• filmdeki patoloji üzerine şu yazı da okunabilir.

    edit: link yenilendi
  • cogu kisinin anlamadigi veya kanimca anlamak istemedigi, insanlarin anlamadiklari seylere sikici deyip gecmeleri sonucunda hakettigi basariyi elde edememis mukemmel bir minghella filmi. patricia highsmith'in ayni isimli etkileyici romanindan oldukca farklilik gosterse de, kitabin yarattigi kotu karakterle izleyiciyi/okuyucuyu ayni tarafta tutma etkisini oldukca basarili bir sekilde beyaz perdeye aktarmistir. ayrica jude law'unkinden cok matt damon'in inanilmaz oyunculuguyla one ciktigini dusundugum bir saheserdir.
  • filmdeki bir karede kucak kucağa oturan iki italyan erkek bulunmaktadır ki bu kare ünlü bir henri-cartier bresson fotoğrafının (bkz: http://www.rokkorclub.net/…aples2c italy2c 1960.jpg) sinemasal reprodüksiyonudur.. film boyunca yine buna benzer birçok fotoğrafik gönderme olması bu yazarınıza pek olası gelmekle beraber kendisinin görsel hafızası zayıf olduğu için bir yorumda bulunmamayı tercih etmektedir.. diğer yandan şu konuda kinini kusmak ister:

    --- spoiler ---
    philip seymour hoffman yatın güvertesinde ripley'e "how's the peeping tom? tommy tommy tommy.." diyerek en aklı başında insanı bile çıldırtabilecek bir performans gösteriyor.. ben ripley olsam küreği alır kafasına yerleştirir daha oracıkta pekmezini akıtırdım bu hoffmanın.. mahkemede de ağır tahrik indiriminden yararlanıp üç sene yatar çıkardım.. bu arada yeri geldi bi de şurdan yakın (bkz: peeping tom)
    --- spoiler ---
  • yıllar sonra dün tekrar izleyip, tekrar çok beğendiğim film.
    jazz, italya, tiril tiril kıyafetler bile yeterli sevmek için, ama bir de üstüne jude law var, philip seymour hoffman'ın kısa ama muhteşem oyunculuğu var.
    matt damon'ın bu filmdeki başarılı oyunculuğu yüzünden kendisinden senelerce tiksindim, bourne serilerini sevebilmem bile aylar sürdü, ingiliz asalet budalası gwyneth'i bile bu filmde izlerken seviyorum.
    yere düşen kanlı heykel başı, küvette satranç, sudaki ayin, jazz bar, operadaki kan gibi onlarca akılda kalıcı sahne ve yaşattığı gerilimle benim en sevdiğim filmlerden biridir kendisi.
  • roman ile film temel olarak konuda paralel gider fakat kişilik ve zaman zaman olay bazında ayrıntılarda ayrışır. tom ripley romanda şizofrenik zekasına hayran bırakır, filmde zekadan ziyade olayların gidişatına göre yol alan bir ripley vardır. roman ripley'in dickie'ye duyduğu ve karşı koyamadığı hayranlığını okuyucuyu şaşırtarak bir sonuca bağlamaz, tanımlamaz, oysa filmde bu yoğun hayranlık homoseksüalite ile açıklanacak kadar basite indirgenmiştir. yanılmasama ile, yani bir erkeğin bir diğer erkeğe hayranlık duyuşunun adının ancak bu olacağı düşüncesinden yola çıkılarak. romanın sonunda ripley zafer bayrağını çeker, koca bir dickie oluverir; film finalinde ise oturup ağlayacağınız kadar zavallı ve sıradan bir varlıktır.

    roman ile film arasındaki farklar ayrıntılarda gizli, ve dolayısıyla anlatılarak bitirilemeyeceğinden, net olarak gördüğüm son farktan bahsetmessem çok ayıp olur.
    şöyle ki; romanda da dickie hayranlık duyulası bir tiptir, ama ripley'in hayranlığından yola çıkarak bu yoğunluğun sınırları çizilir. filmde ise dickie'ye hayranlık duymak için ripley'nin düşünüşünden yola çıkmaya gerek kalmaz, romanı okurken zihinde çizilen resimden çok daha hayranlık duyulasıdır zira ripley artık jude law cisminde tezahür etmiştir.*
  • yıllarca ortasından yakalayıp, anlamadığım için sıkıldığım, nihayet başından itibaren izleyince çok beğendiğim, soundtracki ayrı güzel film. (bkz: my funny valentine) (bkz: tu vuo fa l'americano) (bkz: you don't know what love is) ve daha bir sürü klasik ve jazz...

    ayrıca filmde ayrıntılara çok emek verilmiş. imdb'de triviasını okuduğunuzda daha iyi anlıyorsunuz, mesela tom'un evinde gördüğümüz heykel başı romalı imparator hadrian'a ait * ki bu adamın gay sevgilisini öldürdüğü söylentisi varmış. opera sahnesinde gördüğümüz ise çaykovski'nin yevgeni onegin eseri. o sahnede olga'yla nişanlı olan lenski, onegin'i olga'yı kazanmak için düelloya davet ediyor. bu da filmdeki nişanlanma durumu ile de bağlantılı olsa gerek.

    başka bilgilerse, yönetmen tom rolü için ilk başta tom cruise'u düşünüyormuş. ama bence matt damon gayet başarılı rolünde. jude law da kayıktaki çekimlerde düşüp bir kaburgasını kırmış. philip seymour hoffman'a gelirsek o da rol arkadaşları gibi süperdi, filmde de durumu çakozlayan tek kişiydi gel gör ki aşağı sınıftan gördüğü tom'u küçümsemesi en büyük hatasıydı diyelim spoiler olmasın! çakozlamak demişken marge'ın kadınsı içgüdüsü ama histerik yaftası yüzünden güme gitmesi de ayrı bir konu. kendisinin intikam almasını, talented miss sherwood olmasını beklerdim açıkçası... filmin jude law'dan sonra yavaşladığı yorumlarına da katılmıyorum, eğlenceli saksafon tınıları gitti diye mi öyle geldi insanlara bilemem ama esas dedektiflik durumları o noktada başlıyordu, ben hiç sıkılmadım!

    son olarak, yönetmeni bilmiyordum ve bana fena halde shutter island'ı hatırlattı, hatta yönetmeni martin scorsese sandım. aynı şekilde sürekli sorular sorular. "şimdi ne olacak? yakalanacak mı? burada neler dönüyor?" duygusu, sürekli artan gerilim ve aynı karanlık atmosfer.

    kısacası kitaplarını da okumak için sabırsızlanıyorum.
  • dün gece kanal d'de 12 gibi geç bir saatte yayına giren film. yetkililer daha erken saatleri daha çok rating toplayacağını düşündükleri yapımlara ayırmışlar. öncesinde kınalı kar vardı mesela.
  • patricia highsmithin ripley serisinin ilk romanı. film ise galiba romanın biraz su katılmış bir versiyonu. kitapta ripley gerçek bir kötüdür, yazar da onun avukatlığını yapar. filmdeki ripley ise biraz kafası karışık bir karakter olup bizim kendisine acımamaızı talep etmektedir. ama yine de filmin daraltıcı ya da sıkıcı olduğunu söyleyemem. salonda öfleyip püfleyen kalabalığa rağmen ben sıkılmadan izledim.
  • --- spoiler ---
    masum yüzlü, omurgasız katil bay ripley'in hikayesidir. bay ripley'in öldürmedeki amacı nedir? ukala insanları cezalandırmak mı, adaleti sağlamak mı, yoksa bazı insanları zengin yapan düzenden intikam almak mı? açgözlüdür ripley. kendisinde olmayanları deli gibi kıskanmaktadır.

    sarışın ve hoş insanların oynadığı çokça avrupai duran film. bize çok uzak bir hikayesi var. küstah ve tepeden bakan bir kurguya sahip. italya'nın güzel manzaraları için bile izlenebilir. her zaman havanın günlük güneşlik olmasına rağmen filmin karanlık bir atmosferi vardır. gerilim dozunda ayarlanmıştır.

    matt damon iyi bir oyunculuk çıkarır. o iki yüzlülüğü, hainliği yüzünde okursunuz. jude law hayran olunasıdır. sarı saçları, bronz teni, nerde akşam orda sabah tavrıyla tam bir züppedir. filmin kadın oyuncuları gywneth paltrow ve cate blanchett soğuk görünümlü ulaşılması zor sarışınlardır.

    bir de replik ekleyelim filmden; "sahte birisi olmak, gerçek bir hiç kimse olmaktan iyidir".
    --- spoiler ---
  • filmle roman arasında bir sürü fark vardır*, söz misali cate blanchett in oynadığı karakter romanda çok aranmış ancak bulunamamıştır.
hesabın var mı? giriş yap