• her bölüm bittiğinde derin bir nefes aldıran, temposuyla zorlayan dizi. yalnız bu bilinçli bir hareket.

    dizi, mutfağın içindeki o kaos ortamını kendine tempo olarak seçmiş. yani anlatım dili o mutfak kaosunudan geliyor. bu nedenle, bir mutfak nasıl küfürlü, gürültülü ve agresifse dizinin dili de her bölümde tıpkı o mutfak kaosu içinde. bu yönüyle her bölüm bittiğinde, tıpkı mesai bitimindeki gibi "anasını satayım pertim çıktı, ne biçim gündü" diye iç çekiyorsunuz. bunu 7. bölümde öyle bir yapıyor ki bölüm bittiğinde sigara molası veriyorsunuz. hatta 5. bölümden itibaren her şey yoluna giriyor galiba düzelecek diyoruz. ama her şeyin düzgün olduğu mutfaktaki kaos bile sıradan bir insan için çok geliyor.

    ancak dizinin senaryosu çok tembel. öncelikle karakterlerin düşüncelerini, biri soruyor diğeri yanıtlıyor. yani burundan bir diyalog var. daha ilk bölümden carmen'in nyc'nin en iyi şefi olduğu söyleniyor. mike'ın intihar ettiği söyleniyor, ilerleyen bölümlerde carmen nasıl hissetiğini kendi söylüyor. yani dizi seyirciye ekranda izlerken anlamaları için bir set kurmak yerine, olay neyse doğrudan diyalogla seyirciye anlatıyor. özellikle son bölümde, carmen'in neler hissetiğini direk bize anlatması, onu anlamamızı sağlasada "bunu daha iyi yapamaz mıydılar?" diye düşündüm. çünkü gerçek hayatta böyle katarsislerin olmaz, insanlar hislerini bu kadar kolay anlatmaz, kimse de sormaz. bu konu sınıfta kalıyor. ek olarak total senaryoda da problem olduğunu düşünüyorum. her şey kaos iken pasta ile uğraşma, menüde olmayan yemeği müşteriye verme vb. durumlar normal şeyler değiller. mutfak kültüründe çok çok ekstrem görülebilir. ancak, terminoloji, hareketlilik ve sinir sahli gayet iyi betimlenmiş ve senaryoya yedirilmiş.

    son olarak oyuncular ortalama üzerinde. white'ın oyunculuğu çok övülmüş ancak büyük bir sahne süresine sahip olduğu için bana normal geldi.

    dizi 8.5/10 almış imdb'den. sebebinin ilham verici bir hikaye olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. 8/10. izleyin, kısa zaten bölümler bir seferde gider.
  • bu hikayedeki en gercek olaylardan bir tanesi de sudur.

    --- spoiler ---

    latino teyzemiz kendine guvensizliginden kaynakli daha iyi olmaya calismaktan korkar ve aslinda yaptigi purenin iyi oldugunu ama insanlarin bunu anlamadigina inanmaya calisir. sonra yaptigi purenin yeterli olmadigini kabul eder. daha sonra yaptigi purenin gercekten kotu olduguna ve restoranin istedigi seviyede asla olamayacagina inanir. bu yuzden her yaptigi tadimda hayal kirikligina ugrar ve en sonunda hazirladigi pureyi bir ustundeki sefe gotururken kotu oldugunu duyacagindan emin olarak gider.

    sonrasinda sefi pureyi tadar ve cok iyi oldugunu soyler. teyzemiz once sasirir, sonra tabi ya ifadesine burunur.

    tebrikler teyzemiz. once kendini kabullendin. sonra hayata geride basladiysam basladim ne yapalim diyebildin. sonra da sadece yapmayi istedigin bir seyde iyi olmayi deneyerek o noktaya geldin.

    ha tabi sonra ne oldu? ufak bir edinim hissi disinda ne oldugu sorusunun cevabi biraz mechul. bir de iyi patates puresi cok iyi bir sey o da bir arti tabi.

    --- spoiler ---
  • richie: any of you incel q-anon 4chan snyder-cut motherfu**ers wanna get out of line now?*

    the bear, system
  • 7. bölüm beni benden aldı. 20 dakika ne ara geçti anlamadım. müthiş bir bölümdü.

    bu yıl izlediğim en iyi dizi.
  • içinde gereksizce serpiştirilmiş cinsellik olmayan bir dizi izlemeyeli çok uzun süre olmuştu.

    --- spoiler ---

    ekmeğini salçadan çıkarmak bu olsa gerekti
    --- spoiler ---
  • 2. sezon > 1. sezon.

    en cok da hosuma giden sey mekanda calisan tum oyuncalara bir topluluk icinde challenge verilip o zorluk karssindaki degisim donusumlerini gosterirlerken carminin challenge durumunun kapali bir dolapta olmasi.

    kendi hatasi ile kendini dolaba kilitli birakip kendisiyle yuzlestirildi.

    digerlerine firsat verilmemis hayatta. kiyida kosede kalmislar ya da itilmisler.

    fakat carmi abimiz kendi kendisini izole etmis. ve o izole dunyadan cikamamak icin de cesitli bahaneler uretmis. bunu guzel gosterdi.
  • 7. bölüm 10/10, ne manyak bölümdü be, finalde dağıtacak kesin.
  • richie'nin dönüşümünü izlemek inanılmaz zevkliydi. büyük oynamış
  • bir disney+ serisi olan the bear dizisinin ilk sezonunu inceleyip yorumladığımız videoya aşağıdan ulaşabilirsiniz:
    https://www.youtube.com/watch?v=dmzrltbblla

    the bear, varoşlardan çıkma genç ve umut vaad eden carmen 'carmy' berzatto adında bir chef’in, abisi öldükten sonra kendisine kalan chicago’daki vasat bir restaurantı ıslah etme çabasını anlatan bir tv dizisi. bizi ekrana kitleyen ise, carmen ve diğer karakterlerimizin bu süreçteki bir takım yüzlesmelerine şahit olmamız oluyor.
    ilk sezon, her bölümü ortalama 30 dakikadan oluşan 8 bölümden oluşuyor.

    house of dragon ve yüzüklerin efendisi (dizi) felaketlerinden sonra gerçek dünyadan, başarılı bir hikaye izlemek iyi geldi.

    fx firmasına ait bir tv series. bu şirketin cıkardığı dizilere bakarak diyebiliriz ki, anlattığı şey orjinal olmasa da anlatış şeklinde mutlaka bir orjinallik barındıran, hafif art house’umsu diziler çıkardıkları görünüyor. hakeza burada da yapmışlar bir numaralar.

    peki teknik anlamda nedir bu dizinin alamet-i farikası?

    kamera plan çekimlerine bakın. neredeyse sürekli close up (yakın çekim). mutfakta en genis açı medium shot. o da tek kişinin bulanık bir görüntüsü ve birilerinin omzu oluyor genelde. sürekli birilerinin nefesi ensenizde.
    klostrofobik bir ortam.

    bir de emin değilim ama çoğu yakın çekim planda makyajdan kaçınmışlar sanki. her yakın çekimde oyuncuların tüm gözenekleri löp diye önümüzdeydi. daha iyi anlayanlar varsa varsa düzeltsin beni.

    çekim tekniği ise, çoğunlukla shaky camera.
    o gerginliği, o dağınıklığı, o dinamizmi hissettirmek için yapılmış iyi bir tercih.

    kamera hareketleri de karakterlerimizin halet-i ruhiyesiyle birlikte düzenleniyor. ılk bölümdeki ard arda gelen diyaloglar bizde “neredeyim lan? ne oluyor?” hissiyatı yaratıyordu. sonraki bölümlerde bir seyler oturdukça kameramız da bir sakinliyor ama uzun surmuyor, tabii ki. bölüm inceleme kısmında göreceğimiz üzere şeytan azapta gerek. hemen başka bir sorun acığı kapatıyor.

    şöyle ilginç bir anlatı şekli de geliştirmişler.
    plan geçişleri, alışık olduğumuz şekilde tek karede, jump cut’lar ile oluyor.
    ama sahne veya sekans gecişleri ortalama 1-2 saniye süren sessiz siyah ekranlar ile oluyor.
    ses geçişi de eklemiyorlar bilerek. dümdüz boşluk…
    mr robot’ta cekimlerde yaptıkları değişiklik ile anlatıya bir sey katma cabaları gibi.
    kompozisyonu değiştirdiler ve tuttu.
    zack snyder, 300 filminde renkleri cartlatıp slow motion kan sıçramaları getirdi ve bu, o filme bir seyler kattı. çünkü filmin tonuyla uyumlu bir karardı.
    bunlar güzel denemeler. saygı ve sevgi duyarız.

    bir başka ilginç yapım notu da:
    cinsellik, fingirdeme falan yok.
    “tamam, bari sunlar sevişsin” diyorsun ama sevişmiyorlar.
    ılginç bir tercih.

    tek plan çekilen 7. bölüm, bu derece yüksek tempoda ve küçücük ortamda oyuncuların dibine gire gire çekilen bir sette gayet başarılı olmuş.

    dizi bir resturantta geçiyor ama yemek ve mutfak kısmına ilgi duymasanız da alacağınız zevk azalmaz diye düşünüyorum. dizinin ana teması ve hikaye orada geçiyor olsa da, duygusal ağırlığını “yas ile baş etme” ve “herkesin hayattaki amacını kurgulama çabası” gibi yerlerden alıyor.

    tabii, arada farklı bir takım alt temalar da işleniyor: göçmenlik, uyuşturucu, covid’in işletmeler üzerindeki etkileri vs...
    rahmetli abi michael’ı gizemli bir figür olarak göstermeleri ve diğerleri üzerindeki etkileri.
    apocalypse now filminde marlon brando karakterine yapılan atıflar gibi.
    sürekli bir bulanıklık, bir sis perdesi ardından efsanevi karaktere ait anektodlar duyuyorduk.
    burada da böyle bir imaj ve terk-i diyarından sonra etrafındaki insanlar üzerinde biraktığı etkinin peşinden koşuyoruz sezon boyunca. kendisi ile bağ kurmuş olan çoğu kişinin hayatının merkezine yerleşmiş bir karakterden bahsediyoruz. ölümünden sonra biraktığı etki herkeste farklı şekilde zuhur ediyor. çünkü muhattap olduğumuz her karakter en hafif tabiriyle biraz “kırık” insanlar.

    peki karakterler yaşadığı olaylar sayesinde gelişiyor mu?
    baştakinden daha farklı bir kisi oluyor mu?
    a noktasından b noktasına gidiyor muyuz?
    kişisel bir gelişim var mı?

    isterseniz önce şöyle bir bölümler üzerinden geçip deconstruct edelim.
    ardından incelememize devam eder ve son yorumlarımızı da ekleriz.
    hadi başlayalım:

    --- spoiler ---
    bölüm #1:
    harika bir açılış sekansı.
    dizi boyunca ayı neyi temsil ediyor meselesi biraz kafa karıştırıcı gibi görünüyor olabilir. açılıs sekansı, son üç bölümü izledıkten sonra netleşiyor aslında. şu bitsin konuşuruz.
    akılda kalan replıklerimiz bir “thank you, chef”, sonra “you cut vegetables like a bitch” ve bir de en önemlisi “let it rip” yani “sal kendini”.
    dizimiz de tam olarak böyle başlıyor. ana karakterimiz junior ayı, kendini bir hengamenin içerisinde buluyor ve öykümüz başlıyor.
    sonra hoop tüm ilk bölüm boyunca dopdolu aşırı yorucu exposition sahneleri, bir açıklama silsilesi başlıyor. 30dk da kim kimdir, şu an ne yapıyorlar hızlıca anlatıyorlar. daha ilk bölümden “eski köye yeni adet” getirmeye çalışıyor ana karakterimiz carmen. ortada işlemeyen bir restaurant, bir takım insanlar ve 27 dkda izleyiciyi yoracak kadar çatışma görüyoruz.

    bölüm #2:
    whiplash’in mutfakta geçen spin-off’u gibi harika bir sahne ile başlıyor ikinci bölüm.
    yorucu bir günün ardından ıvır zıvır yiyip kola içip tv karşısında sızıp kalıyor şefimiz. bu sahneyi çok sevdim ben. bence bu, bize mutfağın sağlıklı değil de daha koraptif, yozlaşmış bir tutku olduğunu gösteriyor.
    stajyer kızımız “siz beni dümdüz çalıştırıyorsunuz, terfi ettirin madem” diyor ikinci günden. bir de “dersimi çalıştım, ben burayı var ya şaha kaldırırım, ver yetkiyi gör etkiyi ” diyor.
    veee denetlemeye geliyorlar. daha 2. günden. görüyorsunuz tempo hep yüksek. insanlar boşuna safdie kardeşlerin filmlerine benzetmiyorlar. daima bir gerginlik, bir koşturmaca, bir tekinsizlik var. denetleme güzel geçmiyor ve birtakım ihmaller sonucu c sınıfı sertifika alıp oturuyorlar yerine. ihmaller ritchie yüzündenmiş; o yüzden biraz günah keçisi ilan ediliyor.

    amcası “abinin bana çok borcu vardı, istersen dükkanı sat bana” diyor. ama şu an kulağa geldiği gibi kötü bir karakter değil. sadece diğerlerine göre biraz realist. benim amcam da tam olarak bu taktikle zengin oldu. bu amcalarda evrensel bir piçlik var.
    ritchie nin karısı ve kızıyla ilişkisinin hasarlı olduğunu görüyoruz.

    sadece bu kadar mı? hayır.
    sarı şefimiz carmen in ablası ile ilişkisi de kötü. ikisi de zorlanıyor ama carmen hiç adım atamıyor.
    ritchie, mutfakta rahmetli abinin carmieye bıraktığı mektubu buluyor. ona vermek üzere masasına bırakıyor ama sonra “aman 8 bölüm ne anlatacağız şimdi” diyerek finale kadar vermekten vazgeçiyor.
    son sahnede görüyoruz ki, c sertifika almalarına sebep olan ihmal aslında carmy’nin suçuymuş. shit!
    demek ki bastırdığı problemlerin semptomları giderek ciddileşiyor ve günlük hayatını etkileyecek raddeye gelmiş.

    bölüm 3#:
    bölümümüz carmy'nin sonunda ablasının tavsiyesine uyup adsız alkolikler toplantılarına katılmasıyla başlıyor. bu arada bu toplantıların adı her neyse, bence ülkemizin en büyük ihtiyaçlarından birisi böyle bir ortam. gerçi kimse kimseye söz hakkı vermezdi ama olsun.

    restaurant’da işler yerine oturmaktan çok uzak; birbirlerini yiyorlar resmen.
    bizim sarı oğlanın psikolojisi de iyice bozulmus; kabuslardan kan ter icinde uyanıyor. zor zamanlar geciren cogu insan gibi, çağımızın yeni kuran-ı kerim’i, yeni incil’i olan kişisel gelişim kitaplarına dalıyor. belki de bunun sonucu olarak, hevesli kızımız sydney’i karşısına alıp ''yetki istiyordun, al sana yetki: yap numaranı' diyor. supervisor/takım lideri gibi bir şey oluyor.

    'iş tanımlarını netleştirelim, biraz kurumsallık ya' diyor ve tam olarak kime dönüşüyor biliyor musunuz? ahanda şu successiondaki abi kendall roy. kurumsallık yow.

    bu düzen getiriyor mu? biraz ama bolca çatışmayı da beraberinde getiriyor.
    kimileri adapte olmaya çalışırken, kimileri “haspam, başımıza muhtar kesildi” diyerek işleri baltalamaya, sabote etmeye başlıyor.

    birçok bağ kuruluyor bu bölümde ve başladığımız sahne olan şafak vakti kumsalda dolanırken günlük döngü tamamlanır. ve bölüm de.

    bölüm #4:
    iki kuruş para kazanalım diye ek iş olarak cicero amca’nın torunların doğumgünü partisine gidiyorlar.
    sydney ve latin abla arasindaki gerilim artıyor da artıyor.
    cicero amca ve ritchie de birbirlerini pek sevmiyor belli ki.

    tombiş kardeşin donut aşkını ve çocukluğunda yediği o mükemmel donutun arayışını dinliyoruz.
    bu ailede kimse enişteye saygı duymuyor gibi duruyor.

    sonra nasıl olduysa sen gel, bir kutu xanax çocukların meyve suyuna karış. herkes bir köşeye sızıp kalıyor. amca kızacak diye beklerken, onun da işine geliyor. babası, abisi, restaurant’ın önemi hakkında babacan bir konuşma yapıyorlar.

    latin abla tina, yeni tarif ile istemeye istemeye ve sydney’in yardımını alarak yaptığı püreyi, bölüm sonunda sydney’e tattırıyor. karşı saldırı beklerken tebrik gören latin ablamız, sydney’e bir saygı ifadesi olarak kullandıkları üzere 'sef' diye hitap eder ve buzlar kırılır.
    “öteki yanağını dön” felsefesi, hz isa değilseniz yalnızca tv dizilerinde işe yarayan bir yaklaşım herhalde.

    bölüm #5:
    “yeni bir menü yapalım, şu konuda haklıydın” falan fistan derken yönetmen ve senarist kardeş, 3 dakikalık sakinliği çok görmüş olacaklar ki, karakterlerimiz bir ses geliyor diye içeriye bakarlar: su tesisatı patlar ve restaurant’ı su basar.

    dükkanin ayak işlerine kosturan eleman “beni de işe alin” diyor. kuzen, yani kurumsallıktan en uzak adam, ayaküstü mülakat yaparken bir anda kavgaya tutuşurlar.
    o sırada ağzından ritchie’nin torbacılık yaptığını kaçırıyor. bu işlerden uzak duracaksın diyen sarı oğlana “covid’i nasil atlattik saniyorsun? ek gelir, ogluuum” diye de çok pis laf sokuyor.
    megerse, bu da abisinin fikriymiş. gerginlik sanki azmış gibi sigortalar da atıyor. bambaska bir gerginlik dalgası.
    dondurucudaki, dolaptaki yiyecekleri hooop ablasının dolaba taşıyorlar hemen.
    bu vesileyle, zoraki bir sekilde ablasıyla yüzleşiyor: “şu söylediğin toplantılara gitmeye başladım” diyince biraz salıyor ablası.

    nihai çözüm olarak bütün tezgah, ocak ve kasayı dışarı taşıyorlar. “show must go on” tripleri.
    “sigortalar benim yüzümden attı diyen donutçu oğlana ''olur öyle, sktr et' konusması yapıyor carmen.
    tamir maliyetinin dağlar tuttuğunu öğrenince, yüzyılın karaktersizlik örneğini gösterip “son bir posta daha mı mal okutsan sokaklarda” diyorlar.

    sydney, eskiden deneyip batırdığı catering işini anlatıyor. ve bir bölümün daha sonuna geldik.

    bölüm #6:
    6. bölüm, müteveffa abi michael’ın flashback anısıyla başlıyor.
    punisher abi, gerçekten bahsettikleri gibi herkesi etkisi altına alan baskın bir karakter. yokluğunun etki yaratması şaşırtıcı değil gibi.
    bill murray hakkında bir anektod anlatıyor ve ortalığı yakıp yıkıyor.
    kontrast yaratmak adına, aynı anektodu günümüzde date’ine anlatan ritchie’yi görüyoruz ve aldığı reaksiyon ise son derece sönük.

    kızımız sydney, işin ortasında sarı oğlanı yakalayıp “buldum! eureka! paket risotto yapıp parayı kıracağız' diye darlıyor. bizim oglan da:
    1. şu an zamanı degil. düşünüyorum
    2. “sen bu boktan yere ait değilsin. o yüzden eski çalıştığın yerleri aradım; herkes senin son derece akıllı, son derece yetenekli, ama aynı zamanda son derece sabırsız olduğundan bahsetti. işler azıcık yoluna girdi gibi; dur az soluk alalım” diye eyliyor kızımızı.

    bu bölümde az gerginlik olduğunu düşünmüş olacaklar ki, sugar abla “bilmem ne kurumuna 2018’den itibaren bilmemne belgelerini sunmamız lazım, bu işler de bana kaldı” diyerek bizimkileri darlıyor.

    o arada, dışarıda birileri birbirlerine sıkarken bir mermi de restaurant camına isabet ediyor. ama herkes işine gücüne devam ediyor. chicago da çinçin, selamsız gibi bir yer demek ki.

    kuzen ile sydney’nin bir arada olduğu şu sahne, yeni ve eskinin diyalogu olarak hizmet ediyor hikayeye. bir taraf, “garip bir şey yok, ilerleme böyle bir şey” derken, diğer taraf “burada hassas bir ekosistem, hassas bir denge var' diyor. ritchie tam bir status quo’cu iken, sydney ise radikal yenilikler peşindeki hevesli genç oluyor.
    ritchie ise yaradığı nadir işlerden birisi olan sokaktaki serserlilerle konuşuyor ve “mevzu çıkarmayın buralarda” diyor.

    burada biraz dertleşiyorlar. ritchie kızının annesinin telefonunda “ritchie - kötü haber” diye kayıtlıymış. bende de var böyle birkaç kişi.

    kızımız, huyu kurusun, darlamaya devam ediyor:
    “şeeeef! şef! spesiyal yapacaktık ya hani… hazirladim ben, bak şunu bir tatsana. menüye koyalım mı? he? he? he?”'
    oğlan da cok iyi olmuş da sosuna şöyle yaparız fln diye atlatmaya çalışıyor. kızımız trip atacak ya, hazırladığı tabağı gidip “müessesemizin ikramı' diye bir müşterinin önüne koyuyor.

    abla ile buzlar daha da eriyor. ıkisinin bir araya gelmesi icin yazıldığı bariz olan sorun çözüldüğüne göre, artık aradıklari belgeleri bulabilirler.
    neredeymiş? aaa buradaymış…
    tembel herifler!

    serseriler konusunu kızımız rüşvet ile çözüyor. bu da ritchie’yi gereksiz kılıyor. maziyi temsil eden ritchie’nin ardından direniş konusunda en sağlam kale olan latin abla tina da “yeniye direnmeyelim, bak iyiyiz” diyince iyice bozuluyor kuzen. son destekçisini de kaybediyor.
    ve ne yapıyor?
    oradaki oğlanları gidip polise şikayet ediyor.

    bölüm #7:
    geldik 7. bölüme. bu bölümde ekip şov yapmış. yönetmen, böyle yüksek tempolu bir dizinin bu bölümünü tek plan çekmiş. yani baya kamerayı açıp start’a basmışlar ve hiç kesmeden 20 dk gitmişler. aslında tek plan olmadığını, gizli kesmeler olduğunu iddia edenler var. bana sorarsanız işin zanaat kısmı hiç farketmez. önemli olan anlatıya bir etkisi var mı? bence olumlu etki etmiş.

    içeriğe gelirsek, diğer bölümlerden 10 dakika daha kısa ama gerginlik olmaz olur mu?
    var, tabii ki.

    aaaa…
    geçen bölüm, yaptığı spesiyali verdiği random müşteri kim çıktı?
    meğerse anonim bir gurmeymiş ve yemek çok tutmuş! bak sen...
    lazy scriptwriting!

    böylece şefimiz sarı oğlan da duyuyor ama “sıkıntı yok, işimize gelir” diyerek bozuntuya vermiyor.
    bu kadar mı? ne münasebet.
    bugün yeni sipariş sistemini hayata geçirdikleri gün.
    başka?
    latin abla oğlunu işi öğrensin diye tam da bugün getirmiş.
    baska?
    sistemde ön sipariş seçeneği açık bırakılmış ve yazıyı gören gelmiş. mesai başlar başlamaz yetişemeyecekleri kadar çok sipariş geliyor. yani daha güne başlamadan sıçıyorlar.

    ritchie, hazır firsatını yakalamışken, her şeyi kişisel algıladığı için kızımıza sarıyor. çünkü bu dükkanin onun icin bambaşka bir anlamı var.
    gel gelelim kızımız sydney, buranın bir restraurant ve bunun sadece bir “iş” olduğunu bilal’e anlatır gibi anlatıyor. so american, so yeni nesil.

    krizi pek yönetebildikleri söylenemez.
    neler olduğunu şöyle bir özetlersek:

    >kuzen, kızımız sydney’e gıcıklık yapıyor.
    >kızımız da sonunda kendini bozuyor
    >sarı pipi millete bağırmaya başlıyor
    >donutçu oğlan, milletin götünde ayı bağırırken “usta! şu donuta baksana usta” diye ortaya çıkıyor ve carmen fıttırıyor.
    >aman allahım. “senin götünü keserim” lafını ilk defa uygulamasıyla görüyorum. ritchie’yi harcadılar. kim? dengesiz sydney.
    >bu yüz ifadesini en son full metal jacket’da kafayı kıran asker oğlan g3 ile kafasına sıkmadan önce görmüştüm. ama kızımız sydney o kadar radikal hareketler yapmıyor. sadece istifa ediyor.
    >'harika bir şefsin ama bok gibi bir adamsın' diyor ve basıp gidiyor.

    bölüm #8:
    geldik sezon finaline.
    finalin sevabı da var, günahı da.
    sarı şefimiz yüzleşmeci kabuslarından uyanıyor. birçok psikanalist “gerçek hayatta çıkamayan rüyalarda çıkıyor” diyor.
    sarı oğlan da bu sebepten mi, hazır hissettiği için mi, yoksa sırf birileri “konuşmak isteyen var mı” diye sorduğundan mı bilinmez, bizim oğlan sonunda içini açmak için ortaya atılıyor. ve aklından geçenleri, halet-i ruhiyesini yaldır yaldır bize anlatırken dinliyoruz.

    etkileyici mi?
    evet

    kaliteli mi?
    pek degil.

    bilmem kac dakika boyunca kardeşimizi oturtup konuşturmak yerine hikayeye yedirerek göstermelerini beklerdim.

    bir katarsis anı yaşanıyor galiba.
    neyden bahsediyor?
    >abim öldü benim biliyor musunuz?
    >uyuşturucu kullanıyormuş ama bilmiyordum. yakınız sanıyordum bir de…
    >'let it rip' (sal gitsin) derdi bana hep
    >abim candır ya; insanlar üzerinde acayip bir etkisi vardı.
    >sonra beni restauranta almamaya başladı
    >ben ne yaptım? “skerler, görürsünüz” diyip “en baba restaurantlarda çalışacağım” dedim. ve yaptım da…
    >canım çıktı ama yaptım!
    >bir aferin duymak için neler yaptım be.
    >şimdi o yok ama restaurant var
    vsvs

    restaurant bugün bir bekarlığa veda partisi için kiralanmış. yani sakin bir gün olması bekleniyor.
    personelin çoğu izinli.

    ıstifa eden iki kaçak arayı kapatıyorlar.
    “bari buradan bir fingirdeme çıksın” diyoruz ama cık... yok. sıfır.

    hesap-kitap kontrolü yaparken abisinin bir yere her ay yüklü miktarda ödeme yaptığını görüyoruz ama bunun ne ya da kime olduğu belirsiz.

    ve tabii ki restautant’da sakin bir gün olmuyor.
    ıçeride kavga çıkıyor. olaya yumruk atarak dahil olan kuzen, olay çıkaranlardan birisini bayıltıyor ve komaya sokuyor. mapusta “adam ölecek mi? komadan çıkacak mı?” gerginliği yaşıyoruz.
    ama çok şükür adam ölmüyor ve kefaret ile salıyorlar.

    carmen, ufak bir gerginlik sonrası mutfakta yarı-bilinçli yarı-bilinçsiz yangın çıkarıyor.

    ritchie, carmen’e bırakılan mektubu sonunda sahibine veriyor. “şimdiye kadar vermek istemiyordum çünkü bu, onun gittiğini kabullenmek anlamına gelecekti” diyerek itiraf ediyor ve son direnişçinin de düştüğünü görüyoruz.

    mektubu açıyor. ne yazıyormuş?
    sürekli duydugumuz kalıp: “let it rip, dude”/”sal gitsin, booolum”.
    ve arkasında da personel yemeği için spagetti tarifi...
    spagettide kullanılan domates sosundan hoooop bir balya para çıkıyor.
    deux ex machina dedikleri bu olsa gerek.

    bütün konservelerin içerisinden para çıkıyor.
    cicero amcanın borcuna denk gelen para bunlar herhalde.
    hmmm…
    donut oğlandan sonra kızımız sydney de dönüyor.
    restaurant’ın konseptini değiştirip adını da “original beef”den “the bear”a çeviriyorlar.

    tanıdığımız herkes personel ya da dizideki adıyla aile yemeğinde bir arada.
    neşe dolu; tıpkı rahmetli michael abi hayattayken olduğu gibi.
    ve vıcık vıcık bir final ile ilk sezonumuz bitiyor.

    the end!
    --- spoiler ---

    thank you chef

    peki neden ayı? kimdir, nedir bu ayı?
    bu konuda bir sürü yorum var.
    ailenin soy adı berzatti. ve yanlis hatirlamıyorsam abisine de bear diye hitap ediyorlardı. soyadından gelmiş bir nick sayılabilir.
    başka?
    açlık, vahşilik denebilir.
    başka?
    carmen’in ruh hayvanı diyen var.
    başka?
    chicago şehrinin takım sembolü “chicago bears” olabilir.

    bir röportajinda bunu dizinin executive producer’ı, yönetici yapımcısı, joanna calo’ya soruyorlar. o da “bütün yazarlar ilk 30 saniyeden seyirciyi yakalamak için öyle şeyler yaparlar. ama bu sadece seyirci değil, oynayacak oyuncuları da ayartmak için güzel bir yöntem. illa sizi ekrana kitlemek icin olmasa da, sağlam bir açılış yapmak zorunda hissettik” gibi bir şeyler söylemiş.
    bence o kadar bulandırmaya gerek yok. bu açıklamaların hepsinin bir yeri var. filmin açılış sekansını, sezonu izledikten sonra tekrar izleyince gayet net gözüküyor:
    carmen’lere ayı diyorlar, çünkü hem soy isimlerindeki benzerlikten, hem bulundukları şehirden ve hem de karakterlerinin tanımlayıcı temel bir özelliğinden geliyor.
    peki baştaki sahne? bütün sezon boyunca duyduğumuz tekrar eden en duygu yüklü replik neydi? sürekli bir duygusal boşalma anında “let it rip, let it rip (sal kendini)” diyip durdular. dizi de ayının chicago köprüsünde kafesten salınmasıyla başlıyor.
    hem etkili, hem görsel olarak güzel, hem manidar. bambambam

    dizi, geçmişte olan biten olayları anlatmak için bizi flashbacklere boğmuyor.
    bu iyi. ama daha iyisini mi yapıyor? bazen evet, bazen hayır.
    bunları karakterlerin dertleştiği anlarda, ufak davranış değişikliklerinde ya da mikro-mimikler ile verdikleri zaman iyi bir tercih.
    amaaaa adsız alkolikler toplantılarında dümdüz diyaloglarla vermesi çok da iyi bir tercih değil.

    the bear, izlemesi pek de kolay bir dizi değil.
    paso küçücük restauranttayız.
    en fazla kapının önüne sigara icmeye kadar çıkıyoruz.
    klostrofobik bir ortam var.
    tempo yüksek; kafanı kaldırıp telefonuna bakmaya gelmiyor.

    dizinin senaryosu genellikle iyi olsa da yer yer tembellikler de var.

    bu bağlamda dizimize bakacak olursak, benim bu son derece başarılı bulduğum ilk sezon sonrasında 2. sezondan beklentim maalesef biraz düşük.

    çoğu dizide şöyle bir hata yapılıyor: ana ve yan hikayelerin hepsini, çok iyi geçen ilk sezonda bitirip sonra sırf çatışma olsun diye ortaya atılan bir şeyin peşinde birinci sezon hatrına saatlerce bize gereksiz gereksiz olaylar izletiyorlar.

    bu konuda kötü örnek ne:
    prison break.
    diziyi sürükleyen, gerginliği yaratan faktör o kadar hapisten kaçış mücadelesine odaklıydı ki, tekrar bir çatışma bir mücadele görene kadar 3. sezona kadar beklemiştik.

    “eh iste” örnek verecek olursak, ben ‘dexter’ derdim.
    asıl gerginliğimiz, küçük istisnalar haric hep oradaydı. ve ayrıca sezonluk mücadeleler de kendi sezonu içerisinde çözülüp bizi biraz rahatlatıyordu ama gelecek sezonu izlemekten de alıkoymuyordu.

    peki iyi ornek?
    person of interest
    westworld

    her sezon çözülen olaylar, sonraki sezonun yanında daha minimal meseleler olarak kalıyor. her sezon daha fazla şey tehlikede oluyor. her sezon daha büyük resimden bakıyoruz olaylara.

    bunu yapan çok fazla yapım var aslında, ama dengeleri doğru yöneten ve zamanında bitirebilen çok az.
    o yüzden bu örnekleri verdim. yoksa fast and furious serisi de buna bir örnek ama lotu arttıra arttıra, sokaklarda alt kültürü temsil eden hızlı arabalar temalı bir filmden nerelere geldiler mevzu. en son uzayda androidlerle fln dövüşüyorlardıasdsa

    peki ben niye bu konuda biraz umutsuz ve negatifim:
    genel karakter özelliklerimi saymazsak şöyle bir bakalim:
    ilk sezondan beklentilerimiz nelerdi?

    >restaurant işlevselliğini geri kazandı mı?
    evet, hatta eskisinden de iyi.

    >karakterlerimiz çatışmalarını çözüp bağ kurdular mı?
    evet.

    >restaurant borcu ne oldu?
    fazlasıyla kapandı.

    >michael’ın yasını atlatabildiler mi?
    kısmen

    >bu çatışma, bizi ikinci sezonda taşımaya yeter mi?
    çok zor bea.

    yeni çatısmalar bulacaklar mutlaka ama burası cok ince bir cizgi. bizi diziye bağlayan ana faktörlerden cok uzaklaşırlarsa bu bir kumar. aynı şeyleri önümüze getirirlerse de redundant/tekrar/gereksiz şeyler izlediğimiz için sıkılacağız.

    hatta biraz daha açalım:

    ana hikayemiz neydi?
    restaurant’ın devri, dükkanın batmaması
    olaylar bunun etrafında dönüyor.

    yan hikayeler:
    yan hikayelerimiz karakterlerin bireysel motivasyonlarıyla şekillendiği için karakterlerimizi tek tek inceleyelim;

    # carmen “the sarı oğlan”:
    asıl eleman, utanmazgillerden lips
    abisinin ölümü ile baş etme, yani yas sürecinde. ama yüzleşmeci olduğu söylenemez.

    abisinin ölümüyle carmen’in hayattaki en temel amacı boşa çıkıyor. artık kendisini kanıtlayabileceği birisi yok ve eskiden ona motivasyon sağlayan yolda artık yürümesi anlamsız. yeni bir şeyler bulması lazım.

    # richie “the kuzen”:
    bu kardeş tam bir tutunamayan. ciddi aidiyet sorunları var. intihar eden abi michael’ın en iyi arkadaşı ve dolayısıyla ailenin de bir parçası. rich gibi bir karakterin, kabul edildiği, güvenli bir yere karşı aşırı tutucu bir tavır içinde gayet normal. bu da onu tam bir status quo’cu yapıyor. neden?
    geçmise tutunmak zorunda.
    eski hayatı çok mu iyiydi?
    muhtemelen degildi ama konfor alanı dediğimiz mevzu da böyle bir şey. ılla konforlu olmak zorunda değil. tanıdık olsa yeter...

    çok değinmediler ama ailesiyle sorunları da arka planda birikiyor. bu da elinde tek kalan tanıdık yeri, bir nevi son evini, yani restaurantı daha da önemli yapıyor.

    # sydney “the prodigy girl”:
    carmen’in başka bir versiyonu gibi. tıpkı carmen gibi ust seviyeye oynaması gerekirken bu bok cukurunda tutunmaya çalışıyor. kisisel motivasyonunu henüz göremiyoruz. büyük ihtimalle ailesiyle babasıyla alakalı bir şeyler ama semptomlarını, yani günlük hayattaki yansımalarını görüyoruz. belki o da bir aidiyet ya da yas sürecindedir ve burada deva arıyordur.

    kızımızla ilgili başka ne done var elimizde?
    buraya fazla geldigini ama baska işlerde de tutunamadığını biliyoruz.
    neden?
    fazlasıyla pushy, darlayan bir tip. ışlem önceliği ve temel dinamikleri anlayamıyor gibi. nedeni daha sonra çikar elbet.

    # donutçu oğlan, marcus:
    yuvarlak masa sovalyeleri gibi bir kutsal kase arayışına çıkmış:
    mükemmel donutu yapsa her sey düzelecek çünkü.
    hepimizde var böyle cinslikler.
    şunu bir yapsak her şey düzelecek sdfldasfa

    # latin abla, tina:
    asi ve sinirli bir hanımefendi. dikenleri neredeyse gözle görülür bir boyuta gelmiş. çoğu agresif görünümlü insanın, incinmekten kaçtığı için öyle davrandığını düşünürsek, bu hanımefendi de dışarıya çok kapalı. ama işine çok bağlı gibi duruyor. rahmetli michael’a da öyle. bunları birleştirince restraurant’ın michael sayesinde kendisini rahat hissettiği yegane yer olduğunu düşünebiliriz. aynı zamanda böyle keskin bir karakterin, direnişini de açıklamış olur.
    peki tavrımız ne zaman değişt? duvarlarımız ne zaman indi?
    yeni sistemde de yeri olduğunu anlayıp başkaları tarafından da kabul edildiğinde.

    # cicero amca:
    hikayenin gercekliğe bakan tarafı.
    sülalenin ayakları yere basan karakteri.
    bu iyi bir şey olsa da karakterlerimiz genel olarak sürüklenen tipler olduğu için amca bazen karşı takımdaymış gibi görünebiliyor.
    ailesine yardım etmek ve bir arada tutmak istiyor. ama etrafındakiler henüz o olgunlukta değiller gibi.

    hepsinin karakter özelliklerini ve çatışmalarını bu şekilde özetleyebiliriz diye düşünüyorum.

    evet canlar. böylece ayı dizisinin ilk sezonunu okuyup yorumlamış oluyoruz. tek atımlık bir mermileri mi varmış, yoksa yaratıcı bir ekibin ürünü mü hep beraber bekleyip göreceğiz.
    başka bir entaride görüşmek üzere.

    edit: ikinci sezon sonrası yorum ektedir: #154302397
  • tam anlamıyla (bkz: underrated) bir dizi. shameless ve chicago severler için birebir. açıkçası ben beğendim. bölümlerin süresi tam yerli yerinde. haftasonuna yaymalık bir dizi. hele bir 7. bölüm yapmışlar, başladım bölüme su koymak için bardağı aldım 20 dakika boş bardakla durmuşum. bölüm bitince farkettim. bir de dizinin final bölümünden sonra mutfağa yahniye değil de aile için sarımsaklı domates soslu spagetti yapmaya koştum swh
    --- spoiler ---

    7. bölüm servise kalan 20. dakikada başlıyor ve tek planda olanı biteni gösteriyor aslında her şey bu kadar kısa sürede çıplak ve gerçekçi
    --- spoiler ---

    edit: muazzam soundtrack playlist
hesabın var mı? giriş yap