• percy sledge’in gelmiş geçmiş en iyi aşk şarkılarından biri olan when a man loves a woman’ı ile açılıyor neil jordan filmi the crying game. aşkın bir savaş alanına benzediğini en iyi tescilleyenlerden biri olmasından başka, siyasetin göbeğinden seslenmesine rağmen, tamamen sevginin siyasetinden bahseden sarsıcı bir tecrübe. jordan’ın the soldier’s wife filminden esinlendiği filme önce bu ismi verme fikrinden arkadaşı stanley kubrick caydırmış çünkü kubrick’e göre, dini ve askeri çağrışımlarda bulunan isimler izleyici üzerinde olumsuz etkide bulunabilirmiş. full metal jacket’ın saf bir savaş filmi olmasının bu görüşle ilgisi yoktur sanırım. bunun üzerine jordan, 1960’ların ingiliz pop şarkılarından, filmde de duyduğumuz the crying game’de karar kılmış...

    ira militanları, ingiliz askerlerin örgüt üyesi bir arkadaşlarını esir alması üzerine onu kurtarmak için bir aşk komplosuyla ingiliz asker jody’yi (forest whitaker) kaçırırlar. örgüt üyesi güzel jude’un (miranda richardson) jody’yi kendine aşık ederek kurduğu komplo sonunda ira’nın eline düşen askere göz kulak olan fergus (stephen rea), giderek jody’ye acımaya başlar ve aralarında bir dostluk doğar. yediği kazığın, kendisine kurbağa ve akrep'in hikayesini hatırlattığı jody’nin hayatı ve de en önemlisi aşkı dil (jaye davidson) ile ilgili bilgileri öğrenen fergus, ingiliz askerlerin baskınıyla darmadağın olan operasyonun ardından kurtulmayı başarır ve dil’i bulup, ona asker sevgilisinin mesajını iletmek ister. ama işler hiç de onun düşündüğü gibi gitmeyecek, hesapta olmayan bir sürü sürpriz fergus’u dört bir yandan kuşatacaktır.

    özellikle 90 başlarına göre oldukça cesur kabul edilebilecek cinsel yaklaşımıyla önce birçok stüdyo tarafından çok sıra dışı bulunarak geri çevrilen film, aslında bu sayede daha fazla izleyici çekmiş. reklamın iyisi-kötüsü olmaz sözünü doğrulasa da, bizim tv’deki bazı reklamları görünce reklamın kötüsü olduğu fikrine ısınmaya başlıyorum. “kirlenmek güzeldir” lafından slogan bulunuyorsa, cola turka ile ironik emperyalizm-kapitalizm vurgusu yapılıyorsa, mesleğe yıllarını veren reklamcıların ayşe teyze benzeri yaratıcılıklarına (!) cem yılmaz gibi reklam sektörünün dünkü çocuğundan tokat geliyorsa, ali atıf bir'in otorite sayıldığı bu sektöre ne demeli? demek ki reklamın kötüsü de olurmuş. neyse o dala şimdilik zıplamayalım.

    velhasıl, the crying game bu sayede iyi hasılat yaptığı gibi, en iyi senaryo oscarı başta olmak üzere dünya çapında bir sürü ödül de kazandı. senaryoya baktığımızda aslında terör, aşk, cinsellik, ihanet, ölüm üzerine öyle büyük büyük laflar edilmediğini görürüz. tam tersi, bu filmde jordan senaryosu gücünü basitlikten alıyor. o basitliğin arasına sıkışıp kalmış gizemli hayatlar, yine o basitlikle izleyeni sıkmıyor, hatta topu onlara atıyor. akademinin bu yaklaşımı pek alışıldık değil aslında. oscar moscar diyoruz ama, kimi zaman doğru tespitlerine de diyecek bir şey kalmıyor..

    stephen rea, forest whitaker, jaye davidson ve miranda richardson’un oyunları çok üstün. zaten jordan ile birlikte hepsi çeşitli organizasyonlarda ödüller kazanmış. rea gibi usta bir oyuncunun performansı tıpkı senaryoya benziyor. basit, muğlak ve tekinsiz.. texaslı whitaker’ın ingiliz asker yorumu hiç sırıtmıyor. ama travesti dil rolündeki jaye davidson’un da onlardan aşağı kalır yanı yok. yüz ifadesi ve kemik yapısı onu izleyene pek de yabancılaştırmıyor. onunla ilgili sette yaşanan ilginç bir olay da var: davidson sette nezle olur. onun mini karavanına bir doktor çağrılır. doktor onu muayene eder ve neil jordan ile konuşmaya gider ve der ki: bu kızın hamile olabileceği ihtimalini düşünmediniz mi? bunu duyan jordan ve set ekibi kahkahayı basar. doktor şaşırmıştır. duruma uyanınca hafiften sazan konumunda hisseder.

    biraz da spoiler vermiş gibi olduk ama zaten jordan bunun anlaşılmaz olması için özel bir çaba sarfetmemiş ve dil’in erkek olduğunu bilmenin, bruce willis’in ölü olduğunu bilmek kadar hayati bir şaşırtıcılığı yok. esas üzerinde durulan dil’in kendisi.. aşkı uğruna her şeyi yapabilecek kadar sevgiye aç oluşu, fergus’un da kendini keşfedişine ve fedakarlıkta bulunuşuna yön veriyor. anger management’da linda’nın, love battlefield’da yui ve ching’in, burada da fergus ve dil’in fedakarlıkları bize, gerçek aşkın feragat ve fedakarlık olmadan mümkün olamayacağını anlatıyor. ister onun için stadyumda skorborda sevgi sözcükleri yazdırın, ister onun için kendinizi kurşunların önüne atın, ister onun için aylarca özenle uzattığınız saçlarınızı kesin, yeter ki sevdiğinizi gösterin ve fedakarlıkta bulunun. aşk elde etmesi o kadar meşakkatli bir duygu ki, bulunduğunda yeni bir gezegen keşfetmekle tamamen aynı.. bu bir tarif değil. aşkın tarifi yok, olamaz, olmamalı…
  • "benim doğam bu" diyenlerin filmi. özellikle irlanda sorunu üzerine o imkansız aşk hikayesini anımsıyorum... aşık olduğu kadının gerçek doğasını öğrenen adam ve bu sürprizi seyirciye gösteren o cüretkar tek plan. o kadar cüretkar ki, bünyede şok etkisi yaratabiliyor. filmin en başarılı tarafı, derinliğini izleyicisinin istediği kadar ele vermesi. ne bir eksik, ne bir fazla. bu nedenle psikolojik okumalara son derece açık. "berbat" diye bir köşeye fırlatıp atmanız da olası, "hayatımda izlediğim en güzel filmdi" demeniz de.

    tam bu nokta da yönetmenin ve elbette ki oyuncuların kusursuz performansları devreye giriyor. özellikle fergus (stephen rea) ve dil (jaye davidson) filmi sürükleyen ana karakterler. film, doğası birbirinden farklı iki insanın kesişen yolu üzerinde adeta zigzag çizercesine ilerliyor... zaten filmin o muhteşem şarkısı daha en başından seyiriciye bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi:

    bilinecek ne varsa biliyorum,
    ağlatan oyuna dair.
    ağlatan oyundan çıkardım,
    kendi payımı.

    önce öpüşler vardır,
    sonra iç çekişler,
    daha anlamadan nerede olduğunu,
    buluverirsin kendini hoşçakal derken.

    yakında birgün anlatacağım,
    ağlatan oyunu gökteki aya;
    biliyorsa,
    belki o anlatır bana.

    neden var gönül yarası?
    neden var göz yaşları?
    ne yapmalı
    durdurmak için bu üzüntüyü?

    aşk kaybolup gittiğinde,
    istemiyorum bir daha
    bu ağlatan oyunu.
    istemiyorum bir daha
    bu ağlatan oyunu!

    bu arada yıllar önce bu filmin çin'de, "sevgilimin bir penisi var" adıyla gösterildiğini öğrendiğimde çok gülmüştüm. ayrıca soundtrack'ı mutlaka bulunup dinlenmeli. percy sledge'den, boy george'a; the blue jays'dan, lyle lovett'e kadar kimler yok ki? ama benim favori parçam; film başlarken duyduğumuz when a man loves a woman... percy sledge olağanüstü yorumlamış.

    uyarmadan edemicem, bu filmin gerçekten de enteresan bir sihri vardır. bir kere kendinizi kaptırdınız mı fanatikliğe kadar götürebiliyor. bi anda kendinizi filmin cartını curtunu ararken bulabilirsiniz o derece. nerden mi biliyorum?

    "elimde değil; benim doğam bu..."
  • bir neil jordan klasigi. cok yonlu bir film, hele filmin cinsiyet ve cinsellige degindigi bolumleri gercekten cok etkileyici ve dusundurucu. eger bir erkek, kadin olarak kendini kabul ettirebiliyorsa, o zaman kadinsilik ya da erkeksilik neye gore olusuyor? judith butler'in 'gender trouble' adli kitabinda savundugu, cinsiyetin aslinda bir tur performans oldugu gorusunu cok guzel ornekleyen bir film.
  • filmin en etkileyici diyaloglarından birinde, iskemlede elleri bağlı olarak oturmakta bulunan forest whitaker, kendisini alıkoyan ira askerine akrep ile kurbağa öyküsü anlatır:

    --- spoiler ---
    akrep, ırmağı geçmek istemektedir. kurbağa'dan kendisini karşıya sırtında taşımasını ister. kurbağa, "sen akrepsin. beni sokarsın. olmaz." der. akrep ise, "ben salak mıyım? seni sokarsam, ikimiz de boğulur ölürüz." der ve kurbağayı ikna eder. kurbağa akrebi sırtına alır, ırmağın ortalarına doğru kurbağa sırtında bir acı hisseder. acı ile kıvranırken, akrebe "ne yaptın! ölüyorum, sen de boğulacaksın.." der kurbağa. akrep, "elimde değil, benim doğam bu." diye cevap verir. (i can't help it. it's my nature)
    --- spoiler ---

    aslında, her iki karakter de işleri ve doğaları gereğini yapmaktadır. ama asıl film, bundan sonra başlar. doğası daha farklı bir üçüncü karakter ile biçimlenir.
  • hayvanların doğası hakkındaki repliği ile aklınızın köşesinde yer alırken, insan olmanın en yabancilanan yanlarını bır ekran icinde önünüze sunan filmdir...
  • --- spoiler ---

    orijinal bir senaryo, sade ve bir o kadar da başarılı oyunculuklar temelinde ortaya çıkan bir eser olmuş. rehin ingiliz askerin, dostluk kurduğu fergus'a bahsettiği kızın tuhaf ve ilginç bir kişilik olduğunu kuaförde fergus ile arasında geçen ilk sahneden anlayabiliyoruz. bir süre sonra seyirci fergus/jimmy ve dil arasındaki olaylara odaklanmışken eski defterlerin açılmasını sağlayacak jude'un gelişi de hikayeye oldukça başarılı şekilde bağlanmış.

    film boyunca kafamın almadığı tek bölüm ise fergus'ın kusmaya başladığı sahne ve sonrasında gelen "o biliyor mu? eskisi biliyor muydu? bana neden söylemedin?" sorularının döndüğü bölüm. açıkçası "kız hamile olsa gerek" diye düşünen kesim oldukça fazladır ama dil'in travesti olması, çok az kişinin aklına gelmiştir. dil'i canlandıran ismin jaye davidson aslında bir erkek olması, kafamda halen yer alan soru işaretlerinin sebebi. bir erkek nasıl bu kadar güzel olur lan, ben bile çekimine kapıldım kızın. :(

    imdb puanım 8/10

    --- spoiler ---
  • bu isimdeki filmin can alıcı sahnelerinden biri hakkında:

    --- spoiler ---

    (bkz: siki tutmak)

    --- spoiler ---
  • içinde ayrıca "dökülmüş dişlerini, kırık parmaklarınla topladın mı hiç?" gibi mükemmel bir tehdit cümlesinin geçtiği film.
  • iki kez izlenmesi gereken filmler kategorisinde olan aglatan oyunu, ikinci kez cehov'un "bir silah hikayede geciyorsa, mutlaka kullanilacaktir" lafini dustur alip tekrar seyrederken, bu sefer filmin ana kadin karakteri ile ilgili sasirtici gercegin ipuclarini filmde aradim. acikcasi sonunu bilseniz de bu ipuclari o kadar guzel gizlenmisti ki yakalamak neredeyse mumkun degildi.

    belki, fergus'un jody'e cisini yaptirdigi upuzun sahne, belki jody'in cok kati bir sekilde "hayir, o senin tipin olamaz, kesinlikle olamaz" deyisi ipucu olabilir. ama hikaye o kadar guzel bir sekilde kotarilmis ki, film sizi bir yerde pek de tahmin edemeyeceginiz birseyler olacagina dair beklentiye sokarken, o beklentiye dair hicbirsey soylememeyi bir sekilde basarmis ve hikayenin ne yone nasil bir sona gidecegini gizlemistir.

    benzer bir hikaye icin; (bkz: madame butterfly) ve (bkz: m butterfly)
  • --- spoiler ---
    filmdeki pek çok iyi şeyin yanı sıra, dil'in jude'un üzerine kurşun yağdırdığı sahnedeki gerçekçiliğin de göz ardı edilmemesi gerektiğini düşündüğüm filmdir. zira miranda richardson'un canlandırdığı femme fatale ira militanı jude'un bedenine, eline, dizine ve son olarak boynuna saplanan kurşunlar bir aşk ve intikam cinayetinin hıncıyla kana bular etrafı.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap