• tasvir açısından çok başarılı bir film. restoranın atmosferi, tabaklar, işleyiş mükemmel yansıtılmış. çalışanların disiplini, insanlık dışı çalışma tempoları, uğradıkları mobbing ve tacizlere karşı çaresizlikleri gibi sektörün önemli sorunları yansıtılmış. hiç sorgulamadan şef ne derse yapmaları mantık dışı görünse de, aslında gerçekte var olan şeflerin - hele ki bu kadar üst düzey şeflerin- sorgulanamaz otoritesinin sembolü.

    biraz daha ileri gidip, acaba şef tanrıyı mı sembolize ediyor diye sormak istiyorum. ada yeryüzünü temsil ediyor. çalışanlar emek vererek ve doğanın sunduğu nimetlere saygı duyarak üreten insanlar. müşteriler ise bu nimetleri sömüren, hakkından fazla alan insanlar. tortillaların üzerindeki resimler slowik'in bütün günahları gören olduğunu destekler nitelikte. fahişe bile olsa bir emekçiye oradaki insanların hepsinden fazla saygı göstermesi, hatta onun karnını doyurup azletmesi var. sonunda kendi yaptıkları dahil yarattığı dünyanın çarpıklığını görüyor ve kıyameti getiriyor.

    altı masa var her masanın bir günahı temsil ettiğini düşünürsek:

    - greed yani açgözlülük: foncu çocuklar. you will eat less than you desire, but more than you deserve. foncu çocuklardan birine fısıldanan bu söz hiç bir şey üretmeden sadece alan bu insanların hem fakir yiyeceği hem de en büyük nimet sayılan ekmeğe bile layık olmadığını anlatıyor.

    -gluttony yani ifret: tyler. bu günahın tanımlarından biri sürekli komplike şekillerle hazırlanan, nadide tatlar pesinde koşmak, damak zevki kovalamaktır. tyler kendini o kadar kaptırmış ki ölümü bile göze alıp gelmiş. bu yönüyle aynı zamanda radikal bir dindar gibi. mükemmel olmaya çalışıyor ama günah işlemekten (fotoğraf çekmek, başkasının yemeğine el uzatmak) geri duramıyor. günahları görüldü diye hep çok tedirgin ve mahçup. bu kadar inançlı olduğu için kendinde de bir hikmet olduğunu sanıyor. olmadığını anlayınca intihar ediyor.

    -lust yani şehvet: yaşlı koca. ortada olmayan kızları büyük ihtimal ensest mağduru olduğu için kaçtı veya öldü. adam hala ona benzeyen fahişelerle olarak kendini tatmin peşinde. eşi anlamazdan geliyor. bu yaşanan olayın ağırlığı yüzünden aralarında bir muhabbet kalmamış. ne yediklerinin bile farkında olmadıkları halde, yer bulmanın neredeyse imkansız olduğu bu restorana tekrar tekrar geliyorlar.

    -envy yani haset: eleştirmenler. kendilerinde olmayan bir yeteneği önce keşfediyorlar, süslü kelimelerle zirveye çıkarıyorlar. sonra mikroskopik kusurlar arayarak, o zirveden aşağı iterek tatmin oluyorlar.

    pride yani kibir: aktör. şimdi hayranlarım beni taciz ederden, şef arkadaşım olur yalanına kadar pek çok işareti var.

    sloth - uyuşukluk: bu günahı anneye yakıştırdım. bütün gece hiç bir şey söylemeden, hayattan bezmiş halde sadece içmesi. oğlu daha küçücük bir çocukken onu babasına karşı korumuş ama belli ki annesi onu korumamış. annesinin aksiyon almaması yüzünden slowik belki çok kötü bir şekilde cezalandırıldı veya evden atıldı.

    geriye yedinci günah kalıyor wrath yani gazap. o da şef slowik'e ait. küçükken babasını bıçaklaması, çalışanlarına yaptıkları ve tabi finaldeki gazabı.

    edit: slowik olarak düzeltildi
  • ilk yarısında gerilim dozu yüksek, hikayenin nereye gideceği merak uyandırıyor, tekinsizlik hissi iyi verilmiş. filmin bir menü gibi yemeklere göre bölümlere ayrılması da güzel düşünülmüş. ama 3 ya da 4. course'dan sonra (sous chef'in malum sahnesi) işin içine anlamsız bir mizah giriyor ve karakterler bağlamdan kopuk davranmaya başlıyor. bu da filmi her geçen dakika daha da sulandırıp sonlara doğru iyice cheesy bir hale sokmuş.

    --- spoiler ---
    evet, aristokratlığa özenen burjuva zenginlerinin gastronomiye yüklediği aşırı sanatsal anlam ve bir yemekten neredeyse varoluşçuluğa uzanan suni çıkarımlarda bulunma çabasıyla güzel dalga geçilmiş. ekmek köylülerin besini olduğu için ekmek tabağının ekmeksiz gelmesi falan güzeldi. ama filmin gerilim unsurlarıyla gastronomi eleştirisi bir şekilde birbirine entegre olmamış. şefin motivasyonu tüm o laf salatasına rağmen izleyicide kabul görmüyor. çizburger sipariş ederek şefe gençliğini hatırlatan ana karakterin bu sayede canını kurtarması da zorlama olmuş. şefe bir tarikat mensubu gibi kökten bağlı çalışanlara hiç girmiyorum. bu bir mutfak hiyerarşisi eleştirisiyse de ben almayayım, kalsın.

    bir de holywood'dan alışkın olduğumuz amerikan kıroluğu, filmin son karesinde adeta bedene bürünüp bize el sallıyor. amerikalılar bu 'bad ass' olma haline neden bu kadar bayılıyor gerçekten bilmiyorum. o son karede ada patlarken kızın çizburgeri havalı havalı ısırması filmin en varoş anı olmuş. gözünün önünde 50 kişi vefat ediyor, sen poz keserek yemek yiyorsun. nesin sen, terminatör mü? aman neyse, klasik amerikalılar işte. 1 buçuk saat boyunca felsefe kas, ama finalde gelip gelebileceğin yer anca burası.

    --- spoiler ---

    şu fikrin bir iskandinav ya da uzakdoğulu yönetmenin eline geçmesini çok isterdim. ortaya daha rafine, daha vurucu bir film çıkardı. şu haliyle olsa olsa bir akşam can sıkıntısından izlenir, iki gün sonra da unutulur gider. zaten anya-taylor da çok zayıfladı, gözümde bir cazibesi kalmadı. sen de artık herkes gibisin, uzaylı gözlü kız.

    6/10 sularında yüzen çerezlik bir film.
  • bazı diyaloglar farkındalık adına insanı dumur edebiliyor.

    --- spoiler ---

    -buraya tam 11 defa geldiniz. kimileri için burada 1 defa yemek yemek bile büyük lütuftur. her gelen müşteriye bütün yemeklerin adını tek tek söylüyoruz. bay leibrandt, son geldiğinizde yediğiniz bir yemeğin adını söyleyin lütfen. evvelki sefer de olur. bir tane isim lütfen.
    +(kadın, eşinin kulağına fısıldar) morina.
    -morina değil mankafa. pisi balığıydı. nadir bulunan benekli pisi balığı.
    +ne fark eder?
    -hayvan için fark ediyor bayan leibrandt. ürettiği sanat eseri karnınızda boka dönüşen sanatçı için fark ediyor...

    --- spoiler ---

    bu diyaloğun üzerine hemen filmi durdurup, herhangi bir nusret videosu izliyorsunuz. birkaç saniye sonra neden cennetten siktir edilmiş olabileceğimiz adına aklınızda fikirler belirmeye başlıyor.
  • paris'te 3 michelin yıldızlı bir restoranda koca tabağın tam ortasına konup etrafı saçma sapan sos ve otlarlar süslenip püslenerek ateşte sadece 22 saniye kalmış 50 gramlık çiğ et yiyormuşsunuz gibi elit başlayıp, bağcılar meydan'daki bir dürümcüde ayna ile karşılıklı hatay soslu tavuk döner yiyormuşsunuz gibi bir final yapan vasat film.
  • --- spoiler ---

    voldemort çift tadım yapıyor.

    --- spoiler ---
  • fragman, detayli bilgi ve analiz icin link

    the menü aslında bir dizi yönetmeni olan mark mylod’un (succession, game of thrones, shameless…) sayılı uzun metrajlarından birisi. komedi-korku-gerilim türündeki film çokça mesaj vereyim derken klişe havuzuna düşmeden, twistlerle şaşırtayım derken ipin ucunu kaçırmadan edemiyor maalesef.

    --- spoiler ---

    su götürmez bir gerçek varsa o da toplumun neredeyse en üst tabakalarından belki de %1-5’lik bir kısmı temsil eden ukala, şişik egolu ama bir o kadar da kendini bilmez zenginlerden intikam alma isteğidir. o kadar çok kişinin yapmak istediği bir şey ki bu, burada çoğunluğun (özellikle anaakım seyircisinin) filmdeki karakterle özdeşleşmesi kaçınılmaz. yönetmen de buradan oynuyor, peki gözü tok izleyiciyi etkileyebilecek mi?

    bütün arketiplerin serpiştirilmiş olduğu filmde senaryo da klasik sinema anlatısını da neredeyse harfiyen takip ediyor. hal böle olunca dikkatli seyircinin, daha filmin başında yatın adadan ayrıldığını bastıra bastıra gösterilmesi ile filmin sonunu tahmin etmesi hiç ama hiç zor olmuyor. üstelik hemen peşinde gösterdiği sahnede çatışmanın kiminle kurulacağı da sürprize yer bırakmıyor: tabii ki listede adı bulunmayan, yani aslında oraya, zengin zümreye hiç de ait olmayan bir “dışarıdan gelen” ile kurulacak… ve muhtemelen herkesin öleceği bu etkinlikte tek hayatta kalacak olan da kendisi. e peki filmin sonuna dek ne izleyeceğiz?

    muhtemelen birkaç yıldızlı bir michelin restoranında yemek course’ları aşırı metalaştırılmış ve neredeyse bir sanat nesnesine çevrilmiş gibi görünürken misafirlerimizi iştahlandıran sadece lezzet değil bu yapay aşırılığın kutsanmasıdır. çünkü film seçkin zümrenin sadece pisliklerini ortaya sermekle kalmayacak, aynı zamanda kutsanan sığ tüketim kültürlerini de lanetleyecek.

    elit, seçkin, zengin; adını ne koyarsanız artık, imtiyazlı kesim isimleriyle hitap edildikleri restoranda egolarını cilalarken önlerine gelecek tortilla’larla madalyon diğer yüzüne çevriliyor; sadık eş karısını aldatır, başarılı iş adamları şirket finansallarında sahtecilik yapmaktadır. kapitale saplanan ilk bıçak.

    bahsedildiği gibi şaşırtmayacak sürprizler kendini ele vermeye devam ediyor. tavrı tarzı hannibal lecter kopyası şef ve tahakkümü altındaki (daha çok büyülenmiş gibi görünen) aşçıları bir çeşit tarikat aslında. ve ilk olarak müridin kendini kurban etmesi ile korku klişelerine esaslı bir giriş yapar film.

    ancak daha “arınma” yaşanmadı, courselar ile birlikte değişen konseptle sırayla ve toplu olarak herkese haddi bildirilecek; şefin vurguladığı gibi, verenler ve alanlar olarak tüketim halkasının iki yönlü zincirleri. araları çok uzatmayacağım; en sonunda climax yaşanır, cezalandırılması gereken herkes söylendiği gibi cezalandırılır; bu beklentiyle sinemaya gelen seyircinin katarsisi tecrübe etmesiyle film amacına ulaşır. ancak geriye ne kalır, eleştirdiği şeye dair neyi değiştirir? muamma.

    başarılı denebilecek bir konu var ise o da sinematografi ve aslında daha çok kamera açıları. bu sebeple görüntü yönetmeninin mulholland drive ve twin peaks’den bilgimiz peter deming olması hiç şaşırtmadı! özellikle marshmallow sahnesinde kuş bakışı çekimde adeta bir palet, ya da tablo gibi görünüşü takdire şayan açıkçası.

    hiciv, kara komedi derken saçmalama sınırlarında dolaşan diyaloglar vasat ile cringe arasında kalmış maalesef; özellikle de öleceğini bile bile gelen ezik-patetik fanboy fazla karikatürize edilmiş. ve tıpkı ondaki gibi çoğu karakterin cezalandırma nedeni ya da geçmişine dair sağlam bir köprü kurulmamış, hatta şefin kendisinin cheeseburger’ci geçmişine bile. sadece “dışarıdan gelen”in uğruna birisini öldürerek elde ettiği anahtar ile şefin bilinçaltına kısa ve sığ bir yolculuk yapıyoruz, hepsi bu. çoğu şey havada bırakılmış, ancak bilinçli bir tercihten çok sağlam olmayan bir zemin hissi ile.

    --- spoiler ---

    özet olarak iyi malzemelerle yapılan orta şeker bir film olmuş the menü. seyirci bu menüyü beğenmiş midir, tadı damağında kalmış midir bilemem, ama bana elit kesimi eleştirme klişelerinin ısıtılıp seyirciye sunulmasından başka bir şey olarak gelmedi maalesef.

    fragman, detayli bilgi ve analiz icin link
  • değişik bir konusu olan, yer yer alt metni olan bir film ama bence başarısız.

    --- spoiler ---
    filmin acayip bir gerçekçilik sorunu var. hadi böyle bir restoranın, şefin, çalışanların nasıl bu hale geldiğini anlatmadın, islemedin de öleceğini bilen insanların davranışlarını nasıl böyle aktarabildiniz?

    etraf çatal, bıçak, ateş, kaynıyor bir kişide chefe bir saldırıda bulunmadı. salak gibi ölmeyi beklediler. camı kırmaya çalışan adam dışında "sal bizi gidelim reis"ten öteye gidemedi olay. hele o erkeklere 45 saniye vermek sonra kaçmasını beklemek tam olarak neydi? bu adamların çalışanları atlet mi nasıl yakaladılar hepsini?

    film güzel bir yerden çıkıp kötü işlenmiş bir senaryoya sahip. izlerken sinirlerim bozuldu resmen.
    --- spoiler ---
  • filmin konusu ilgi çekici fakat anlatımı sorunlu.
    senaryodaki boşlukları görmezden gelmek zor. şefin motivasyonunu yeterince açıklamıyorlar. böyle büyük bir işe kalkışmasının nedenlerini yüzeysel geçmişler. ayrıca tyler'ın ve şefin yanında çalışanların bu manyaklığa neden ortak olduklarını anlayamıyoruz.
    bunlara takılmayıp filmin eleştirel yönüne odaklanmaya çalışsak yine yetersiz bir işleniş olduğu görülüyor. göze sokulan mesajlar filmi kurtaramıyor.

    senaryonun yapısı gereği ağır bir ilerleyiş var. filmin süresi kısaydı fakat bazı yerlerde sıkıcı hale geldi. tempo yükselemeden bitip gidiyor.

    kısacası dolu gibi görünen film, aslında bomboş.
  • mesajlarını her ne kadar kör göze parmak kıvamında da verse bence kötü bir film değil.

    son yıllarda dünyada da, ülkemizde de çok fazla popüler olan gastronomi konusunda protest bir tavır sergilemesi bence bu filmi özgün kılmış.

    sosyal medyanın insanlara her geçen gün farklı konularda ideali pompaladığı bir ortamda yaşıyoruz. vücudun şöyle olmalı, böyle giyinmelisin, şurada tatil yapmalısın gibi herkesin konuştuğu dayatmalar bir yana dursun sosyal medya son zamanlarda insanlara sıkça şurada yemelisin, bunu yemelisin, iyi yemek böyle olmalı gibi dayatmalarda bulunuyor. dijital platformlarda sıklıkla yemek belgeselleri yayımlanıyor. bu anlamda iyi yemek de günümüz insanı için kutsallaştırılmış şeylerden birine dönüşüverdi.

    tabii ki fine dining kavramı yıllardır dünyada yer alan bir şey. fakat her yemeğin süslenmesi, malzeme kalitesi sıfır olan restoranların bile bu ufak porsiyon ve şekilli tabak çabalarına girişmesi, en boktan sokak lezzetinin bile anlamsız sunumlarla servis edilmesi bu pompalamanın sonucu yaşadığımız şeyler.

    paranız ve vaktiniz, bu tatları anlayabilecek kadar gelişmiş bir damağınız varsa en iyi restoranların, 2-3 michelin'lerin peşinden koşabilirsiniz. fakat sade bir vatandaşsanız bazen yiyebileceğiniz en iyi yemek basit bir çizburgerdir.

    bu bağlamda film aslında yemeğe bakışları birbirine zıt birkaç insan üzerinden bahsettiğim bu konuların bir okumasını yapmış. filmdeki şefin motivasyonu, karakterlerin karikatür olması yahut filmdeki gerçekçilik gibi öğelere takılmadan bu minvalde izlendiğinde the menu epeyce iyi diyemesek de en azından özgün bir film diyebiliriz.
  • bugün sinemada izlediğim film.* ben beğendim ama belki bilet parasını çıkarmak için beğenmişimdir, güven olmaz. filmin en büyük eksiği bazı şeyleri hiç açıklamamasıydı. peki neleri açıklamamasıydı?--- spoiler ---

    bu warm bodiesteki oğlan neden bu kadar adanmıştı? şef tam olarak nasıl delirdi? margot şefi bugını buldu ama bulabilecek kapasitede miydi? çalışanlar nasıl birer hastalar? tatlı güzel oldu mu?

    --- spoiler ---

    işte bu gibi detaylar biraz daha açıklansa güzel olabilirdi. bilemiyorum, biletler çok pahalı.
hesabın var mı? giriş yap