup hayata anlam katmak ve ölümden kaçmak kolay gibi görünüyor ama kendinizden ödün vermeniz gerek.
    kendinden ödün vermeden hayata farklı anlamlar katmaya çalışıp kendini keşfetmek zor çünkü kadınlar kendi bireylikleriyle ilk kez yüzleşiyorlar. zira deneyim aktarımı yok.

    işte işe yaramak-hayatın anlamı-kişiliği oturtma-kadın olma-ölüm gibi temalar, akıcı ve eğlenceli bir uslüp ile çok güzel aktarılmış.

    yine eşşek kadar yazdım ama buraya kadar okuyan varsa sevgiler. filmi ayrıca tartışmak isterim. *

    edit: kadınlık pratikleri üzerinden kendi açımdan önemli bulduğum başka bir yazıya da buradan referans vermek istedim: #137427925. bence 3. dünya ülkesinde yaşayan kadınlar olarak kadın olma pratiğinde işin bir de bu yüzü var. sevgiler.*
  • (bkz: spoiler)

    julie kesinlikle dünyanın en kötü insanı değil ama bir insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri olan, kendi yaşamından kaçıp kurtulmak için belli süreliğine başka birinin yaşamına eşlik etmek, onun yaşamında yer alarak kendini unutmak ve günü geldiğinde de yine başka birinin yaşam küresinde yer almak için eski küreyi terketmek gibi sorunlardan muzdarip. film boyunca gördüğüm en parlak özelliği başkalarını baştan çıkarırken gösterdiği müthiş enerji, sınırsızlık noktasına kadar varan cesareti. fakat partilere anonim bir yabancı olarak giren, ortama dahil olarak tanınmayı başaran ve bunu partide tavladığı bir erkekle taçlandırarak sadece o geceyi değil ilerisini de elde eden bu kadının bir kez bunlar yaşandıktan sonra doğrusal olarak düşen ilk baştaki enerjisini nereye koymalı?

    sanıyorum ki julie bir evsiz, yani ruhsal anlamda sığınabildiği bir içerisinin olduğunu hissedemiyor olabilirmiş gibi geldi bana izlerken. evsizlik, yalnızlık, çıplak hissediyor olmak ve üşümek.. tüm bunlar birbirinin metonimisi sayılabilecek sözcükler olabilir. bunların karşısına da evi, evin içerdiği kalabalığı, kalabalığa özgü gürültüyü ve güvende hissediyor olmayı koyabiliriz herhalde. ve ilk gruptaki evsizliğe ilişkin sözcüklerin doğurduğu hislerden kaçıp kurtulmak ve ikinci gruptaki sözcüklerin yer aldığı evrene geçebilmek için partiler harika yerler olsa gerek; yabancılarla tanışılan, kendine yabancı oluşun işe yarar hale gelebildiği akışkan mekanlar.

    ama evsizlik öyle boktan bir hissediş halidir ki bunu hissediyorsanız birinin size kendi evini açtığını, o evde kendi alanınızı oluşturmanıza imkan sağladığını ve ikinci gruptaki sözcükler evreninde daimi olarak kalabileceğinizin güvenini aşılamaya çalıştığını, bunları da sizi sevdiğinden yaptığını asla anlamadığınız gibi kendinizi yer yer işgalci, bazen de bunları yapan insanı zorba olarak görmeniz çok doğaldır. çünkü önce kendi evinizi bulmaya çalışmalı, oluşturmalı ve sonra başka evlerle, başka insanların evrenleriyle yakınlıklar kurmaya çalışmalısınız. eğer başka evleri baştan çıkarıcılığınızın gücüyle kazandığınız geçici süreli ikametgahlar olarak hissediyorsanız bu elbette dayanılmaz hale gelecektir kısa sürede. böyle bir durumda her şey o denli dışarıdan geliyormuş gibi görünür ki o evden kaçıp kurtulmak istemekten, hapis hayatınızın biteceği anı iple saymaktan başka bir şey yapmazsınız. hep başka evler, başka yaşamlar arzulamaya yol açan o kendinden kaçma hali. kaçamadığınız anda kendi çıplak yaşamınızı yüzünüze vuran o şeffaflığınız ve bunun diğerleri tarafından da görünüyor olduğuna dair sanrılarınız. her cümlenin bir eleştiri gibi algılandığı o kendine güvensizlik hisleri. tüm bunlar ve daha fazlası julie'nin evsizlik repertuarını süsleyen hisler olsa gerek. böyle bir durumda kaçmaktan başka ne yapılabilir ki?

    belki de julie kendisini bu yüzden dünyanın en kötü insanı olarak görüyordu: başkalarının yaşamlarını tarumar eden işgalci. oysa yaptığı tek kötülük kendi başına bir ev kurma çabasına hiç girişmiyor, kendini başkalarının kısa süreli eşlikçisi olarak görüyor oluşuydu bana kalırsa. bence insan varoluşuna dair en önemli çabalardan biri olan kendi evini dizayn etme, kendi evrenindeki dağınıklıkları düzenleyerek kaosu minimize etme mücadelesinden sadece babasının ilgisizliğini koz olarak kullanarak daha baştan vazgeçmiş gibiydi. ondaki büyük depresyonu derinleştiren bu kendi yaşamına olan ilgisizliği değilse nedir ki başka? hazıra konabileceğimiz düzenli evler varmış sanrısıyla yaşadığımızda bu bir otel odası aramaktan başka ne anlama gelir ki? ve insan otelde ne kadar uzun süre konaklayabilirse julie de o kadar kalabiliyordu o evlerde.

    aksel'i yeniden görmeye gidişinde dahi bu evsizlik hissinin damgası yok muydu? adım adım yaşamının sonuna ilerleyen adamdan hala aynı yardımı bekliyor oluşu, hala onun kalan yaşamından, hasta yatağından bir pay alma çabası ama aynı zamanda onu yaralamaktan da hiç çekinmeyişi..çocuksu bir zalimlik. ya da baristalık yapmaktan memnuniyetsizliğini bir an dahi görmediğimiz eivind'e küçümseyerek yönelttiği "50 yaşında da mı barista olacaksın?" sorusu.. julie'ye dayanılmaz derecede çekici ve dayanılmaz derecede tiksindirici gelen şey insanların kendilerine ait yaşamları, yani evleri oluşuydu. ev deneyimini içselleştiren insanlar için son derce normal olan yaşam döngüsü kendini bundan yoksun bırakan julie için uç bir deneyimdi galiba; hiç denemediği yabancı bir his.

    geniş ve temiz oslo sokaklarında ve açık manzaralar eşliğinde bir insanın kendi kendini hapsettiği çıkmaz sokaklarla dolu bir filmdi bana kalırsa "dünyanın en kötü insanı." dünyanın en üzgün insanını izlemiş bile olabiliriz aslında. tüm yaralayıcılığı üzüntüsünden, tüm üzüntüsü kendini konumlandırdığı evsizlikten gelen bir insan.

    (bkz: spoiler)
  • dün gece sinemada izleme fırsatım oldu. öncelikle söylemem gereken şey julie'in son derece bencil bir karakter olması. hayattan beklentiler belirli süreç ve şartlarda değişebilir, bunu julie'nin okuduğu bölümler arasında yaşadığı geçişler ve ulaştığı nihai sonuçta görebiliyoruz. buraya kadar sıkıntı yok ama birlikte olduğu insanlara karşı son derece bencil bir yaklaşım sergilemesi beni açmadı. filmin ilk bölümü bir woody allen filmi açılışı gibiydi, bu yönü hoşuma gitti.

    --- spoiler ---
    kendime en yakın bulduğum karakter aksel'den devam edelim. aksel, julie'e daha birlikte oldukları gecenin sabahında, aralarındaki yaş farkından hayattan beklenti ve çizilecek rota farklarından bahsederek bu olayın hiç ilişkiye dönmemesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etti. ancak julie bu tavra aşık oldu ve aksel ile birlikte yaşamaya başladı. entellektüel anlamda kendisinden daha üst bir konumda ifade edilen aksel'in beraberinde son derece cinsiyetçi bir çizgi roman karakterine hayat vermesi oldukça güzel bir tezat. nitekim aksel ile çeşitli ortamlarda, eğitim ve iş hayatı sebebiyle ezilmeye başlayan julie, nihayetinde kendisi ile benzer bir mesleğe sahip eivind ile aksel'i aldattı ancak bu ilişkisine devam etmesine engel olmadı. taki eivind ile tekrar karşılaşına kadar, aksel'in düzenli bir hayat arzusuna sahip olması çocuk beklentisi ve aralarındaki yaş farkını (hayattan beklenti) öne sürerek aksel'i terk etti. işte bu süreçte alınan tüm kararlar bencilceydi çünkü aksel daha ilişkiye başlamadan kaygılarını açık bir şekilde julie'e ifade etmişti?

    beni en çok etkileyen kısım artık ölüme hızlı adımlar ile ilerleyen kanser hastası aksel'in julie ile hastane bahçesinde yaptığı konuşmaydı: ''ben eserlerim ile yaşamak istemiyorum, evimde yaşamak istiyorum... seninle'' yine objeler üzerinden hayatı anlamlandırma diyalogları muhteşemdi. ancak ölüm bilinci karşısında her şeyin anlamını yitirmesi ve tek gerçeğin hayata devam edebilme arzusu olması son derece iç karartıcı.
    julie bencilliğini yine burada gösterdi ve her çocuk istediği zaman reddettiği aksel'e hamile olduğunu söyledi. aksel, yaşamının son dönemecinde olsa bile yine son derece ılımlı ve yapıcı bir yaklaşım sergiledi.
    julie her zaman bir kaçış arıyor gibi geldi bana hiçbir zaman bir işi tamamlamayıp bununla ilgili konuşulmasından da zerre haz etmeyen.

    son olarak eivind'in çöpte julie'nin kaleme aldığı bir metni bulup onu övmesi sonrası yaşanan diyalog son derece ilginçti. kendi çapında olumlu değerlendirmeler yapan eivind'e, julie'nin yaklaşımı hayatında en son hangi kitabı okudun? birden okumaya merak mı sardın? ve sen benim kişisel çöpümü nasıl karıştırsın minvalinde söylemler oldu. ve sonucunda eivind'in garsonluk yapmasına gönderme yaparak onu aşağıladı. benzer bir karşılaştırma için julie, aksel ile birlikteyken bir metin kaleme aldığında ilk iş aksel'e okutarak ondan onay aldıktan sonra çevresine gönderme yolunu seçmesiydi.
    işte burada julie'nin yaklaşımı iki yüzlülük içeriyor çünkü aksel'i entelektüel olarak üstün görürken aksel'in çevresini oluşturan benzer entelektüel seviyeye sahip arkadaşlarının kendisine hayat ve işi hakkında sorular sormasından son derece rahatsızdı. kitapçıda çalışırkan aksel tarafından bir kere bile eleştirilmeyen hatta her giriştiği işte desteklenen bir julie var karşımızda. ancak kendisinden aşağı gördüğü, yazısını okutmaya bile layık görmediği eivind'i icra ettiği meslek ve entellektüel seviyesi üzerinden kolaysa yargılayıp eleştirebiliyor.
    --- spoiler ---

    nihayetinde fotoğraf sanatçısı olan julie'nin hayatında ne kendisine fazlasıyla değer veren o onunla bir gelecek planlayan entellektüel aksel, ne de entellektüel anlamda kendini geliştirememiş bir garson olan eivind vardır. tabi burada asıl öznemiz julie ama ben yukarıda ifade ettiğim üzere onun yaşadığı dönüşüm ve vardığı yerden çok bu süreç boyunca insanlara yaklaşımına takıldım.

    7/10
  • frances ha'yı izleyip beğendiniz mi?
    bir de bunu izleyin de görün ebenizinkini...

    atilla dorsay olsaydım bu film için hazırladığım köşe yazısını gazeteye böyle gönderir, böyle yayınlanması için de baskı yapardım.

    niye ebemizinkini görüyoruz?
    çünkü hayatımız içine düştüğümüz bir bok çukuru. bizler de bu çukurda debelenip kurtulmaya çalışıyoruz. kurtuluş ölümde. yaşamak da kurtuluşa erene kadarki debelenmelerimiz demek.

    bu noktada çıkışı bulana kadar her yolu denemek mübah değil mi? kendimize bir kurtuluş yolu seçmişsek bunu deneyip tatmin olmadığımızda yolumuzu değiştiremez miyiz?
    yola "sadık" kalmamak, çaresizce çırpınmak bizi kötü biri mi yapar?

    tüm film boyunca içinde bulunduğumuz bok çukurunu düşündüm. bok çukuru üzerine bir sürü güzel an izletti film. insanın kendini "alive" hissettiği bir sürü güzel an...
    sonra bu anları yaşamak için ne kadar çırpındığımızı, bu uğurda neleri feda ettiğimizi, neleri göze aldığımızı fark ettirdi. hepsi ölüp gidene kadar birbirinden "hoş" çırpınışlar.

    standart akışlı bir film olarak değil de, farklı sekanslarda geçen olaylar olarak anlatması başta kolaya kaçmış gibi gösteriyor yönetmeni; en azından teknik olarak. ama şekille uğraşmayıp anlatımını güçlendirmesi açısından en isabetli yol olmuş.
    hayat da böyle değil mi zaten, peşi sıra olan bir dizi olaydan ziyade bölük pörçük yaşadığımız önemli anlar. gerisi filler...
  • 31 yaşına gelmiş ve ne işte ne de aşkta aradığını henüz bulamayan bir kadın olarak çok etkilendiğim bir film oldu. hem eğlenceli hem de dokunaklı bir filmdi. sevmeyi sevilmeyi ne kadar özlediğimi hissettirdi. her kadının içinde bir julie var ama onun kadar özgür yaşamak maalesef bu ülkede mümkün görünmüyor.
  • dünyanın en kötü insanı. çünkü hep olduğunun negatifi.

    julie, dünyanın en kötü insanıdır. hep, sahip olabildiğinin karşısında yer alanı ister. ışık ve gölge oyununda, beden-zihin karşıtlığında onu sonunda fotoğrafın arafına iten budur.

    bir karikatürün peşindedir aslında. reddedilişte aşkı bulur. yaşından yaşlı olur. ölümsüzlüğü bir delikten kaçıran bir adamın istediği çocuğun ihtimalini, sonrayı, anlamı ondan alır.

    bir başkasının kendisini dünyanın en kötü insanı olarak hissetmesine neden olacak kadar kötüdür o. aldatmanın bile mayasını bozar, insicamını kaçırır, yogasını yorar. kitapların içine yazarlığını gömer.

    pozitifi, negatifi çöpte çevirir. yaşlılığı canlandırır, güzelliği soldurur, hayatı zamansız oldurur. döngülerinin meydanında yüzü boyalı savaşçıdır. sevgisizliğin kuluçkasında babasını taşlar.

    ah, dünyanın en kötü insanını görmek isteyen ona baksın, dünyanın kaç bucak olduğunu görmek için.
  • ''hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir, fakat ileriye doğru yaşanmalıdır.'' *

    film, her an kendi benliğinin dışında olmak isteyen bir kadının harikulade metaforlar eşliğindeki anlatısına dairdir.

    trier bu filmiyle nordik sinemayı, hem üslup, hem de farklı görsel dokunuşlarıyla birlikte başka bir seviyeye çıkarmıştır.
  • joachim trier oslo üçlemesini, kendini tanıma ve kendi yolunu bulma arayışı içindeki modern bir genç kadını merkeze alarak bitiriyor.

    filmde, önüne serili sınırsız seçenek karşısında en doğru olanı ıskalama endişesiyle daldan dala atlayan julie'nin, giriş ve sonuç hariç on iki bölüm halinde anlatılan hikayesini izliyoruz. trier'in, olağanüstülüğü gerçekçilikle meczeden sıra dışı anlatım tarzıyla julie'nin en karanlık yönlerine nüfuz edebiliyoruz.

    **spoiler**

    sempatikliği ve güzelliğiyle erkekleri etkileyen fakat sadık kalabileceği bir karar almasını engelleyen doymak bilmeyen iştihası ve engel olamadığı bencilliğiyle kırıp döken bir yapıya sahip olan julie, orta yaşlarına kendisine akabileceği bir mecra arayarak giriyor.

    yirmili yaşlarına görkemli bir giriş yapan, mükemmel notlarını tıp fakültesine girerek taçlandıran julie, bir süre sonra marangozluktan farksız olduğunu düşündüğü cerrahlık yerine, insan zihnini ve ruh dünyasını merak ettiğini fark ederek heyecanla psikolojiye geçiş yapar. fakat oraya da kendisini ait hissedemez ve görsel bir insan olduğuna hükmederek fotoğrafçılığa meyleder, bir ara yazarlığı da dener. otuzuncu yaş gününe ise bir kitapçıda yarı zamanlı çalışan biri olarak girer.

    kariyeri konusunda istikrarı yakalayamayan julie, erkeklerle olan ilişkisinde de bağlanamayan, büyüyemeyen, bir türlü gelişemeyen bir profil sergiler. tıptan psikolojiye geçerken kendisini çok seven erkek arkadaşını, "artık katlanamıyorum, sürdüremiyorum!" diyerek terk eder. onun mutlu olmasını ve hayatının kontrolünü eline almasını arzulayan sevgilisi yıkılmış olmasına rağmen kararına saygı duyar. julie, süreç içinde aradığı erkeği bulma çabalarını sürdürür; dener, bıkar, bırakır. ta ki kırklı yaşlarının ortasında, başarılı bir çizgi roman yazarı olan aksel ile tanışana kadar.

    yarattığı ezber bozan, yapı sökümcü ve çılgın "vaşak" karakterinin tersine oldukça nahif ve romantik bir adam olan aksel, son derece entelektüel ve donanımlı biridir. aksel artık oturmuş, sakinleşmiş kimliğiyle baba olmaya, bir aile kurmaya hazırdır. julie ise kariyeri ve erkekler konusunda ne kadar kararsız da olsa anne olmak istemediği konusunda son derece nettir. en azından hazır olana kadar.

    sorun sadece çocuk istememekle sınırlı da değildir. karizmasından etkilendiği aksel'in ailesi ile tanışınca büyü bozulacaktır. aksel ile aksel'in standart aile sorunlarının içinde geçirdiği birkaç gün ve aksel'in entelektüel gündeminin julie'ye artık temas etmemeye başlaması, ilişkiden sıkılan julie'yi yeni bir maceraya yelken açmaya itecektir. çünkü artık kendini, hayatının seyircisi gibi hissetmeye başlamıştır ve kendi hayatının yardımcı oyuncusu olmak istememektedir.

    kesin mutlu olma umuduyla, uğruna aksel'i paramparça ederek terk ettiği kişi kendi yaşlarında, mütevazı ve iyi huylu bir kafe çalışanıdır. bu kez varoluşunun anlamını bulduğuna inanan julie, artık hayatının istikrar kazanacağını düşünür. hem yeni sevgilisi de çocuk istememektedir. ancak julie ne istediğini bilmeyen biridir ve entelektüel kapasitesi fazla gelen aksel'i uğruna terk ettiği elvind'i terk etme nedenlerinden biri entelektüel donanımının yetersizliği olacaktır.

    bu çocuk istememe olgusunun üzerine giden yönetmen, julie'nin soy ağacına dönerek büyükannelerinin 30 yaşına girdiklerinde ne durumda olduklarını aktarır. julie'nin tiyatro oyuncusu olan babaannesinin 30 yaşında iken 3 çocuğu vardır.
    büyük büyükannesi otuz yaşındayken dört çocukla dul kalmıştır.
    daha bir büyükannesinin ise 30 yaşındayken ikisi veremden ölen yedi çocuğu varken onun annesi ise o yaşta altı çocuğuyla sevgisiz bir ilişkinin içinde imtihan veriyormuş. 1700'lerde yaşayan büyükannesi ise 30'unu bulmadan ölmüş, zira ortalama kadın ömrü 35 yılmış.

    şeceresine bakıldığında julie'nin kendinden önceki kadınların hayal bile edemeyecekleri bir özgürlüğün tadını çıkardığını görüyoruz. julie kendi istediği erkekle evlenecek, kendi istediği zaman çocuk yapacak veya yapmayacaktır. tamamen toplumsal baskı unsurlarını dışarıda tutarak bir yaşam kurmak istemektedir. fakat toplumsal dayatmaların ve beklentilerin dışında kalarak yaşadığı bu özgürlüğün, kimliğini bulabilmesine de ruhuna uyan bir kişiyle istikrarı yakalayabilmesine de hizmet etmediğini, dolayısıyla julie'yi mutlu etmediğini görüyoruz.

    hayat julie için epizotlar şeklinde flört dönemlerinden ibaret olsaydı çok mutlu olurdu sanırım. onun için hayatın en anlamlı olduğu anlar flört sürecindeki heyecanlı ve coşkulu anlar çünkü. uzun süreli ilişkileri sıkıcılaştığı anda artık yeni bir arayışa giriyor, sorumluluk almıyor, aldatıyor, suçluyor, çekip gidiyor.

    julie'nin bu istikrarsızlığında acaba, her konuda pasif kalan annesi ile kendine başka bir hayat kurmuş olan babasının ilgisizliğinin payı da var mı sorusunu irdelemeden geçmiyor film. zira, birlikte olduğu erkeklere kendini tamamen teslim eden, ekonomik olarak da onların gölgesine sığınan julie'nin bu teslimiyetinin ardında babasıyla olan sorunlu ve sevgisiz ilişkinin yattığına işaret edildiğini çıkarabiliriz.

    hollywood tarafından her şeyin doğru kişiyle tanışmakla ilgili olduğu şeklinde yetiştirildiğimizi düşünen joachim trier, bunun aksine zamanın iki kişi arasında senkronize olmayabildiğini belirtiyor. hayat gerçekten de hollywood veya yeşilçam filmlerinde doğru insanın bulunduğu noktada bitmiyor. sonrasındaki süreçte zaman o ilişkiyi nasıl paçavraya çeviriyor, karakterler nasıl birbirlerine hayatı zehir ediyor kısmı "hayal fabrikası"nın kapsamı dışında bırakılıyor. trier, julie üzerinden o sonraki sürece göz atıyor ve hayalindeki prensten sıkılıveren prensesin içsel öyküsüne odaklanıyor. hatta bu prensesin kendi heva ve hevesi için hayatına giren ve ona aşık olan erkeklere acımasızca kıydığını görüyoruz. prensesimiz, aksel'in öldüğü gece bile hastaneye adamın yanına çıkıp ona moral vermek veya veda etmek yerine kendi duygularını önceleyerek oslo caddelerinde dolaşmayı, hastaneyi uzaktan izlemeyi tercih ediyor.

    trier, eğitim ve kariyer olanakları açısından eskiye oranla ciddi imkanlar elde eden modern kent yaşamının içindeki kadının; kariyer oluşturma, aile kurma ve ebeveyn olma gibi konularda ne türden gerilimler yaşadığını julie gibi doyumsuz bir karakter üzerinden incelemiş. oldukça çarpıcı ve akılda kalıcı pek çok sahneyle de başarılı resmetmiş. fakat yeni bir şey söylüyor mu pek emin değilim. o yüzden bu bahsi burada bırakıp iyi bir filmin bende yarattığı etkiyi yaratabilen trier'in, ölüm meselesini ele alış tarzına eğileyim.

    julie terk ettikten sonra vaşak karakterini sinema filmi yapan aksel, bu süreçte pankreas kanseri olmuştur ve çok hızlı ilerleyen hastalık aksel için hayatın sonu haline gelmiştir. bunu haber alan julie, aksel'i ziyarete gider ve aksel'in ölümle ve yaşamla olan hesaplaşmasına şahit olur. kırklı yaşlarının ortasındaki aksel, kariyerinde belli bir aşama kaydetmiş, başarılı olmuş, aile kurup kurup çocuk sahibi olmak ve hayatın yeni bir safhasına başlangıç yapmak isterken önce çok sevdiği kadın tarafından terk edilmiş hemen ardından da kanser olduğunu, yakın zaman içinde öleceğini öğrenmiştir.
    aksel'in söylediği şu cümle çok çarpıcıydı: "ters gidebilecek şeylere endişelenerek o kadar zaman harcadım. ama ters giden şey bir kez bile endişelenmediğim bir şey oldu."
    aksel ile julie'nin hastanede yaptıkları sohbet bölümleri filmin en etkileyici bölümleri olmuş. günbegün ölmekte olan aksel'in, hayatla ilişiğini kesmek üzere olan biri sıfatıyla julie'ye yaptığı, baba adayı kibar biriyse çocuğu doğurma tavsiyesi insanı çarpıyor. bunu vaktiyle julie'den çocuğu olmasını çok arzulayan biri olarak yapması ayrıca hüzün vericiydi. (işin doğrusu julie hep iyi erkeklerle karşılaştı.)

    aksel'in önünde bir gelecek olmadığı için anı yaşamayı da geleceği kurgulamayı da bıraktığını ve geçmişle yatıp kalktığını ifade ettiği, bir anlamda ölmekte olan bir adamın psikolojisini açığa vuran cümleleri ölüm mefhumunu farklı gözle düşündüren cinstendi: "tek yaptığım eski filmleri tekrar tekrar izlemek. bir insan dog day afternoon'u kaç kez izleyebilir. bazen hiç bilmediğim şarkıları dinliyorum. ama onlar bile eski. kendi gençliğimden hiç duymadığım şarkılar... benim bildiğim dünya yok olup gitti... geçmişe tapmaya başladım. şimdiyse başka bir şeyim yok. geleceğim yok. (gözleri dolar, dudakları titremeye başlar) ve bu hissettiğim nostalji bile değil. sadece ölüm korkusu. korktuğum için. sanatla hiçbir ilgisi yok. sadece başıma gelenleri sindirmeye çalışıyorum."

    zygmunt bauman'a soracak olursak ölüm, aslında endişe edilmemesi gereken bir olgudur. "çünkü insanlar kendi ölümlerini deneyimleyemezler. insanın kendi ölümünü deneyimleyebilmesi için öldüğü anda düşünebiliyor olması gerekir, ancak bu mümkün değildir." iyi güzel de, peki ya amansız hastalık nedeniyle ölüm tarihini biliyorsan? unutmak için hayat boyu bilinç altına ittiğin ölüm tüm çıplaklığıyla kendini dayatmışsa? o yarım kalmışlık hissi nasıl aşılacak, geride bırakılan tüm güzellikler göze nasıl gözükecek?
    bu sorular aksel'in yaşadığı gerçeklikte julie ile konuşurken şu şekilde cümleye dökülüyor:
    "senin için bir anıya dönmek istemiyorum. kafandaki bir ses olmak istemiyorum. sanatım yoluyla yaşamak istemiyorum. evimde yaşamak istiyorum, evimde seninle yaşamak istiyorum."

    işte o noktada yaşamın tüm anlamını ortaya çıkaran şey sanırım ölümün ta kendisi oluyor.
hesabın var mı? giriş yap