• son bir yıldır falan sinemayla daha çok ilgilenmeye çalışıyorum. yok, öyle sinemayla ilgili bir şey yapmak için değil. anlamaya çalışıyorum diyelim. izlenecek filmler listesi yapıyorum, günlük tutuyorum. burayı açıp bakıyorum, sevdiğim filmlerle ilgili kim ne yazmış, belki ben de bir şeyler karalarım diye. namussuzlar öyle güzel yazıyorlar, öyle güzel okuyorlar ki bazı filmleri, hemen kaçıyor hevesim.
    teströl es lelekröl de yaptığım listelerin içindeydi. evde de yalnızdım dün, perdeleri çektim, salonu kararttım, ildiko enyedi teyzenin 18 yıl aradan sonra çektiği bu güzel filmi seyrettim.
    filmlerdeki teknik yetersizlikleri, eksikleri yakalayacak kadar bilgili değilim henüz. onları işinin ehline bırakıyorum. hikayenin kendisine odaklanıyorum şimdilik.

    --- ufak tefek spoiler ---

    maria ve endre. biri bedenen diğeri aklen ya da ruhen, eksik demeye de dilim varmıyor ama, tam olmayan, bozuk karakterler. endre felçli bir kola sahip: dalında çürümüş bir meyve gibi taşıyor kolunu bedeninde. maria da bir tür otizmden muzdarip. ilişki kurmayı, insan içine çıkmayı bir türlü öğrenememiş. bir bakıma büyümüş, ama olgunlaşamamış, çocuk kalmış. (hala çocuk psikoterapistine gidiyor). o da bu haliyle dışarıdan bakınca diğerlerine benzeyen, ama içine bakınca henüz olmadığı anlaşılan, kabak çıkmış bir karpuza benziyor. bu iki eksik karakterin filmin sonunda birbirlerini tamamlayacaklarını anlıyoruz daha en başından.
    maria'nın bu çekingenliğini, büyükler dünyasına adım atmakta, ortalıkta olmakta yaşadığı tedirginliği ildiko enyedi ne güzel anlatmış. parmak uçlarını bile saklıyor güneşten, gölgeye kaçıyor. gölgenin serinliği, tenhalığı ona bir tür güven hissi veriyor olmalı. sonra maria'yı akşam evinde görüyoruz. yalnız başına yemeğini yemiş, bir bardak çay yapmış. fincanı alıp masaya oturuyor. masanın üstü, iyice kenara itilmiş, duvara dayanmış tuzluk ve karabiberlik dışında bomboş. fincanı da masanın ortasına değil, kenarına koyuyor maria. ortada olmak güvenli değil onun için. hep kenara köşeye saklanmalı.
    sonra alıyor tuzluğu karabiberliği, o günün kaba bir simülasyonunu oluşturuyor: bu tuzluk sen ol endre, bu karabiberlik de benmişim. filmin devamında benzer bir sahne daha var. bu sefer sahneyi kilerden bulup getirdiği eski oyuncaklarıyla kuruyor. erkek oyuncağın bir kolunu sökmeyi de unutmamış akıllım. ama işte, oyuncak paradoksu diyebileceğim bir şey var. gerçek hakkında fikir sahibi olmak için oyuncaklarla oynuyoruz ama aslında hiçbir işe yaramıyorlar. elimizdeki oyuncak, her neyi temsil ediyorsa, aslına neredeyse hiç benzemiyor. oyuncağına bakarak nesnenin aslına dair bir fikir edinmeye çalışmak çoçuğu büyüklerin dünyasına yaklaştır mı? öyle olsa bile sonu hüsran olmaz mı? neyse, bunu uzatmayalım.
    maria'nın çocukluğu ilgimi çekiyor yine de. adam phillips, çocukların dili, sözcükleri nasıl kullanacaklarını henüz bilmediklerini söylüyordu bir kitabında. çocukların yanında ebeveynlerin tedirgin olmalarının nedeni de bu. beni utandıracak bir şey söyleyecek mi? ve söylüyor maria. işyerinin yemekhanesinde endre'nin yanına gelip, yanında başka biri var mı, yok mu diye bakmadan çok yakışıklı olduğunu söylüyor ona.
    yine de büyümek, çocukluktan geç de olsa çıkmak için elinden geleni yapıyor maria. müzik dinlemeyi sevmeye çalışıyor, kendine telefon alıyor, yaşlı temizlikçinin söylediği gibi dik, kırıtarak yürümeye bile çalışıyor. ama büyümenin öyle istenecek bir tarafı yok pek. cioran, tam hatırlamıyorum ama mealen şöyle bir şey söylüyordu. çocuklar eğer ergenlikten çıktıkları zamanki kadar bilinçli olsalardı, küçük yaşlarda daha çok intihar vakasına rastlanırdı. ve maria bu bilince, bu hüsrana, büyümenin aslında pek istenecek bir şey olmadığı bilgisine varıyor ve o kan bileğinden nasıl fışkırıyor öyle küvetin içinde. ama işte aşk diye bir şey var ve seni daha da aptallaştırıyor, umut veriyor. telefon çalınca fırlıyor küvetten maria, endre'nin sesini duyunca tamam diyor, geliyorum. bant, poşet, eline geçerse sarıyor yarasını, koşuyor endre'nin yanına.
    ve başta da söylediğimiz gibi tamamlıyorlar birbirlerini. seviştikten sonra, endre'nin yatağın yanına sarkan sakat kolunu tutup kaldırıyor maria, yatağın üstüne koyuyor. sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar.
    bakıyorum da bir tek maria'dan bahsetmişim. oysa üstüne konuşmaya değecek başka pek çok şey daha var filmde. belki sonra editler, bir şeyler daha yazarım.
  • bu filmi iki defa salonda izledim. ikisinde de bence aşırı hüzünlü olan sahnelerde insanlar güldü. çok güldü hem de. böyle olunca ben daha bi filmin içine girip kendimi yakın hissettim. çok güzel film.
  • bedenimiz ile ruhumuz arasındaki ilişki; bu dünyadaki ilk aşk ve nefret ilişkisi bana göre. adem'den ve havva'dan önce, hikayemiz başlamadan en önce, o ikisi vardı; beden ve ruh. birbirinden ayrı yapamayan, birbirini tamamlamadan hep eksik kalan, aynı zamanda birbirine zarar verebilen ilk ikilidir onlar. tıpkı, maria ve endre gibi...

    maria; ruh gibi, tüy gibi, renksiz ve kokusuz gibi. ağzından ne çıkıyorsa; gerçekten ve imasız onu söylüyor gibi.

    endre; beden gibi, ağır gibi, elle tutulur ve gözle görülür gibi. ağzından ne çıkıyorsa; gerçekten istediğinden değil, söylenmesi gereken o olduğu için söylüyor gibi.

    maria, ayak parmaklarının ucuna dokunan güneşten bile sakınırken kendini ve gölgelere saklanırken, endre güneşe bütün vücuduyla döner gibi.

    işte bu iki zıt insan; ortak rüyalarında kurdukları ruhani dünyaya, çalıştıkları mezbahanın gerçekliğinde bir beden yaratabilmek için uğraşıyorlar. böylece, karşıma son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden biri çıkıyor. bu da onun şarkısı oluyor;

    https://www.youtube.com/watch?v=0psqxtdxy7m

    * link tazelendi
  • maria;
    soğuk, donuk, ilk başta ruhsuz sandığımız maria. varolduğu dünyanın yabancısı olduğu için, hayatın hep kenarında duran maria. bize, aşk sayesinde benliğimizden nasıl vazgeçtiğimizi ya da asıl benliğimizi nasıl ortaya çıkardığını gösteren, bedensel ve ruhsal tamamla-n-mayı bulduğu için hayatının en büyük çabasını harcayan, çocuk olmaktan/kendi olmaktan vazgeçen maria. bize göre eksik maria.

    endre;
    kırılmış, bezmiş, aramaktan vazgeçmiş endre. kendine bile yeteri kadar önem göstermeyen, varolduğu dünyada yaşama görevini yerine getirmek için öylesine ortada duran endre. bize, hem bedenini, hem ruhunu tamamlayacak aşk-ı için yeteri kadar sabrı/tahammülü göstermemenin, ormanda bir başına koşmaktan farksız olduğunu gösteren endre. bize göre eksik endre.

    teströl es lelekröl'e gelince;
    düşen elimizi kaldıran, kestiğimiz bileğimizi saran bir beden ve ruhun olduğuna dair içimizdeki sönmeye yüz tutmuş közleri, tekrar harlayan film.
  • 116 dakikalık, 2017 yapımı film.

    8 / 10.

    harika bir görüntü yönetimi eşliğinde farklı insanların farklı hallerine ve aşklarına tanık oluyoruz. çek oyuncu alexandra borbely rolünde çok başarılı. diğer oyuncularda öyle.

    ildiko enyedi akıllardan kolay çıkmayacak bir film teklif ediyor, avrupa sinemasının kaliteli örneklerinden hoşlananlar kaçırmamalı kesinlikle.

    her eve imdb
  • beden ve ruh, 67. berlin film festivalinde altın ayı ödülünü almış. macar yönetmen ıldiko enyedi 18 yıl aradan sonra çekmiş bu filmi. iksv'de şimdiye kadar izlediğim dört filmden en güzeli buydu herhalde. budapeşte'de bir mezbahada çalışan bir kadın ve bir erkeğin yakınlaşma sürecini işliyor.

    (bkz: hayvan düşünen bir insandır)
  • --- spoiler ---

    filmin başındaki bir sahnede sığır kesimi gösterilmektedir. ama öyle böyle değil tamamen kanlı, acımasızca ve kamera hilelerine başvurmadan. bu sahne sinema salonundaki bir çok kişiyi rahatsız etmez, hatta umurlarında bile olmaz. ama filmin sonlarına doğru bir bilek kesme sahnesi vardır ki insanın içini dışına çıkartır, aslında sığır kesimine istinaden o kadar zorlama bir vahşet yoktur; bileğe atılan küçük bir kesik ve kan, işte bu sahnede yönetmen sadece görüntüyle seyirciye laf sokuyor. çünkü ilk kesim sahnesinde rahatsız olmayanlar burada ziyadesiyle rahatsız olmuştur; insanoğlu bir vahşeti ancak kendi başına gelirse anlayabilir.
    --- spoiler ---
  • içine kapanık, sosyal yönden sorunlu ve iletisime oldukça kapalı olan maria'nın asperger sendromu varmış. zaten asisyallik olarak kabul edemeyeceğimiz bazı sahneler oldu film boyunca. hiçbir zaman endre'ye karşı bir empati kuramıyor, çevresindekileri istemeden de olsa kırıyor. gidip adama yemek yerken "sen aslında çok güzelsin" demesindeki masumiyet ve çocuksuluk beni benden aldı ama hickimse birine başka bir arkadaşının yanında aniden öyle bir şey demez ki sakat olduğundan dolayı bir acıma sözü olarak alabilir bunu karşısındaki. ayrıca hafızasının bu kadar iyi olması buna ek kendi evinde küçük figürlerle endreyle yaptığı ya da yapacağı konuşmaları canlandırması onun ne kadar planlı mantıklı ve duygularinin diğer insnalara nazaran biraz daha noksan olduğunu bizlere gösteriyor.

    diğer karkaterimiz endre'ye gelecek olursak, maria'ya göre her şeyi deneyimlemiş hayata karşı tecrübesi daha fazla olan , aşkı da sevgiyi de yaşamış , görmüş biri. o da içine kapanık ve oldukça kırılgan. mezbahada takıldığı bir arkadaşı var o da zaten zorunluluktan aslında ki sahnelerde gördüğümüz gibi sürekli olarak insan kaynakları müdürü onun masasına oturuyor. biz hiç endre'nin gittiğini görmüyoruz. maria'ya nazaran daha çok duygularıyla yaşayan bir adam. bir sahnede şişme botu tekmelemesi ve sinirlenmesi, psikolog kadınla görüşürken onu izlediginin farkedilmesi sonrası utanıp bozarması ve savunma mekanizması olarak agresifleşmesi. iş yerine yeni gelen sandor'a yönelttiği soru" bu hayvanlar bakarken üzülüyor musun? , daha sonra sandor ' a haksızlık yaptığını anlayınca ondan özür dilemesi yani duygulariyla yaşayan bir adam.

    filmdeki en büyük metaforumuza gelecek olursak tabiki geyik metaforu.
    iki hassas ve dingin insanın kendi rüyalarında geyik olup birbirlerini kollamaları, vahşi doğada dostluk etmeleri, birbirlerini sarmaları ,sürüden ayrılmış , farkında olunmayan geyiğin bu kadar yakınlaşması gerçek hayatta birbirine uzak olan , birbirlerine asla rastlayamayacak olan iki insanın da kavuşabileceklerine dair umut veren bir metafor olmuş bence.

    son söz olarak

    sevdiğim bir şarkının bu güzel filmde kullanılması çok hoşuma gitti:)
  • sonunda şu açıklama var:

    "during the shooting of our film animals were harmed.
    but none of them for the sake of this film.
    we just documented the daily routine of a slaughterhouse."

    müzik için: (bkz: laura marling) (bkz: what he wrote)
  • uzun süredir film çekmemiş ve bu filme kadar da uluslararası alanda çoğu kişinin tanımadığı bir yönetmenin filmidir ve şimdiden berlinale'den altın ayı'yı da almasıyla 2017 yılının hakkında en çok konuşulan/tartışılan filmlerinden biri olmuştur. buradan da anlaşılabileceği üzere film başından itibaren kendine has bir tatta ilerliyor.

    --- spoiler ---

    film esasen otizmli mi yoksa çocukluğunda yaşadığı travmatik bir olayın izleri olarak mı böyle olduğunu bilemediğimiz, sosyal sıkıntıları olan ( bir anlamda ''ruhen'' sıkıntılı) maria isimli kadının hikayesi. bu hikayenin ilerlemesine en büyük katkısı olan kişi ise maria'nın işe girdiği kesimhanede yöneticilik yapan ve bedenen engeli bulunan endre.
    endre ve maria birbirlerinden habersiz olarak aynı rüyayı görmeye başlarlar. daha sonra işyerinde yaşanan hırsızlık sonucu çalışanlarla konuşmaya gelen psikolog sayesinde bundan haberdar olurlar. film iki kişinin rüyalarda buluşmasını açıklamaya çalışıp filme fantastik bir tat vermektense bunu maria'nın ruhsal duvarlarını yıkmaya çalışmaya başlamasının bir aracı olarak kullanıyor. adeta rüyalar maria'nın ruhunu endre'nin bedenini özgürleştirici bir kapı görevi görüyor.
    rüya sahnelerini izlemeye doyum olmuyor ancak yönetmen filmdeki hiçbir güzelliği uzun süre sürdürmüyor. bu sahneleri genellikle hayvanların kesildiği aşırı kanlı, brutal sahnelerle takip ediyor. olayların cereyan ettiği mekanın kesimhane olarak tercih edilmesi izleyene büyük bir yabancılaşma duygusu veriyor. bir yandan her gün hayvanların kesilebilmesi için işlerin yürümesini sağlayan karakterler bir yandan her gece hayvan olup buluşuyorlar.
    bunların yanında film cinsiyetçilik konusuyla da bir hayli ilgilenmiş. kadınların özellikle iş hayatında maruz kaldığı tutumu gösterirken bir yandan da bu durumun nasıl kadınlar tarafından da yeniden üretildiğini göstermekten de geri kalmamış.
    sonuç olarak çok temel insani duyguları ve temel ikilemleri ele alan ve güzel çekilmiş bu filmi izlemekten keyif aldım.

    ek not: endre'nin kızıyla yaptığı para mevzuularıyla ilgili konuşmanın neye hizmet ettiğini anlayamadım.
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap