• turan dursun ile röportaj

    görüşmeyi yapan: şule perinçek

    bugün dönüp arkanıza baktığınız zaman , ne düşünüyorsunuz ?
    dünyayı değiştireceğimi biliyordum bir ölçüde. birçokları bana, "ya olur mu?sen?dünyayı?" diyordu. belki bir tepkiden
    doğmuştur. hani, ikide bir bana, "sen mi bu dünyayı değiştireceksin, sen mi bu dünyayı..." tamam kardeşim ben, bu dünyayı
    değiştireceğim. kimsenin kararı değil. bu dünyayı ben değiştireceğim, diye yola çıktım. hiç kimse bana yer vermezken, yer
    verilmezken, bu savı ileri sürüyorum. yıldırım aktuna'ya bile sormuştum:"bak sen deli doktorusun, ne dersin...yani ben dünyayı
    değiştireceğimi söylüyorum."gülmüştük.

    çocukluğum, annem, babam

    doğumunuzdan bu yana yaşamınızı anlatırmısınız ?
    sivas'ın şarkışla ilçesine bağlı gümüştepe köyünde doğmuşum. beş yaşındayken ağrı'nın tutak ilçesine ;babam anam ve o
    zamanki kızkardeşim ve ninemle birlikte; babam aileyi almış götürmüş.
    kaç kardeşsiniz?
    6 kız bir de erkek kardeşim oldu. ağrı'ya gittik. babamın bütün hevesi, oradaki, babasından kalan tarlaları sürmekti. ama
    bilmiyordu ki ağalar, tarlaları çoktan üzerlerine geçirmişler ve kendisine bir karış toprak bile vermeyecekler. bu gerçekle
    karşılaştık gidince. tutak'ın esmer köyündenmiş babası. davar çobanlığı falan yaparmış babam. çobanlık yaparken biraz
    dakur'an öğrenmiş. ninem onun beline asarmış kuran'ı. "bir yandan okursun, hani davarlara yararı olur, korur hem de ilerde
    din adamı olursun" diye. işte o işe yaramıştı, ortada kalınca köy imamlığına başlamıştı.
    babanız türk mü?
    evet, babam türktü, anam kürttü. fakat anam babamın yanında kürt olduğunu pek söyleyemezdi, korkardı.babam sürekli
    anamı kınardı, anamın yakınlarını kınardı. ikide bir sorardı:
    "kürtler hep eşkıya olur değil mi?"
    anam başlardı:"he vallah doğru."
    "kürtler çok kötüdür değil mi ?"
    "he vallah doğru."
    babam her ne derse anam, "he vallah doğru" derdi. sonradan anama dedim ki, "ana, niye babama sen hep he vallah doğru"
    derdin? öyle görmüş öyle söylüyor. çok tatlı bir insandı anam. birkaç yıl oluyor öleli. ben dinsiz olduktan çok kısa bir süre
    sonra, anamı bir değişim içinde gördüm, çünkü konuşuyordum. ama babam beton gibidir. hiçbir şey işlememişti, olduğu gibi
    kalmıştır.
    anneniz de sünni miydi?
    annem şafiydi ama babam, hanefi yapmıştı. tabiişafi de sünni mezhebindendir de, hanefilik mezhebini sonradan babam
    almıştır. aslında mezhebi filan yoktu, kocası vardı. kocası ne diyorsa oydu. orada babam imamlık yapmaya başlayınca , o
    yarım yamalak dinsel bilgisi ile beni de şeyh ramazan diye birisinin yanına vermişti. kargalık köyünden. şeyhin bir tekkesi
    vardı. şeyh, ağa, molla üçlüsü orada öyle bir mekanizma oluşturmuşlar ki, hemen her köyde vardı bu. çevreden din öğrenmek
    isteyenler, arapça öğrenmek isteyenler , oranın özel deyimiyle "şeriat" öğrenmek isteyenler toplanıp gelirler,camide yatıp
    kalkarlar, şeyhin, ağanın ve mollanın gözetiminde din adamı olarak yetişirler. bu, cumhuriyet dönemi boyunca da sürmüştür.
    yani orada hiç eksik kalmamıştır.
    kaç doğumlusunuz?
    1934. onların yanında önce, kürtçeyi bilmiyordum, kürtçe öğrendim. benim ilk romanım o yaşamımın bir kesitini içine alıyor.
    adıda kulleteyn.kulleteyn bir havuz demektir. orada hemen her köyde var. havuzun içinde hemen her tür pislik var. ama
    şafi mezhebine göre o kadar su pislik götürmediği için temiz sayılır. onunla taharet yaparlar, aptes ve boy aptesi alırlar.
    oralarını buralarını yıkarlar. her türlü pislik dökülür. zaten çevresi çöplüktür. külleri yığarlar çevresine, çöpleri dökerler.
    çocuklar gelirler kulleteynin çevresinde işerler, büyük küçük apteslerini yaparlar. onlardan çıkan pislikleri, artıkları tavuklar
    karıştırır, küllüklere bulaştırır ve kulleteyne döker. artık öyle bir hale gelmiştir ki, kulleteynin yüzünde bir tabaka pislik
    oluşmuştur. ama üzerindeki pislik tabakasını elleri ile o tarafa bu tarafa iterler, suyu alırlar ve kullanırlar. fakat ben hanefi
    mezhebinden olduğum için. "bize göre caiz değildir" diye uzak bir yere giderdim, suyu bir çeşmeden kullanırdım.
    ilkokula gitmedim. ilkokula gitmeyi nasıl da düşlerdim! çünkü bir kez kente gittiğimde görmüştüm çocukları. cicili bicili
    giyinmişlerdi. okul önlükleri bana çok çarpıcı gelmişti. onları düşümde bile görmüştüm. ama gavur işi olduğu için
    yaklaştırılmadım.
    babam kafama koymuştu:"basra'da, kufe'de bile bulunmayacak ölçüde büyük bir alim olacak oğlum."hatta babam daha
    evlenmeden adana'ya gitmiş, armağanlar getirmiş anasına. kendisine de bir şeyler almış. ninem "peki ne aldın?" diye sormuş.
    "kendime bir iki kitap aldım" demiş. o zamanki dinsel kitaplardan. "ana, aslında ben bu kitapları oğluma aldım"demiş. "daha
    evlenmedin oğlun nerede?" demiş ninem. "evleneceğim". "oğul, evleneceksin, acaba oğlun olacak mı olmayacak mı? olursa da
    oğlan olacak mı? sonra bunları okuyacak mı? bütün bunları bilmeden şimdi gittin bütün elindeki avucundakini kitaba verdin, sen
    deli misin?" demiş. ama babam o zaman şu karşılığı vermiş, çok ilginçtir: "ana, benim oğlum olacak. öyle bir alim olacak ki,
    basra'da kufe'de bile böyle bir alim bulunmayacak."

    öğrenimim

    o hedefi babam kafama koymuştu. sürekli öyle bir hedefe ulaşmaya çalışıyordum. ancak zamanım yoktu. şimdi hesaplıyorum,
    oradaki fakihler, mollalar sadece arapça grameri, "sarf" ve "nahv" denilen arapça grameri okumak için en az 15 yıllarını
    veriyorlardı. benim o kadar zamanım yok. 15 yıl ta basra'da kufe'de olmayacak ölçüde alim olacak isem daha kısa sürede
    bitirmeliyim. ben bir kış içinde kürtçeyi öğrendim, hem de çok iyi denecek ölçüde. o gramer çerçevesinde bir kış salt bu
    "nahv" ı bitirdim, başka dallardaki konuları okumaya yöneldim. ve o ağrı'nın kargalık köyünde molla nadir, baş hoca oydu,
    onda okudum. onda okuyacağım kadar okuduktan sonra muş'un köylerine gittim. molla zahid irak'ta ünlüydü. orda burda
    işte erzurum'un, ağrı'nın, muş'un değişik köylerinde bulabildiğim, işitebildiğim, çok iyi olduğunu işittiğim kürt hocalarının
    yanında okudum.
    neden kürt hocalar?
    çünkü oralarda arapça'yı, dinsel konuları iyi bilen kürtler var. kürt hocaların bildiği arapça'yı, araplar bile bilmez. şundan:
    arap kendi diline önem vermez. bugünkü arap zaten arapça'yı bilmez. o toplumun bu toplumun egemenliğinde kaldığı için,
    arapça ordan burdan pek çok sözcük almıştır. kendi asıl söz dizimini de sözleri de yitirmiştir. ama arapların dışındaki
    toplumlar; türkler. özellikle kürtler, arapça'yı gramerden öğrendikleri için , üstelikpratikleri de var o kürtlerin, arapça'yı iyi
    biliyorlar. çok iyi öğrenebiliyorlar.

    bugün de hala var mı?
    var, hatta epeyce var. bugün dinsel konular, arapça falan yok olmuş bile olsa yeniden yaratabilecek durumda bu köylerdeki
    kimi mollalar. tabii eskisi kadar yok, ama yine de var. imam hatip okullarında, yüksek imam enstitülerinde, ilahiyatta pek
    arapça öğrenilemiyor. bir sürü dersin arasında bunun uzmanlığı elde edilemiyor. iyi arapça'yı öğrenmek kolay olmuyor; yani
    klasik arapça'yı, muhammed dönemindeki arapça'yı, sonra o dönemi izleyen yüzyıllarda kurumlaşmış birtakım dallara göre
    oluşmuş arapça'yı. düşünün ki 7. ve 8. yy. da o abbasi helifelerinin kılavuzluğunda, batı dünyasından pek çok şey arapça'ya
    aktarılmıştır. mesela, aristo'nun ünlü organon'u çevrilmiştir. ben 12 yaşında iken aristo'nun "poetika"sını ezberlemeye
    koyulmuştum.

    sizin kendi çabanızla mı?
    kendi çabamla. bize okutuluyordu ama herkes okumuyordu. ben kafama koymuştum ya, basra'da kufe'de olmayacak ölçüde
    bir alim olacağım diye. nerde ne var hemen öğreniyordum. nerede okutabilecek bir kimse varsa gidip ondan öğrenmeye
    çalışıyordum. işime yarar yaramaz, hedefime götürecek bir basamak olarak görüyordum. basra'da kufe'de olmayacak ölçüde
    alimin bilmesi gerekenler neler olur? işte bunlar olur. bu da var mı okutulacak şeyler arasında ? evet, var. öyle ise ben de
    okumalıyım, ben de bilmeliyim. düşünün, hiç işime yaramayacağını söylemişlerdi, aruz'u kendi yapıtından okumuş
    ezberlemiştim. edebiyatçı değilim. aruz benim ne işime yarayacaktı? ama 2000 kadar şiir ezberlemiştim. bunların 1000 tanesi
    sadece bir gramere ait "elfiyye". herhangi bir sureyi okur gibi hala okuyabiliyorum. en azından 2000 kadar arapça şiir
    ezberledim. bazıları çok da hoşuma gider. zaman zaman söylerim.
    zamanla sevdiğim kızlar olmuştu. onlara, türkçe şiirler türküler bulamayınca , arapça söylemişimdir.bir kız hakkında arapça
    söylenen şiiri ben sevgilime söylemişimdir.

    var mı aklınızda öyle bir şiir?
    var. örneğin bir mecnun leyla'ya sesleniyor: [arapça şiiri okuyor.] bir yere gidiyor. çok güzel bir yer. geyikler falan var.
    geyikler alabildiğine güzel. güzelleri görür de, güzeller güzeli leyla'yı düşünmez olur mu? leyla hemen gözünün önüne geliyor ve
    karşısındaki geyik leylalaşıyor, birden oluyor. ve işte o zaman diyor ki :
    "ey, buranın güzel geyikleri. burada size tanrı adına and vermek istiyorum. lütfen söyleyin. leyla da sizden midir, yoksa bir
    insan mıdır? insanın böyle güzeli olmayacağına göre leyla sizdendir de, herhalde siz söylemiyorsunuz."
    bunun gibi şiirler. ben oralarda kürt hocalardan okunması doğal olan ve olmayanları öğrendim. diyorum ya, 15 yılı "sarf" ve
    "nahv" ve arapça gramerlere verdikten sonra başka şeylere artık yer kalmaz. mantıktan bir iki şey okuturlardı, okurlardı. bir
    kavl ahmet diye birşey var. aslında kul ahmet'tir de, onu okuyamamışlar, kavl diye okumuşlar. çünkü arapça' da hem kul
    okunur o, hem de kavl. kavl, söz demektir. oranın insanı türk olmadığı için kul ahmet'in adını kavl ahmet diye söylemişdir.
    bütün doğuda bu kitap okutulur,kavl ahmet diye bilinir. mantıktan, aristo'nun kitaplarından birini okuturlar. tasavvuri tasdikat
    diye bir şey var. o da yine mantığa ilişkindir, onu biraz okuturlar. ama asıl arapça edebiyatına gelince, başka bilim dallarına
    gelince, pek fazla bir şey okumazlar, okuma olanağı bulmazlar. ancak belirli, sıradan olmayan mollaları oniki ilim denilen bilim
    dallarını okuyup bitirmiş olabilir ki , o da parmakla gösterilecek nitelikli kimselerdir. ben en son basamaklarına kadar okudum
    orada. en son basamakları cem'ül cevamidiye ad verdikleri bir kitaptır. tüm islam hukuğunu içine alır. ona kadar okudum.
    yine çocuk yaşalardaydım. fakat kendimi hep türk olarak gördüm. kürtlerin içinde yaşardım. ailemin yanına bazen giderdim,
    zor konuşurdum türkçeyi.

    tek başınıza kalıyordunuz öyle değil mi?
    tabii. ben de camide kalıyordum. camilerde kürt öğrencilerle birlikte. zekat getirilirdi. toprak ürünlerinin onda biri hala
    toplanır orada. devlet ayrı vergi toplar, mollalar ayrı vergi toplar. daha doğrusu şeyh adına, ağa adına fitre ve vergiler toplanır,
    getirilir. gelenlerle oradaki öğrenciler geçinirler. tabii bu arada öğrenciler köylerden de yiyecek alır, toplarlar. öyle ilginç
    durumlar meydana gelir ki, bu toplama işinde. kulplu kazanlar vardır. ortasından ağaçlar sokulur. öğrencinin biri bir sapından,
    diğeri öteki sapından tutar. ev ev dolaşırlar. şimdi diyelim sizin eve geldik, kapınız çalınır. siz bilirsiniz ki fakih geldi. fakih
    derler öğrencilere. evde ne varsa, ne pişmişse ondan bir kap yemek getirirsiniz. varsayalım bu bir kap çorbadır, çorbayı bu
    kazana dökersiniz. öbür evde süt vardır, süt dökerler kazana. bir başka evde pekmez vardır, aynı kazanın içine...yani etlisi,
    sütlüsü..tatlısı ne varsa, aynı kazanın içinde birikir. kendine özgü bir karışım olur. bu karışım getirilir, hücre denilen bir yer vardır
    caminin bitişiğinde. hücre oda demek. o hücrede bölüşülür. kimilerinin tabakları vardır, hazırlamışlardır. bir tek tabak. öğrenci
    bulabilmiş ise sadece bir tane tabağı vardır. kiminin hiç tabağı yoktur, ekmeğin üzerine dökülür o karışım. sağdan soldan
    dökülmesin diye de ekmeği çabuk çabuk yalar, tam dökülmeyecek duruma geldiğinde artık ne kadar yiyecekse o kadar yer.
    ne kadar yiyecekse dediğim, yani onu üç öğün yemek zorunda. belki bitirmek isteyecektir onu, ama öğleye ne yesin, akşama
    ne yesin? onun için canı istese de onu bitiremez, saklayacak.

    sizin tabağınız var mıydı?
    yoktu. götürüp bir yere saklamaya çalışırdım. saklamasam, bulan yer. artık nerede saklarsın, bir sopa deliğinde, şurada
    burada... kimi zaman hiçbir yer bulamazsınız, yastığın, minderin altına koyarsınız, yağlanır tabii ki. bitlerle de zaten özdeş
    duruma gelmiştik. yani bit ve biz oralıydık. bit oranın ayrılmaz bir parçasıydı. mütalaa saati vardı. önce metin ezberleme var.
    metinlerini alan öğrenciler koşarlar, caminin çevresinde bulabildikleri yerlerde, eğer yazsa açık havada, kışsa ağırlarda; ellerinde
    kitapları, gide gele metin ezberler. akşama değin bunu yaparlar. akşam olunca mütalaayla ilgili saat vardır. herkes gelir, öbek
    öbek olurlar caminin içinde bir papatya gibi. ayaklar arkaya doğru, başlar öne doğru, ortaya bir kütük konmuştur. onun
    üstünde ilahi lambası vardır. ortadaki kütüğün ve ilahi lambasının çevresinde uzanmış sessizce kitab okunur, buna mütalaa denir.

    kaç kişi olurdu?
    en az 40-50 öğrenci olurdu. yatar kalkarlardı. romanımda orada homoseksüel olayların bulunduğunu da belirtiyorum. erkek,
    çocuk denmez. çocuk yaşta olan yalnızca ben vardım. yani en az 13-14 yaşında. 25-30 yaşlarında olanlar da vardı. çeşitli
    basamakta olan mollalar.

    peki, o dönem boyunca eve gelinebilir miydi? yaz tatili gibi..

    yok, hayır. bazen yazın ya da kışın ailelerini çok kısa bir süre görüp gelenler olurdu. tümden bırakıp gidenler de. geri dönmek
    istemeyenler de olurdu. bıkıp usanmıştır. bırakmıştır, başka mesleklere geçmiştir. böyle olanlar da vardı.

    buradan çıkınca ne yapıyorlar?

    molla oluyorlar ya da gidiyor o da böyle bir kurum oluşturuyor. kendi çevresinden şeyhle ağayla bağlantı kuruyor. hani herkes,
    türkiye'de zengin olma umudunu taşıyarak "ben de şunu yaparsam, şu kazanı elde edersem, ben de sınıf değiştiririm" diye
    düşünür ya, onun gibi orada o üst şeye ulaşmanın yolunu aramak herkeste vardı. kimi başarırdı, kimi başaramazdı, öyle.

    yasal açıdan yasak değil mi?

    oralarda yasak hiçbir zaman geçerli olmamıştır. yasalara göre yasak aslında, tabi. her şeyi ağalar çözüyordu. oranın insanını
    jandarmaya, mahkemeye gönderen de ağa olurdu, kurtaran da ağa olurdu. şeyh, ağa ve molla, bunlar her zaman iç içe
    olagelmiştir. millet vekilleri de onlardan oluşmuştur. bugün biraz çağdaş görünümleri vardır, ama değişen bir şey yoktur.

    kaç yıl sürdü orada eğitiminiz?

    12 ya da 13 yaşıma değin. orada okuyacağım kadarını bitirdim. şafilerin içinde, kürtlerin içinde okuyacağım kadarını okudum.

    onlar şafi miydi?

    tabi, tabi hepsi şafiydi.

    peki, babanız nasıl izin verdi, şafii değil? -

    babam hanefi de, hepsi sünni. şimdi sünni mezhepleri şafii, hanefi, maliki, hanbeli. bunların dışındakilere pek değer
    vermezler. alevilere çok korkunç düşmanlığı var babamın. babam bir hıristiyan'a bir yahudi'ye yer verir de, alevi' ye kesinlikle
    yer vermez.

    köpekle aranız nasıl?

    köpeklerden çok korka gelmişimdir. köpek dediniz, değil mi.?

    evet.

    her zaman korka gelmişimdir. çünkü yemekleri toplarken evlere giderdik, köpeklerle karşılaşırdık. isırılma olayı olduğu için.

    şafiiler el sürmüyorlar, değil mi?

    evet, şafiiler el sürmezler. sürmezler de köpek, kulleteyne girer, başını sokar, oradan su içer de, yine de gidip oradan su
    kullanırlar. hem el sürmezler, hem de köpeklerle içli dışlılar.

    icazet alışım

    türk babadan geldiğim için kendimi türk gördüm. bu nedenle, şafiiler kesiminde, kürtler kesiminde, icazet derecesinde, en son
    basamağa kadar okuduktan sonra bile, türklerde geçerli olan yöntemi öğrenmeli demişimdir. ve sonra başladım türk hocaları
    aramaya. bu kez kent kent dolaştım.

    kendi başınıza?

    kendi başıma. 13-14 yaşında. ondan sonra türk hocalara gittim. bir ara çerkezlerle kaldım. çok iyi çerkesçe öğrendim.
    çerkez hocasında biraz okudum, türk hocalarında biraz okudum. ve türk hocalarında okuduklarımla da en son basamağa
    kadar çıktım. yani icazeti türk hocalarından a1dım. en son okuduğum konya'nın çumra ilçesindeki tahir hocaydı.

    konya'ya kadar geldiniz?

    tabi, tâbi. adana, sivas, kayseri, konya, malatya, nerede bir hoca görürsem, işitirsem, bu kitapları okutabilir, gider ondan onu
    okurdum. dediler ki, kazvini'yi ancak konya' nın çumra ilçesindeki hoca okutabilir. kazvini'yi pek kimse bilmiyor aslında.
    türk hocalar da pek bilmezler, okumazlar ama, okunması eskiden öngörülmüş olan listenin içinde o da var. madem o da var,
    madem ben de öyle olacağım. öyleyse okumalıyım. gittik konya'nın çumra ilçesine, hiç alışık olmadığım bir hoca tipiyle
    karşılaştım. şimdi bizim bildiğimiz hocalar biraz şarkıdan türküdenuzak kalırlar. yani yaşamla pek ilgilenmezler.

    batıya ilk geldiğiniz.

    yok hayır, bu kesim, türklerdeki ilk başlayışım adana'nın dörtyol ilçesinde oldu. orada da molla zahid vardı. molla zahid'de
    okumuştum. türk hocası. fakat oralarda hep bana kürtoğlu derlerdi. çünkü çok az bildiğim türkçe, hep doğudaki kürtçe ile
    karışık olan türkçe'ydi. o bozuk türkçe'yle bitirdim türk kesimindeki okumalarımı. konya'nın çumra ilçesindeki tahir
    efendi'yi alışılmadık bir hoca olarak gördüm. çünkü, adam kahveye gidiyor; eli arkasında kapıdan girdiği zaman kahvedekiler,
    hoca efendinin türküsüyle şarkısını koyun diyorlar. o zaman gramofonlar var. hocaya bir dinletirlerdi. hiç oturmazdı hoca.
    dinler, çıkar giderdi. öyle bir gururlu hocaydı ki! vali gelmiş, kendisi de oradakisıradan bir ilçe camisinin imamı. kaymakam,
    hocayı valiye tanıtıyor. valinin nasıl olduysa adını öğrenmiş hoca, ahmet diyelim, "ahmet nasılsın" diyor. vali şaşırıyor. hiç
    beklemediği bir şey. hoca kendisini çok alim gördüğü için, "mademki ben alimim, herkesin bana saygı göstermesi gerekir. vali
    de kim oluyormuş" filan derdi. ama bu adamın namaz tutmadığını söylerlerdi. içki içiyor derlerdi, falan. belki de öyleydi. ama
    tabi ben tanık olmadım. o hocaya gittim, ama hoca hiç öğrenci filan okutmazmış. yalnız çok ünlüydü. burada bütün hepsini
    bitirdikten sonra mısır'a gitmiş, orada da okumuş. sürekli birçok ülkede okumuş bir hoca. ben gittim, kazvini'yi okumak
    istediğimi söyledim: "beni okutabilir misiniz, beni köle sayın". hep böyle derdim, her gittiğim hocaya zaten. "ben sizin kölenizim,
    beni kö1e olarak sayın" derdim. kabul ederse kalırdım.

    yol paranızı nasıl karşılıyordunuz?

    camilerde, caminin içinde, kapıların önünde mendil serip "talebeye yardım, hafıza yardım" artık nasıl söylenirse, para isterdim.
    ama daha sonra müftü olduğum zaman bana bağış yapılacak diye aklım giderdi. bu yüzden mevlitlere bile gitmezdim.
    tekirdağ'da 1958'de müftü vekilliği yaparken maaşım 135 liraydı, 80 lira da kira veriyordum. geçinebilmek için cabbar ağanın
    hamamında bilet kesiyordum. bir gün temel atmak için duaya çağırdılar. yakın dostlarımdı, kıramadım gittim. duaya başlarken
    "ev kimin için" diye sordum. "vilayetin müftüsü, ayıptır, kiradan kurtaralım" demişler. ev benim içinmiş. "kimsenin benim
    onurumla oynamaya hakkı yok, sizimahkemeye vereceğim" diye bırakıp geldim. yani o bağıştan tiksinti oluşmuştu çocuk
    yaştayken. fakat başka bir yolu yoktu. ancak onları toplayacaktım ki, basra'da kufe'de olmayacak ölçüde hoca olmanın
    yolunu bulayım. o şekilde topladığım paralarla idare ettim. evet, hocaya gittim beni okutur musun, dedim. hoca, "benim talebe
    okutmadığımı sana söylemediler mi?" dedi. "ama efendim, başka bir çarem yoktu, size geldim, beni okutun." "sen kazvini'yi
    okuyabilir misin" dedi. siz okutursanız okurum, dedim. hoca birimtihan etti beni. çarpı1dı. beklemediği bir şey. inanılacak bir
    şey değil. öyle şeyleri okudum, bildiğimi gösterdim ki, onu, diyelim ki bir kayseri, bir konya müftüsü bilemez. öyle bir
    çocuğum, inanılır gibi değil. "seni okuturum ama 100 lira alırım" dedi. şimdi ben 100 lirayı nasıl veririm hocaya? bana kim 100
    lirayı verecek ki hocaya vereyim? hep bulunduğum yerlerde bağışlarla okumuştum. hem hocalar hiç para almazdı. öyle bir
    gelenek yoktu. okuturlar, ama para almazlardı. oralarda buralarda dolaşıyordum.salak salak, düşünceli düşünceli dolaşırken,
    esans kutusu ile esans satan biriyle karşılaştım. düşünceli durumum dikkatini çekmiş. durumu anlattım. adam tuttu, o kafirdir,
    dinsizdir, bilmem nedir, dedi. sonra "bu esans kutusunu sana veririm, sen satarsın,geliri paylaşırız" dedi. "peki" dedim. o
    birtakım hadisler söyledi bana. satarken söyleyeyim diye. dedim, böyle hadis yok. "sen yokluğuna mokluğuna bakma, dedi,
    daha uydurabilirsen sen de uydur." bazı hadisler de ben uydurdum. esansların hangisini peygamber severmiş, hangisi kullanılırsa
    sevap olurmuş, arapça söyleyince dua gibi oluyor bunlar. [arapça söylüyor.] kim peygamberin kokusunu koklamak isterse.
    işte kırmızı gül yağlarını koklayabilir. ondan çok para geliyordu. orada bir gelişme daha oldu. bir bakkal dükkanında benim
    yaşlarımda ya da benden birkaç yaş daha büyük bir çocuk vardı, o da okumak istiyordu. "arapça okuyabilir miyim", dedi.
    "okursun, ben okuturum" dedim. "ama sen de hocanın parasına ortak olacaksın." amacım onun okuması değil, hocanın
    parasına ortak yapmak. sonra o da müftü oldu, emekli oldu. ankara'nın elmadağ müftüsü oldu. ve esans kutusu ile kazvini'yi
    bitirdim, hocadan okudum. hocadan farklı bir icazetname aldım. işte şu, şu, şu ilimleri bitirmiştir, diye. on iki ilim denilen şeyi
    hemşafii, hem hanefi yöntemi ile bitirmiştim. yine daha çocuk yaştayken geldim, müftü, vaiz olmak istiyorum, dedim. daha
    askerliğimi yapmamıştım. o zaman sanırım bitirdiğimde 17-18 yaşlarında filandım.

    ne kadar süre kaldınız orada?

    çumra'da, bir -bir buçuk yıl kadar. ondan önce de dolaşmıştım bir süre. en son kazvini'yi okudum ve icazeti aldım hocadan.

    allah'la ilk kavgam

    bu arada sosyal hayatınız nasıldı? nerede kalıyordunuz örneğin?

    esans satan adamın evinde kalmıştım. bana evini de aşmıştı. iki tane çocuğu vardı. duvarda bir saat vardı, tık tık ederdi.
    çocuklarını öyle bir alıştırmıştı ki, onlar da allah allah derlerdi. kendilerini saate uydururlardı. adam bir yandan öyleydi, bir
    yandan da ticarette her türlü hileyi yapardı. ama işime yaramıştı. ilk kezkendime takım elbise yaptırmıştım. hiç öyle bir şey
    görmemiştim daha önce. ilk don giydiğim zaman adana'daydım. donumu görsünler diye... şişman bir kız sevmiştim karşıda
    oturuyor,şişman mişman, kız olsun da ne olursa olsun, gördüm beğendim. bu kıza nasılkendimi beğendiririm, donumu görürse...
    dama çıkmıştım, çabalıyorum ki, kız bana doğru baksın. bir türlü bakmıyordu. yani epeyce çaba harcamıştım, kızın ilgisini
    çekmek için, donuma baksın diye. kız hiç farkında bile değil, sadece ben gördüm kızı. ama öğrenciliğimde, aşık olduğum kızlar
    olmuştu. 7 yaşındayken aşık olmuştum. bir de kargalık köyündeyken aşık olmuştum. safi diye bir kız. allahla kavgalaştığım
    zamanlardan birindeydi kızla arkadaşlığım. sevgili olmuştuk. kız beni ayartmıştı. ailesi bizim evlenmemizi istiyordu.
    küçüklükten, yani dokuz yaşını buldun mu, şeriata göre evlendirilir. kız dokuz yaşına geldi mi tamam. kız beni hep ayarttı. bazı
    şeyleri ben bilmezdim. kız soyun, işte şöyle, böyle", yani benim hiç bilmediğim şeyleri kız göstermişti o sıralar. epeyce ilişkiler,
    duygusal ilişkiler gelişmişti kızla aramızda. fakat kızım bir ablası var çarpık çurpuk, allah'la kavgam ondan. rüyamda allah'ı
    görmüştüm. bir söğüdü yontuyordu. bir ayağını söğüdün aşağısına koymuş, bir ayağını yukarısına. dallarını falan yontuyor.
    herkes çevresine toplanmış. ben bir fırsatını buldum, sokuldum. "kim bu?" diye sordum. allah, dediler. "peki, söyleyeceklerim
    var" dedim. önce kızmaması için yemin ettirdim. yemin etti. "valla billa kızmam" dedi. "ben senin yaptığın işleri beğenmiyorum,
    ben. senin yerinde olsam bunları yapmazdım. madem cenneti yaratacaktın, bu dünyayı niye yarattın'? sonra safi'yi çok güzel
    yaratmışsın. sabo, safi'nin ablası çocuk felci mi geçirmiş nedir, küçükken yatalak olmuştu. çok üzülüyordum,
    acıyordum,"neden öyle yaptın" dedim. böyle bir tartışmamız olmuştu. o zamanlar 10-11 yaşlarındaydım. kargalık' taydım.
    çumra'da takım elbise yaptırma olanağını buldum. bir de kendime gidip fötr almıştım. çünkü bir adam görmüştüm fötr şapkalı,
    diğerlerinden değişik.ben değişik olmak istiyordum. hep değişik olmaya çalıştım.

    günah değil miydi şapka?

    fötr şapka da biraz da sarığa benziyor. o nedenle de çekici geldi. onu almıştım, biraz beni kınadılar, sonra bıraktım. çünkü
    iyim halklaydı. müşterilerim onlardı. bana para verecek onlardı. bırak dediler, bir süre sonra bıraktım.

    köy imamı oluyorum

    icazeti aldıktan sonra diyanete geldim. müftü ve vaiz olmak istiyorum. hasan fehmi başoğlu diye müşavere kurulu üyesi vardı.
    o zaman din işleri yüksek kurulu'na, müşavere kurulu deniyordu. hasan fehmi de onun başkanıydı. baktı. önce şakayla,
    küçümseyerek "müftü olmak istiyorsun, şunu oku bakalım". ben de "bunu çok aşağı derecedekiler de okurlar. siz çok üst
    derecedekilerden okuyun, ben yanlışlarını söyleyeyim" dedim. çok da gururluydum. şaşırdılar. gerçekten hayret ettiler. kaç
    tane müftünün icazeti var, fakat çocuk yaştaki müftü olamaz. "git, sen daha türkçe bilmiyorsun, askerliğini yap, ondan sonra"
    dediler. o zaman köy imamlığı yaptım. adana'nın köyünde ve oradan asker oldum. o köyde çok da şanslı bir durum oldu. köy
    öğretmenine türkçe'yi öğrenmek istediğimi söyledim. "öyle hatip olmak istiyorum ki, dünyada türkçe'yi benden daha iyi bilen
    bir kimse olmasın" dedim. fakat dilimde sakatlık vardı. bir tümceyi sonuna kadar söyleyemezdim. takılırdım. beni daima
    avutacak laflar söylerlerdi. işte hz. musa da böyleydi, kekeme idi, hiç üzülme derlerdi. imam olduğum tarsus'a bağlı baltalı
    köyündeki öğretmene gittim. "ben türkçe'yi örenmek istiyorum" dedim. hem öğrenmek hem de konuşmak istiyorum.
    öğretmen şöyle dedi: dilinin altına bir şey koy ve konuş. bağır, çağır, şarkı söyle. ama konuşurken dilinin altında muhakkak bir
    şeyler olacak. dilinin altındaki sinirler gevşediğinde dilin açılacak ve konuşabileceksin. bir de bana çiçeron' u örnekvermişti.
    yunan düşünürlerini bilirdim. yunan dünyasından felsefesinden. bilmediğim yoktur. roma düşünürleriyle pek tanışık değildim. o
    kim diye sormuştum. çiçeron'un romalı olduğunu öğrendim. denedim. o sıralarda evlenmiştim de, karım bakardı. ben kafamı
    küpün içine sokuyor ve bağırıyorum.

    evleniyorum

    nasıl evlendiniz?

    karımla aynı köydendik. sivas'ın şarkışla'sının köyünden. ailemle birlikte şarkışla'dan çıkıp dolaştık. sonra tekrar şarkışla'nın
    yapaltı köyüne dönüp yerleşmiştik. karımın adi naime' dir. naime'yle pek sevişmiş sayılmazdık. hatta onu başkasına
    kaçırmayı bile planlamıştık. bir genç geldi. bana naime' yi sevdiğini söyledi. üç kız. sevmiş, üçünü de elinden almışlar.
    üzüldüm. "gel bu kızı sana kaçıralım" dedim. ciddi ciddi önerdim. planladık. o akşam da düğün var. fakat genç sonradan
    vazgeçti. duygusal yönü başka. ama hep önem verdim. hep bir şeyler vermeye çalıştım. verebildim mi veremedim mi,
    bilmiyorum. çok eksiklerim var. ama hiç kimsenin karısının olmadığı kadar bana aşık olagelmiştir. komşularımız da şaşardı.
    bana göre karı- koca bu duygularını zamanla yitirirler. karımım bu durumu sürmüştür. tabii çok nedenleri var. onun bu
    duygusal yoğunsallaşması, benim karıma daha da önem vermemi gerektirmiştir. önem verdim de ne yaptım? ayrılmayı hiç
    düşünmedim. başka sevdiklerim olduğunda onlara yönelmemişimdir. üç çocuğum vardı. karımın ise ruhsal bunalımları vardı.
    problemliydi. ben kendimi suçluyordum, benim de bu olayda payın olmuştur diye. ankara'da prof. yusuf savaşır'a kendimi
    suçlayarak anlattım. prof. savaşır "kendini suçlama. hastalığı çocukluktan gelme" dedi. eşinize hiç dayak attığınız oldu mu?
    molla döneminde ilk zamanlarda oldu. onun üzüntüsü her zaman yoğundu. fakat bu durum çok sürmedi. o bir dönemdi. bu
    böyle olurmuş dedim. babanız annenizi döver miydi? çok, çok... o bir gelenek gibiydi. ha, doktor öyle söyledi. ondan önce
    rasim adasal'a götürmüştüm. o şizofren teşhisi koymuştu. "uğraşma" demişti rasim adasal. onunla dostluğumuz vardı. ben
    karıma yardımcı olabilmek için psikoloji ileçok ilgilendim. psikiyatrlarla çok arkadaş olmamın nedenlerinden biri belki de aynı
    dili konuşuyor olmamızdan. nasıl bir yöntem bulabilir, yardımcı olabilirim diye çok uğraşıyordum. dr. rasim adasan'ın bir kitabı
    var. bunu saat saat uygulamaya çalışmıştımkan ma. iyi gelişmeler elde etmiştim. sonra götürdüğümde rasim bey şaşırmıştı.
    "çok iyi" demişti. zaman zaman beliriyor, ortaya çıkıyor. şimdiki sorunu şöyle: kendisi ankara'da. sürekli boşancak mıyız diye
    düşüne gelmiştir. ben de ömrüm boyunca boşanmayacağımızı kanıtlamaya çalışmışımdır. biraz önce telefonla konuştuğum
    karımdı. doktora gitmiş, adını yanlış söylemiş. "çünkü, orada sıkma başlar vardı" diyor. "adımı söylersem turan dursun'un
    karısı olduğumu bilirler, sonra beni gene korkuturlar dedim" diyor.şeriat olabileceğini düşünmüş, onun için başka ad söylemiş.
    doktor ilaç yazmış. çok pahalıymış. onun için başka doktora yazdırmak istemiş. doktor "sen öğleden sonra gel, bakalım"
    demiş. "acaba, doktor beni tutuklatır mı" diye korkuyor.

    sizinle birlikte bir çok korkuyu yaşıyor mutlaka.

    çok ürkek ve korkak bir yapısı vardır.

    dini inancı var mı?

    dini inancı tümden yok denebilir mi, bilmiyorum. yalnız yıllar önce babama "efendi baba, allah, allah diyorsun ama ben senin
    oğlunu allah'tan daha yüksek görüyorum. allah o kadar iyi olamaz" demiş. babam "hadi, oradan hınzır oğlu hınzır" demiş
    kovmuş yanımdan, yıllar önce derdi ki: "bu peygambere inanmıyorum. ama allah'a inanıyorum. ama sen inanmıyorsun.
    'herhalde yok yoktur' diye düşünüyorum o zaman. allah senin gibi bir insanı nasıl cehennemde yakar. öyleyse yoktur." şimdi
    düşünüyorum kırıntıları filan vardır.

    müftülüğüm

    müftülüğünüz ne kadar sürmüştü?

    aslında çok fazla. resmi olarak, 1958'den 1966'ya kadar. ama dinsel anlamıyla 14 yıl kadar yaptım. müftü fetva veren
    konumda olmak demektir. askerlikten sonra istanbul çarşamba'da üçbaş ve ismailağa medreselerinde hocalık yaptım. orda
    yüksek düzeyde sayılan dersler okuttum. müftü olunca ilk görevim tekirdağ'daydı. gemerek, türkili, altındağ ve sivas'ta
    müftülük yaptım. müftülüğüm sırasında da sürgünlerim oldu. sivas'ta köyleri ağaçlandırdık. her köye 50 ağaç dikilsin dedim.
    müftülük lojmanı yerine hastane yapılmasına ön ayak oldum. imamlar için kurs açtım. konferanslar verdim. kurs için
    askeriyeden karavana alıyordum. komutan, "bir koşulla veririm" dedi, "eğer atatürk anıtına çelenk koyarlarsa". böylece ilk kez
    imamlar atatürk anıtına çelenk koydular, saygı duruşunda bulundular. sivas'ın hanzar köyünde su kaynağı var. bir süre sonra
    yitiyor. bend yapılsa herkes yararlanacak. valiye göstermek için başında fotoğraf çektirdim. köylüler gelmeye cesaret
    edemediler. "ağa ne der" diye. ağa karşı çıkmıştı zaten, "eski köye yeni adet mi getiriyorsunuz" demişti. daha sonra trt"deki
    ilk programımın adı "eski köye yeni adet" olmuştu. hakkımda komünist diye söylentiler çıktı. alışılmadık bir müftüydüm. tarık
    zafer tunaya'nın başkanı olduğu devrim ocakları'nın kurucuları arasındaydım. sovyetler birliği'nden 20 bin lira para almış diye
    ihbar olmuş. diyanet müfettişlerinden abdullah güvenç teftişe geldi. adama su verecek bardağımız yoktu evde. ibrikle
    vermiştik utana sıkıla. sinop'un türkili ilçesine sürgün edildiğimde, kentin dışında yıkık dökük bir kulübe tutmuştum. ali şarapçı
    diye bir öğretmenle karısı bana çok yardım etmişti. onada komünist diyorlardı. ben de "keşke komünist olmasaymış, ne iyi
    adammış" diye düşünüyordum. komünizmi kaynağından öğrenmeye karar verdim. ali şarapçı'ya "şu komünist kitaplardan
    getirsen de okusam" dedim. bilmediklerimi gidip soruyorum, okuyorum, ders gibi. inanç dünyamda bir sarsıntı olmadı. ancak
    ürkecek bir şey de yokmuş. sosyal alanda bir ideolojiden çok bir bilim olarak baktım.

    diplomanız var mı?

    liseden dört dersim var. biri beden eğitimi, diğerleri de hiç barışık olamayacağım dersler. cebir, fizik, kimya. bu formül böyle
    konmuş, ama niye hiç anlatılmıyordu. ilkokul diplomasını askerlikten sonra istanbul'da mahmutpaşa ilkokulu'ndan aldım. yoksa
    müftülük elden gidecekti. ortaokulu ise sivas müftüsü iken dışarıdan bitirdim. sekreterim, "bir ayda çerkesçe öğrendiğinize
    göre, yaparsınız" diye ısrar etmişti.

    hiç tarikata girdiniz mi?

    hayır. bir ara saidi nursi'ye sempatim olmuştu. daha sonra necip fazıl kısakürek'e. birkaç ay sürdü. söylediklerinin tam
    tersini yapıyorlardı, içki, kumar vb.

    peygambere ve tanrıya inancın gerçek olmadığını anlıyorum

    hani böyle bir yere kadar insanın bilincinde bir birikim olur olurda, sonunda bir kıvılcım çakar. "hah tamam dersiniz". öylesine
    yerleşmiş ki insanın kültürüne ve bilincine. kesin hesaplaşmak, kopuş zordur. olmadığını bilseniz bile "ya varsa" kalır insanın
    içinde. siz ne zaman dinsi: oldunuz? ne zaman kesin olarak çözdünüz kafanızdaki soruları? ben sürekli tanrı kavramına
    başkaldıran bir yapıyı taşıdım. bu bir evrimsel süreç içinde bir gelişme niteliğinde oldu. söylerdim, tanrı ile kavga ederdim.
    arkasından tövbe estağfurullah derdim. örneğin, kuran allah sözüyse kuran'daki kö1elik niye? niye insanların bir kesimine
    "sen kölesin"tamam olur, kö1elik de olur" denmiş. madem allah'tır köleliği kaldırmalıydı, kimine köle kimine özgür dememeliydi.
    ama arkasından da hemen tövbe estağfurullah derdim. böyle, çocukluktan bu yana başka1dırı hep süregelmiştir. sonra kutsal
    kitaplarla karşılaşınca, kuran'dan önceki kitaplarla tanışınca, muhammed'in aktarmacılığını birden kavradım. hiç aradan zaman
    geçmedi. daha önce yahudilik ve hıristiyanlık hakkında bilgim vardı ama islam'ın aktardıklarıyla biliyordum. kendi
    kaynaklarından bilmiyordum. tevrat'tan ve incil'den söz edilirdi. kendi kaynaklarıyla 1960'lı yıllarda tanıştım. türkiye gençlik
    teşkilatı'nın bana bir çağrısı, önerisi olmuştu. götürelim, papa ile tanıştıralım demişlerdi. onların amaçları böyleydi. "bakın bizde
    de böyle aydın bir. din adamı var." nadir nadi'nin sütununda yazı yazdırmışlardı. baş sayfalarda yer alıyordum. çok popüler bir
    müftüydüm. bir yere gittiğimde sivas müftüsü, aydın müftü turan dursun istanbul'a geldi, ankara'ya gitti... o zaman valiye yer
    vermezlerdi, bana yer verirlerdi. köy ve köylüyü kalkındırma derneği kurmuştum, türkiye'de ilk kez köy hareketiyle ilgili
    olarak. köy kongresi ondan sonra toplanmıştı. cemal gürsel valiyi çağırmamıştı, beni çağırmıştı. çok popüler bir müftüydüm.
    ilerici kuruluşların dikkatini çekmişti. onların ilericilikleri, boyutu o kadardı işte. beni aydın bir müftü olarak alıyorlar. dinimiz,
    bizim islam, şöyleyiz böyleyiz diyorlar. o zaman "madem papayla konuşacağım, o hıristiyan. biz de hıristiyanlar konusunda
    birtakım şeyler biliyoruz ama islam'ın aktardıklarını biliyoruz. acaba bunların kendi kaynaklarında ne diyor? onu öğrenmeliyim
    ki konuştuğum zaman daha güçlü olarak konuşayım" diye düşündüm.

    aaa, daha ilk elime aldığımda sahtekarlığını görebildim. ilk elime aldığımda! hafızlar kuran'ı ezbere bilir, ama hafız hangi ayetin
    nerede olduğunu, hangi konuda hangi ayet olduğunu bilemez. ama ben hemen bilirim. çünkü dünyam olageldi. bir bakıyorum,
    tevrat'ın filanca yerinde şunlar var. aaa filanca surede aynen var, ya da değiştirilmiş biçimiyle var. levililer'de şu var, ona
    bakıyorum o da var. hatta incil'ine bakıyorsun oda öyle. zaten epeydir de sorular vardı. "tamam" dedim "bu adam
    sahtekardır." ama ne fena oldum. öyle bir hınç oluştu ki! çünkü o benim gençliğimi aldı, çocukluğumu aldı.ben ondan
    dolayı gençliğimi, çocukluğumu yaşayamadım. nice insanlar ondan dolayı yaşayamıyor. birçok insan onun felaketzedeleri
    durumun da. o vardır diye, o'nun seçtiği karanlık vardır' diye birçok insan doğruyu yanlış, yanlışı doğru olarak biliyor. yani
    insanca duygular ve insanca oluşumlar, o nedenle birçok yönden gelişememiş. hiçbir hastalık; ne bir kanser, ne aids, ne
    falandır, filandır, hiçbir hastalığın korkunçluğu, hiçbir felaketin korkunçluğu, o dinden gelen korkunçluk kadar korkunç gelmedi
    bana. ve o dakikadan başlayarak hemen savaşa giriştim. savaşmam için mesleğimi bırakmam gerekir. mesleğimin
    doruğundayım. rasgele bir müftü değilim. hani, vardır aydın müftü, gavur imam falanca, ama toplumda saygı görmezler. çünkü
    dini bilmezler. ben hem aydın çevrelerde, aydın müftü olarak tanınıyorum hem de dini, arapça'yi çok iyi bildiğim içindinsel
    çevrelerde, din adamları çevresinde bana kafir filan deseler de, son derece büyük saygı görüyorum. kimi zaman önümde
    eğiliyorlar. böyle saygın bir yerim de var. ekmek de yiyorum. eli öpülen bir durumum var. sivas'ta müftüyken bir sekreterim
    vardı.alışılmamış bir müftüydüm. sekreterim çok güzel bir kızdı. müftü vekili olarak koymuştum. gelenler "müftü bey'le
    görüşmek istiyoruz" diyorlar. fetvaya gelmişler, fetva soracaklar. "buyurun benim" derdi. ben ise köylerde dolaşır ve köylünün
    ne sıkıntısı var, ne sorunu var, onları toplar getirirdim. çözmeye çalışırdım. vali demişti ki o zaman; "sen müesses nizami
    değiştiriyorsun." bu mesleği neden bırakayım? ama bırakmam gerekiyordu. çünkü mademki savaşacağım; hem bu meslekle
    savaşılmaz hem de dürüstçe olmaz.bütün arkadaşlarım beni burası biraz övünür yanım öyle tanımışlardı. hep tutarlı
    olagelmişimdir. hiçbir konuda düşündüğüm ile yaşadığım arasında bir ayrılık olsun istemedim. karı koca ilişkilerimde de öyle
    olmuştur. dinsiz, pardon muhammed'siz peygambersiz olduğum dakikadan başlayarak açıkça söyledim. "ben peygambere
    inanmıyorum, ama allah'a inanıyorum" o bir süre sürdü. ama çok uzun değil. deneyler yaptım kendi kendime, tanrının
    olmadığına ilişkin. önce tanrı varsa, bu tanrı muhammed'in tanrısı değildir diyordum. olamaz ama, acaba bu tanrı ne iş
    yapar? varsa ne yapar? önce var mı? rastlantılar üzerinde durdum. rastlantı öğeleri üzerinde durdum. evde, karım gene
    şaşırmıştı. "sen delirdin mi" demişti. kovaya su doldurdum. süpürgeyi alıp batırdıktan sonra duvarlara rasgele serptim. baktım.
    bakıyorum duvarlarda çeşitli biçimler oluyor. insan resmi, hayvan resmi, ağaç... kuruyor. ben bir daha serpiyorum. kadıncağız
    orada öyle bakıyor. "ne yapıyorsun sen" diyor. "neden yapıyorsun?" alah var mı, yok mu onu bulamaya çalışıyorum" dedim.
    anlayamıyordu, suyla süpürgeyle duvara serpmeyle allah'ın ne ilişkisi var. onlarla bir kanıt bulmuştum. bu duvarlarda çeşitli
    resimler oluşuyor. hayvan resmi. gerçi süpürge benim elimde, su da. suyu serpen de benim. ama o biçimler benim irademden
    kaynaklanmıyor. rastlantısal oluyor. eğer benim irademden kaynaklanıyor olsa, aynı biçimleri bir daha yapabilmeliyim. aynı
    biçimde serpiyorum, başka resimler meydana geliyor. demek ki rastlantısal. öyleyse neden insanlar da evren de rastlantısal
    olmasın. pekala milyonlarca yıl içinde, biçimden biçime geçerek, değişerek. antropolojiyle de çok yakından ilgilendim. bu
    allahlılık iki üç yıl daha sürdü. birden tümden o da silindi. o gelişmeler artık tanrının hiç olmadığı noktaya gelmekle sıçrama
    gösterdi. tanrıyı inkar etmek demiyorum, olan bir şey yok ki inkar edeyim. tanrının yok olduğunu bilme noktasına varmam, o
    sıçrama, birkaç yılımı aldı.

    müftülüğü ne zaman bıraktınız?

    peygambere inanmadığım zaman bıraktım. çöpçülüğe başvurmuştum. bir arkadaşımım önerisiyle trt'de göreve aldım, bir sürü
    program yaptım.

    babamla ilişkilerim kopuyor

    din adamlığını bırakmanız babanızla ilişkilerinizi nasıl etkiledi? bu konuda türlü söylentiler çıkarılıyor.

    aslında babamı anlıyorum; beni din adamı olarak görmek istiyordu. bana başka bir hedef koymuştu. oysa şimdi başka
    konumdayım. ilişkilerimiz ilk sivas'ta müftüyken kopmaya başladı. hafik ilçesi ne bağlı hezek köyünde bir alevi-sünni olayı
    olmuştu. tavrım sunniler tarafından çok eleştirildi. hezek'te 12 hane sünni, gerisi alevi. çevre de hep sünni. aleviler kafirlikle
    suçlanırdı. "cami yapalım, suçlanmayalım" demişler. hıdır imam olmuş. sünniler son derece şımarık. "nasıl kendinize mal
    edersiniz, imam bizden olmalıdır" demişler. karnıaçık diye bir adam, 12 yaşındaçocuğu çıkarmış, "imam bu olacak" diye inat
    etmiş. aleviler de öte yandan diretmişler tâbi: "hayır' bizim hıdır'ımız var!" kavga kaymakamlığa yansıyor. kaymakam yeni
    mezun, deneyimsiz ya da fazlaca sunni. köylüleri topluyor, "aleviler bir yana, müslümanlar bir yana" diyor. aleviler patlıyor.
    "biz müslüman değil miyiz!" kaymakama başkaldırıyorlar, olay büyüyor. il müftüsü olarak, hafik müftüsünü de alıp,
    soruşturmak üzere gittik. kaymakamın ifadesini alacaktık kaçmış. alevilere yatkındım, durumlarına üzülüyordum, acıyordum.
    araba tutup gittik. çok duygulandım, kurbanlıkla karşılamaya çıkmışlar. "bizim kestiğimizi yemezsiniz" dediler. hafik müftüsü
    benden yaşlı, korktu. "ben hepsinin hocası sayılırım, ben yiyeceğim" dedim. imam sorununu çözmek için de, "seçimyapacağız"
    dedim. öyle bir adet yok ama, aleviler'in çoğunlukta olduğunu biliyordum. eğer çocuk seçilirse 12 yaşında diye itiraz ederdim.
    karnıyarık "bak müftü!" dedi, öyle kaldı. el kaldırma yoluyla hıdır seçildi. çok öfkelendiler. şimdiki aklım olsa neyapacaksınız
    imamı derdim.

    hıdır'ı bir de kadroya aldım, maaş bağladım. sünniler arasında bu olay çok yankı yaptı. sünni hocalarla, alevi dedeleri
    toplattım. alevi-sünni çekişmesine son verilecek diye konuştuk. babamla ilişkilerimiz bunun üzerine çok sarsıldı. daha sonra
    dinsiz ve tanrısız olduğumu öğrendi. saldırılar hakaretler geldi. karşılık görmeyince yoruldu. kardeşlerimle de arası açıldı. bana
    karşı sevgisi ve saygısı daha çoktu. "sizin şeyhiniz" derdi. sürtüşme, ilişkilerin kopmasına dönüştü, yıllarca görüşmüyorum.
    kardeşleriniz nasıl karşılıyorlar sizi? alışılan ağabeylikten farklı bir durumdayım. yanlış da olsam "iyi bir yanı vardır" diye
    bakıyorlar. kimseyi benim kadar sevmemişlerdir. ama yavaş yavaş uzaklaştılar. çocuklarınız farklı bir babanın çocuğu olmayı
    nasıl yaşadılar? çok övüneceğim çocuklar. hiç yanlış yapmaz bir baba olarak görürlerdi. sık, sık sabahlara kadar tartışırız.
    sonradan benim de yanlışlarım olabileceğini düşündüler. sıradan bir baba olarak. ama din konusunda bilinçliler.

    hakkınızda hiç dava açıldı mı?

    hayır. hukuki açıdan dikkat ediyorum.
  • susturulduğunda artık çok geçtir, söyleyeceklerini söylemiştir. zırvalayan herhangi bir meczup olmadığı da öldürülmesinden anlaşılabilir zaten.

    yazdığı şeyler aptal saptal ve aslı astarı olmayan şeyler olsaydı kimse ciddiye almazdı kendisini ve kimse ortaçağ kilisesinden beter bir rezilliğe saplanmış dogma iktidarına bu adamdam halel geleceğini düşünerek susturuvermezdi gün ortasında.

    ben yaşım gereği turan dursun'u öldürüldükten yaklaşık 6-7 sene sonra okudum; hem de sahih hadis kitaplarını ve birkaç farklı türkçe mealiyle birlikte kuran'ı masamın üzerine yığarak ve tek tek referanslarına bakarak; farklı yorumlarda ne diyor olabileceğini araştırarak ve bir hadisle ya da ayetle ilişkili olarak dönemin olaylarını da tek tek bularak; sayfa sayfa bütün bakınızlarının altını çizerek; not alarak okudum. sonuç: aylar süren bu okuma için masama yığdığım cilt cilt kitaptan geriye sadece turan dursun'unkiler kaldı, buhari'sinden gazali'sine, yazarlarını hatırlamadığım ilmihallere kadar bir kutuya doldurup koydum kapının önüne. belki de yakmalıydım bilmiyorum, başkalarını zehirlememek için erişilebilir olmalarını engellemeliydim. ama belki bir başkası da ulan ne diyor bunlar diye alıcı gözle okumuştur ve görmüştür diye umut ediyorum.

    fikirler ölmez. yazdığı her bir kitap var arşivimde, bundan on-on beş sene sonra oğlum da okuyacak. daha nice turan dursun lazım bize.
  • yobaz omlet çocukları tarafından 32 yıl önce bugün öldürülen karanlığa karşı ışıldarken öldürülen aydındır.
    failleri ve uzantıları bugün bize kan kusturmaktadır.
    ama elbet devran dönecek bu keserin sapı götlerine girecek!

    e: düzeltme.
  • "rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak uğruna ölümü mü göze alayım?" sözleriyle aslında toplumun içinde yaşadığı karanlığın farkında olan ve aydınlatabilmek için çaba sarf eden yazardır ve bundan 30 yıl önce bugün uğradığı silahlı saldırı sonrasında öldürülmüştür.

    huzur içinde uyusun. öldürülmesine rağmen yazdığı eserlerle, yeni nesile çok değerli kitaplar bırakmıştır. (bkz: din bu) hazır kendisini anmışken, nasıl oldu da bir müftü bu konuları araştırmaya başladı konusunu paylaşabilirim. kendi kaleminden anlatıyor turan dursun:

    "sivas'ın hanzar köyünde su kaynağı var. bir süre sonra yitiyor. bend yapılsa herkes yararlanacak. valiye göstermek için başında fotoğraf çektirdim. köylüler gelmeye cesaret edemediler. "ağa ne der" diye. ağa karşı çıkmıştı zaten, "eski köye yeni adet mi getiriyorsunuz" demişti. daha sonra trt"deki ilk programımın adı "eski köye yeni adet" olmuştu. hakkımda komünist diye söylentiler çıktı. alışılmadık bir müftüydüm. tarık zafer tunaya'nın başkanı olduğu devrim ocakları'nın kurucuları arasındaydım. sovyetler birliği'nden 20 bin lira para almış diye ihbar olmuş. diyanet müfettişlerinden abdullah güvenç teftişe geldi. adama su verecek bardağımız yoktu evde. ibrikle vermiştik utana sıkıla.

    sinop'un türkeli ilçesine sürgün edildiğimde, kentin dışında yıkık dökük bir kulübe tutmuştum. ali şarapçı diye bir öğretmenle karısı bana çok yardım etmişti. ona da komünist diyorlardı. ben de "keşke komünist olmasaymış, ne iyi adammış" diye düşünüyordum. komünizmi kaynağından öğrenmeye karar verdim. ali şarapçı'ya "şu komünist kitaplardan getirsen de okusam" dedim. bilmediklerimi gidip soruyorum, okuyorum, ders gibi. inanç dünyamda bir sarsıntı olmadı. ancak ürkecek bir şey de yokmuş. sosyal alanda bir ideolojiden çok bir bilim olarak baktım."

    “bende inanç devrimi neden oldu? ya da neden inançsızlık oluştu? onu belirteyim: doğru bilime yönelmiştim. çok büyük kütüphanelere gittim. o zaman ben islam'ın kökenini gördüm, okudum. söylencelerden de okudum. bir gün "sümer efsanesi" ile karşılaştım. sümerler'de bir tufan efsanesi. baktım, tevrat'ta var, kur'an'da var. bu bir efsane, nasıl olur da tevrat'ta, kur'an'da olabilir? milattan önce 3000 yılında kaleme alındığı sanılıyor. islam' dan, hatta kur'an'dan çok önce. peki, bunlarda olan, kutsal kitaplarda ne arıyor? sonra, hammurabi yasaları'nın kimi maddeleri tevrat'a aynen geçmiş, ondan sonra kur'an'a da yansımış, yani sarsılmalar benim öyle başladı."

    yazdığı kitapları vb. geçelim bu paylaştığı anısı bile insanlara okumanın önemini belirtmektedir. okumak ve araştırmak herşeyin başıdır. insanlar okudukça çocukluktan itibaren empoze edilmiş düşüncelerinin farkına varabilmektedir.

    @latoneus isimli yazar paylaştı (bkz: sma tip 1 hastasi ada'ya umut ol kampanyasi)
  • çok sağlam bir din eğitiminden geçmiş, kürt mollalardan eğitim alabilmek için kürtçe öğrenmiş, kuranın yazıldığı dil olan kureyş dilini türkiye'de en iyi bilen bir din alimi olmuş fakat ilkokulu bile okumamış bir din alimiyken okulları dışardan okuyarak imamlık daha sonra müftülük yapmış. sıra dışı bir müftü iken fikirleri ve icraatları ile sivrilmiş ve daha sonra ateist olmuş. çok rahat insanları kandırıp maaşını almak varken dürüstçe ateist olduğunu açıklayarak istifa etmiş. fikirlerini çok zor da olsa yayınlamaya insanları aydınlatmaya çalışmış, mollalara, şeyhlere bilimum dinbazlara meydan okumuş, er meydanına çağırmış ama karşısına çıkmaya cesaret edemeyenler tarafından sırtından vurulmuş bir aydınımız. ruhu şad olsun. fikirleri bugün hala birilerini aydınlatmaya devam ediyor. kitaplarını okuyunuz, okutunuz.
  • kokuşmuş bir mitolojik doktrine ilişkin gerçekleri yazıya döktüğü gerekçesiyle ağzı köpüklüler tarafından sokak ortasında katledilen güzel insan.

    işgal, ganimet, talan, kan ve zalimlik üzerine inşa edilmiş kokuşmuş bir mitolojik doktirinin faşist tapınıcılarından da farklı bir şey beklenmezdi zaten.

    üstelik turan dursun, görmüş olduğu tüm bu gerçekleri öldürüleceğini bilmesine rağmen teşhir etmekten çekinmemiştir. tarihte çoktur turan dursunlar...

    --- alıntı ---

    kâfirler, nerede bulunursa yakalanmalı, öldürülmeliydi. bozguncular ya boyunlarından vurularak öldürülmeli, ya asılmalı, ya ellerinden ayaklarından çapraz kesilmeli, ya da sürülmeliydiler. hıristiyan ve yahudilerle dost olunmamalıydı. şeyhülislam fetvalarına göre, alevilerin kanları helaldi. peygamberin dört halifesinden üçü müslümanların bıçaklarıyla can vermişti. şeriatın insanlığa vaat ettiği barış işte buydu.

    turan dursun

    turan dursun öldürüldüğünde gazeteler şöyle bir manşet atmıştı '2 gün önce tehtit mektubu almıştı'

    dahası da vardı; evine mermiler yollanıyordu, evinden çağırılıp tehtit ediliyordu 'gazeteci turan dursun' diyen adamlar onu şehirden şehire sürüyor, zulüm ediyorlardı, öldürülmeden bir hafta önce üç kişi tarafından kaçırılmıştı, daha fazla yazmaması söylenmişti.

    ama o korkmamıştı

    "ben korkmuyorum karanlıktan, ben korkmaktan korkuyorum" demişti.

    hiç korkmadı.

    şöyle özetledi "din konusunda gerçeğe ulaştığımda kendime sordum. rahat yaşamak uğruna gerçeği mezara mı götüreyim; halka gerçeği anlatmak için ölümü mü göze alayım."

    ölümü göze aldı.

    karısı turan dursun'un babasına "eğer tanrı varsa o senin oğlundur, ben ona tapıyorum" diyerek özetliyordu onun aydınlığını.

    ve bu topraklarda aydınlatana dursun dediler.
    gerçeği bilenin ve gerçeği konuşanın olması, siyasetçilerin ve dinciler hiç bir zaman işine gelmedi, gelmez.

    turan dursun'un kıvılcımı, sönmeyecek ve söndürülemeyecek bir alev oldu.

    --- alıntı ---
  • turan dursun, 4 eylül 1990 yılında islamcılar tarafından pusuya düşürülüp öldürüldü. onlar turan dursun'dan korktukları için öldürdüler ama nafile... yazdıkları, eserleri hala günümüzde yaşıyor ve güncelliğini koruyor.

    turan dursun'un dediği gibi,
    "bilcümle islâmcılar! iyice bilin! bilin ve unutmayın ki ben, yüzyılların doğurduğu bir 'ölüm'üm! islâm'ın, tüm dinlerin, tabuların, sonuçları bugün ve yarın görülecek ölümüyüm. çıkarları din karanlığı üstüne kurulu olanlar, bu karanlıktan türlü biçimde yararlananlar, tüm karanlık böcekleri benden korksunlar. ne imzalı, ne imzasız yalanları beni yıldırabilecektir. korksunlar elimdeki ışıktan. bir mum ışığının bile koca bir oda karanlığını nasıl parçaladığını anımsasınlar. binlerce yıllık ilkelliklerin, yalanlarla örülüp piyasalara sürdüğü imanın, kafalardaki, duygulardaki zincirlerinin elbette ki bir gün sonu gelecektir".
  • bu adam belki de fetönün ilk kurbanlarından biri, diğeri (bkz: uğur mumcu). öldürüldükten sonra ilk saatlerde evinde olan olayları oğlu abit dursun anlatıyor;

    cinayetten sonra, turan dursun’un evindeki kütüphanesinden birçok şeyin kaybolduğu ortaya çıktı. en ilginç nokta da, yatağının üzerinde turan dursun’a ait olmadığı bilinen “kutsal terör hizbullah” adlı kitabın bulunmasıydı. yakınları, söz konusu kitabın, eve giren kişiler tarafından bir “mesaj” olarak bırakıldığını söyledi. istanbul emniyet müdürlüğü, polislerin turan dursun’un evinde arama yaptığını doğruladı, ancak arama tutanağında kitaplıktan alınanlar yazılı olarak yer almadı. oğlu abit dursun konuyla ilgili şunları söyledi: “4 eylül 1990’da turan dursun vurulduktan 40-45 dakika sonra polis geliyor. çok daha erken gelen siviller evi darmadağın ediyor. birçok eseri ve çalışması siyah poşetlere konuluyor, onlar çıkarken de resmi giysili polisler içeri giriyor. biz sivil polislerin götürdüğü eserleri ve çalışmaları cumhuriyet başsavcılığı’na başvurarak istedik. ama 9 yıldır bu girişimimizle ilgili hiçbir sonuç alamadık. kuran ansiklopedisi’nin 2000 sayfası, ‘kulleteyn’ isimli kitabın ikinci ve sonraki ciltleri yok. her şeyi götürmüşler. bir yaşam boyu büyük emekle ortaya çıkarılan her şeyi. bütün bunlar sivillerin eve girmesinden sonra kayboldu. devlet içindeki bazı güçler, yasadışı devlet odakları bu eşyaları alıp gitti.”

    abit dursun
    edit: kaynak eklendi
  • dincilerin, her tartışmada "senin ilmin yetmez" diyerek kafalarını kuma gömdükleri konularda, "ilmi yete yete" insanları aydınlatmış, cesur türk aydını.

    islamiyetin, "kız çocuklarına" bakışını, kurandaki iddet müddetlerinin referans gösterildiği ayetler üzerinden korkusuzca anlatan kişidir. (bkz: talak suresi 4. ayet)

    islam fıkıhında "iddet", bir kadın ile bir erkeğin boşanmaları için beklenmesi gereken süre anlamına gelmektedir. islamda, hasep (soy) karışıklığı olmasın diye, boşanmak isteyen çiftlerin bir süre beklemeleri gerekmektedir ve bu bekleme süreleri, çeşitli surelerde tarif edilmiştir. (bkz: talak) (bkz: ahzab) (bkz: bakara) ahzab 49 ve bakara 228, doğrudan bu konuyla ilgilidir.

    talak suresinde, hangi kadının, ne kadar beklemesi gerektiği anlatılır. "adet görenler", "artık adet görmeyenler" ve "henüz adet görmemiş olanlar" gibi sınıflandırmalar vardır. turan dursun, üçüncü grubun, yani henüz adet görmemiş "kadınların", çocukları ifade ettiğini söylemiş ve islamı reddetmiştir. ardından da öldürülmüştür zaten.

    tabi, "parantez içi mealcileri" ve tefsirci tayfa, yıllardır, "arapçada bir kelime 250 milyar anlama gelir" argümanından hareketle, çeşitli savunmalar yapsalar da hâlihazırda, diyanetin "gov.tr" uzantılı resmî internet sitesinde, talak suresinin meali aynen şu şekilde:

    "kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. kim allah'a karşı gelmekten sakınırsa, allah ona işinde bir kolaylık verir." kaynak: https://kuran.diyanet.gov.tr/…ri-baskanligi-meali-1
    güncelleme gelirse diye ekran görüntüsü: görsel

    yani, evli olan ve henüz adet görmemiş bir kadının(!) boşanabilmek için ne kadar beklemesi gerektiği anlatılmış. ancak fark ettiyseniz, tanrı direkt erkeğe sesleniyor. "kadınlarınızdan..." diye devam ediyor. yani "ey insanoğlu, yahut ey kadınlar; konu sizinle ilgili" demiyor. doğrudan kadınlarla ilgili olmasına rağmen muhatap olarak kadını değil, erkeği alıyor.

    çok yorum yapmak istemiyorum aslında. 21'inci yüzyılda bilgiye ulaşmak bu kadar kolayken, hâlâ ninesinden öğrendiği ritüel ve öğretileri mutlak gerçek kabul edenlerle tartışmak yersiz. ben, genel olarak inanca ve bir şeye inanmaya çok saygı duyuyorum. insanlığın ürettiği çok saygı duyulası manevi değerler var. örneğin nezaket... bazı dinsel inanışlar da bunlara dahil. ancak "gerçek islam" bana göre, bunlardan biri değil.

    hani bir söz var ya, "kırk alimi bir delille yendim, bir cahili kırk delille yenemedim." diye; işte bizdeki teoloji pratiği bundan ileri gidemiyor. inancın tam göbeğinde, "şüphe eden inkar etmiş sayılır ve sonsuza kadar cehennemde yanar." şerhi olunca, vicdanına direnemeyen en fazla, "ya benim kafamı bulandırma, ben böyle iyiyim"den öteye gidemiyor.

    turan dursun, arapçayı anadili gibi bilen, hem fıkıh hem de ilmihal bakımından son derece donanımlı bir islam bilgini olmasına karşın, insanları kolayca kandırıp, sırf muskayla, büyüyle, sohbetle gününü gün edebilecekken, bunların hiçbirine tenezzül etmeyip, gerçeği açığa çıkarmak uğruna hayatından olmuş bir aydındır. düşüncelerini merak edenler, makalelerinden oluşan "din bu" adlı eserini okuyabilirler.

    mevlana, "bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez." diyor... turan dursun, bunun bilincinde olduğu hâlde maalesef aydınlattığı onlarca muma rağmen, karanlığa boğulmuştur. ruhu şad olsun...
  • dindar bir aileden gelmi$, bir donem muftuluk yapmi$, turkiye'de dini en iyi bilen insanlardan biri olmu$tur. yazdigi birbirinden degerli eserlerle dindeki celi$kileri goz onune sermi$tir. her kitabi onlarca kez basilmi$, binlerce adet satilmi$tir. turan dursun, ki$iligiyle, konu$ma tarziyla, hitap $ekliyle, saygili uslubuyla ornek te$kil edecek ozelliklere sahip, buyuk bir aydindir. sanilanin aksine onu kimse unutmami$tir, unutmayacaktir.
hesabın var mı? giriş yap