• mali'nin en buyuk sehri. buyuk sahranin hemen altinda. ayrica amerikalilarin 'dunyanin obur ucu' deme sekilleri. bizim patagonya'yi kullanisimizi hatirlatiyor biraz.. bunun nedeni de, buraya batililarin ilk kez 1820'lerde ulasabilmesi. yuzyillar boyunca mali'deki afrika medeniyetinin baskenti olmasi ve cok zengin oldugu soylentileri yol acmistir bu meraka..
  • --- spoiler ---

    içinde nefis bir futbol sahnesini barındıran film.

    --- spoiler ---
  • "riskine ancak bir maceraperestin girebileceği, ancak bir romantiğin bağışlayabileceği, ancak bir göçebenin cazip bulabileceği, ancak bir devenin sevebileceği şehir." tom robbins - half asleep in frog pajamas
  • paul auster'ın pek keyifli bir romanı.

    willy'nin bay kemik'e kurduğu on sayfalık dev monolog, okuduğum en iyi monologlardan biriydi. fikri haklar konusunda sıkıntı yaratmayacak olsa hepsini aktarmak isterim ama iki paragrafla yetineceğim:

    "pekala, gül bakalım, gül. coştuysam coştum, napalım? kafandakileri böyle dışa vurmak insanı rahatlatıyor bazen. budalalık mı bu? belki de öyledir. yine de kin duymaktansa böylesi daha iyi. ... aklından geçenleri biliyorum. söylemene gerek yok. kafandaki sözcükleri duyabiliyorum bayım ama seninle tartışmayacağım. böyle bata çıka yürümenin ne gereği var, diyorsundur sen şimdi kendi kendine; böyle sağa sola devrilmek, toz toprağın içinde yuvarlanmak, sonunda mahvolacağını bilip de bir ömür boyu yerlerde sürünmek ne için? sormakta haklısın bu soruları. ben de kendime sordum kaç kez bunları. bulduğum tek yanıt da hiçbir şeyi cevaplamadı: çünkü ben böyle olsun istedim. çünkü başka seçeneğim yoktu. çünkü bu gibi soruların yanıtları yoktur.

    "öyleyse özür dilemek yok. ben her zaman kusurlu biriydim kemik bey. çelişkilerle, tutarsızlıklarla dolu bir adamdım. bunun da nedeni içgüdülerimin beni bir oraya bir buraya çekmesiydi. öte yandan kalbim temiz. iyi yürekliyim. ... bir yandan da ağzı kalabalık bir çatlak, bir inançsız, kokuşmuş bir palyaçoyum. ya şairlik? sanırım o da bu iki kişilik arasında bir yerlerde düştü kaldı. en iyi yanımla en kötü yanım arasında bir yerde... ne bir azizim ne de bilgelik taslayan bir ayyaş. kafasında sesler gezinen bir adam; bazen taşlarla ağaçların konuşmalarını duyabilen, bazen de bulutların ezgilerini kelimelere dökebilen bir adamım ben. ben buyum. keşke daha fazla böyle olabilseydim. ..."
  • günümüzde takriben 40-45 bin kişilik nüfusuyla çölün ortasında bir kasaba görüntüsü verse de sahraaltı afrika tarihinin en önemli kentlerinden birisi olan tarihi şehir.

    öncelikle, isminin etimolojisinden başlamak gerekiyor. tuaregler'in şehri kurarken kendi dilleri olan berberi'de "kumun içinde gömülü şehir" anlamına gelen 'tim(içinde, içine doğru)-bukt(kum, kum tepeleri)-o(kent, şehir anlamında kullanılan son ek)' ismini verdikleri düşünülüyor. gerçekten de sahra çölü'nün güney ucunda bir bitiş noktası diyebileceğimiz kavşakta kurulmuş bu şehir, tam manasıyla kumdan tepelerin ve kumul düzlüklerin arasında yer etmiştir. peki sahraaltı afrikası'nın gelişimi ve tarihi için neden bu kadar büyük bir önemi var o zaman?

    bu sorunun cevabını tam anlamıyla verebilmek için biraz tarih okumak gerekiyor. gelin başlayalım!

    2009 ve 2010 yılında bölgede yapılan kazılar sonucunda, şimdiki timbuktu kasabasının 7-8 kilometre kadar dışında kurulmuş olan antik bir kentin 9'uncu yüzyıl ilâ 10'uncu yüzyıl arasında bir dönemde yok olduğu biliniyor. muhtemelen bu dönemi takip eden 50-60 yıllık bir dönem içerisinde tuareg kökenli tüccarlar ve onların ailelerinin yerleşmesi maksadıyla bilinen timbuktu'nun kurulduğu tahmin ediliyor. yaklaşık 100-150 yıl kadar başına buyruk ve şehir devleti diyebileceğimiz bir şekilde siyasi ve ticari hayatını sürdüren timbuktu, özellikle bereketli nijer nehri ve vadisinden çıkarılan deniz ürünlerinin ve bölgenin en önemli ticari eşyası olan tuzun kuzey afrika'ya ve oradan da akdeniz havzasına taşınması açısından hayati bir merkez konumuna yükselmeye başlamıştı. bu da sahraaltı afrika bölgesinin güçlü krallıklarından gana'nın gözlerini bu tuareg kentine dikmesine yol açtı. 1300'lerin başında kısa bir süre gana krallığı'nın yönetimine girdiği düşünülen bu şehri, bu krallığın çöküşüyle birlikte 1324 yılında mali imparatoru mansa musa asker kullanmadan ve dönemin timbuktu valisi farba musa'ya bir dizi ticari imtiyaz vermek suretiyle imparatorluğu'nun bir parçası yapmayı başardı. niani kentinin uçsuz bucaksız altın madenleri üzerinde kurulu imparatorluğuna bir de tuz ticaretinin merkezini ekleyen mansa musa, bu şekilde dünyanın en zengin insanı titrine mazhar olmuştu.

    zamanla, djenne ile birlikte mali imparatorluğu'nun doğusunda bir kültür merkezine dönüşen kentin, 1400'lü yılların başlarında nüfusunun 90 bin ilâ 110 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. özellikle 1390'larda açılan büyük islam ünversitesi ile beraber, pek çok islam âlimini de ağırlamaya başlayan kentin, kültürel anlamda zirvesine ulaştığı tarihler diyebileceğimiz 15'inci yüzyılın ilk yarısından hemen sonraysa uzun ve sancılı düşüşü başlıyor.

    1440'ların başlarında mali'deki taht kavgalarından hareketle bağımsızlıklarını ilan eden tuaregler, sadece 20 yıl sonra sonni ali önderliğindeki songhay imparatorluğu'nun himayesi altına giriyorlar. askia mohammed yönetiminde yeniden ekonomik olarak canlanan şehrin 16'ncı yüzyıl boyunca tuz, köle ve altın ticaretindeki rolü eskisi kadar olmasa da yeniden önem kazanıyor. ancak, 1591'de songhay imparatorluğu'nu yıkan fas'ın himayesine giren kent, 1593-1597 yılları arasında dönemin fas sultanı ahmed el-mansur tarafından büyük bir tasfiye ve yer yer katliama maruz bırakılıyor. özellikle, "islami öğretileri yanlış aktardıkları" bahanesiyle yüzlerce din adamı ya öldürülüyor ya da başka şehirlere kaçmak zorunda bırakılıyorlar. bu ayıklama sonrasında da şehirdeki kültürel ve akademik yaşam neredeyse tamamen son bulurken, kentin ticari önemi azalarak da olsa devam ediyor.

    fas, armalar, tuaregler, hamdullah krallığı derken yaklaşık 250 yıl boyunca sürekli bölgedeki krallıklar ve halklar arasında el değiştirip duran timbuktu, nüfusu 15 bin civarına inmiş ve ticari önemini de coğrafi keşifler sebebiyle yitirmiş bir halde 1893 yılında fransız kolonileri yönetimine girdi ve 1960 yılında mali bağımsız olana dek tarihi öneminin yakınından bile geçemeyen bir kasaba olarak bu sınırlar içerisinde kalmayı sürdürdü.

    bu kadim şehir, hâlen 1300-1500 yılları arasındaki öneminin ve değerinin çok uzağında olsa da, 2009 yılındaki unesco araştırmaları ve 2014 yılında çekilen aynı isimli film * film ile popüler kültürde kendisine yer etmeyi başarmıştır.
  • larry diamond'un tanımıyla şöyle bir yer:
    "timbuktu. son temiz yer. yalıtılmışlık, saflığın anası burda. tüm insanlar timbuktu'yu kıskanır, çünkü timbuktu insanlardan uzaklaşmıştır insanların aklını başından alan işte bu bozulmamışlık, ellerinden kaçırdıkları bu kutsal uçtur. timbuktu, cehennem gibi, cennet gibi, insanların kafasında, varlığından sık sık kuşku duyulan fakat asla vazgeçilmeyen bir yer. timbuktu. düş gücünün sefere çıktığında kullanabileceği takımyıldız, haritacının güvertesine dadanan muzip hayalet."
  • daha önce simindis kundzuli için söylediğimi tekrar ettiren filmdir:
    2015 senesi en iyi yabancı film oscar'ını kazanan filmden * kat be kat güzel filmdir.

    --- spoiler ---

    çocukların, futbolu topsuz oynadıkları sahne şiir gibidir.
    --- spoiler ---
  • bir arkadasim cumartesi gecesi sinemaya giderken komsunu goruyor, komsu merakla soruyor "hadi bakalim, nereye boyle cumartesi gecesi?" diye. o zaman hitler hakkinda bir filim var sinemalarda. arkadasim ona gideceklerini soyluyor. adam karisini cagiriyor, "lında gel bak bunlar cumartesi gecesi hitler'i gormeye gidiyorlarmis" diyor.
    bizimki de biraz oyle oldu. filim bitince derin bir nefes aldim, megerse nefesimi tutmusum. omuzlarima agrilar girmis. arkadasima dondum, "kabahat bizde" dedim, "araniyoruz'.

    belkı oscar almaz, iki sokak, iki cadir, iki motor, iki araba ile cekilmis basit bir filim ama, icinize isliyor oyle yavas yavas.
    genclerin futbol oynadiklari sahne icin bile gidilebilir.
  • fabl tadında okuduğum kitaptır.

    paul auster'in kemik bey isimli köpeğin gözünden kurguladığı hikaye; zaman zaman lokal amerikan kültüründen beslenmesi nedeniyle bende düşüşler yaratsa da genel itibariyle sıradışı konusu ve yer yer insan davranışlarını incelemesi yönüyle başarılı.

    kitap bazı bölümlerde oldukça durağan bir hal aldığı için okumak zaman zaman zorlaşıyor ama genelde bakılınca auster'in yaratıcı kaleminin o açığı bence kapatıyor.

    ikinci kez söylemiş gibi olacağım ama paul auster her ne kadar fransa'da yaşamış, fransız kültüründen etkilenmiş olsa da bence tam bir amerikancı. bu tavrını leviathan'da da yoğunlukla hissetmiştim.

    bu arada; timbuktu; kahramanımız bay kemik'in dünyasında ahiret yada cennet manasına gelen bir tanım. kitab ismini bu tanımdan almış. artık ne işe yarayacaksa bu gereksiz bilgiyi de paylaşmış olayım.
  • muhteşem bir roman. benim gibi köpeklerden hiç hoşlanmayan birisini bile yeniden düşündürtecek kudrete sahip.

    duygusallığının, dokunaklılığının yanında; hafiften, uzaktan uzaktan yaptığı amerikan rüyasına karşı eleştiri, bunu özgürlükle sınaması.. her şeyi çok iyi. aferin be paul.
hesabın var mı? giriş yap