• kitaptaki isidor'un hikayesi:
    isidor eczacıydı, yani titiz bir insandı, pek de fena para kazanmazdı, birkaç çocuğu vardı, bir erkek için en iyi sayılacak yaştaydı ve söylemeye gerek yok, sadık bir kocaydı. buna karşın, durmadan 'neredeydin' diye sorulmasından hoşlanmazdı. bu soru sorulduğunda hiddetten köpürürdü, içinden köpürürdü, dışındansa hiçbir şey belli etmezdi. kavga çıkarmaya değmezdi, çünkü, dediğim gibi, temelde mutlu bir evlilikti onunki. güzel bir yaz mevsiminde, o günlerde mpda olduğu için, mallorca'ya bir yolculuk yaptılar, karısının sorduğu ve isidor'un gizli gizli öfkelenmesine yol açan bitip tükenmez soruları saymazsanız, her şey mükemmel gitti...isidor'la çok sevimli biri olması gereken karısı marsilya'ya geldiklerinde tam dokuz yıllık evliydiler. akdeniz gümüş bir tepsi gibi ışıl ışıldı. mallorca'ya gidecek gemiye çoktan binmiş olan karısı içten içe kızsa da, isidor son dakikada bir gazete almak istmeişti. belki bunu biraz da, nereye gidiyorsun diye sorup duran karısına inat olsun diye yapmıştı. tanrı bilir ya, nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu; geminin kalkmasına daha çok zaman olduğu için, bütün erkeklerin yaptığı gibi, biraz dolaşmak istemişti. daha önce de söylediğim gibi, sırf inat olsun diye kafasını fransızca gazeteye gömdü, karısı güzle mallorca'ya doğru gerçekten yola çıkarken, isidor, bir vapur düdüğünün ötmesiyl birlikte, sonunda kafasını dehşet içinde gazetesinden kaldırdığında, kendisini karısının yanıda değil, oldukça pis bir yük gemisinin üstünde buldu, sarı üniformalı adamların tıka basa doldurduğu bu gemi de istim üzerineydi. tam o sırada halatları çözdüler. isidor yalnıca rıhtımın uzaklaşmasını görebildi. az sonra kendinden geçmesinin nedeni, o dayanılmaz sıcak mıydı, yoksa bir fransız teğmeninden çenesine yediği yumruk muydu, bilemiyorum, buna karşılık, şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, eczacı isidor'un yabancı lejyonundaki yaşamı, daha öncekine göre çok daha zorluydu. oradan kaçmak düşünülemezdi bile. isidor'un erkek olmak için eğitildiği sarı kale, çölün ortasında bir başına duran bir yerdi, isidor bu çöldeki günbatımlarının değerini öğrendi. elbette ki ara sıra, çok yorgun olmadığı zaman, karısını düşündüğü oluyordu, elinden gelse ona mektup da yazardı; ama mektup yazmak yasaktı...
    yıllar sonra, güzel bir sabah, bir karış sakalla, bir deri bir kemik olarak, eczacıyı çoktandır ölü bilen konu komşunun alışılmadık kılığına bakıp da telaşlanmamaları için kolonyal şapkasını kolunun altına sıkıştırarak bahçe kapısından içeri girmekte hiçbir sakınca görmedi; elbette ki silah takılı kemeri de belindeydi. bir pazar sabahıydı, karısının da doğumgünüydü; onca yıl bir tek kart bile atmamış olsa da, daha önce de belirttiğimiz gibi isidor karısını seviyordu. eli, yağlanmadığı için her zamanki gibi gıcırdayan bahçe kapısının tokmağında, hiç değişmeyen evine bakarak bir an durakladı. kendisine benzemiyor diyemeyeceğimiz ama hepsi de yedi yaş büyümüş olan ve bu yüzden gördüğünde yadırgadığı beş çocuk, daha uzaktan, "babamız!" diye haykırdılar. artık geriye dönemezdi. böylece isidor, zorlu savaşlar sırasında kazandığı erkek kimliğiyle yürümeye devam etti; sevgili karısının, eğer evdeyse, kendisini sorgulamayacağını umuyordu. sanki afrika'dan ya da hindiçin'den değil de, eczanesinden geliyormuşçasına çimenlikten geçti. karısı yeni bir güneş şemsiyesinin altında oturuyordu, dilini yutmuş gibiydi. üzerindeki göz alıcı sabahlığı isidor daha önce hiç görmemişti. bir hizmetçi - biu da bir yenilikti- hemen gidip, kuşkusuz yeni bir arkadaş sandığı ve hoşgörüyle karşıladığı sakallı bey için de bir fincan getirdi. burası serinmiş diye düşündü isidor, gömleğinin kıvrık kollarını indirdi... sofrayı kurmakt aolan yeni hizmetçiye aldırmaksızın karısının elini yakaladı: "isidor!" dedi karısı, kahveyi koyacak durumda değildi, bu yüzden sakallı konuk onu kendisi koymak zorunda kaldı. "ne var?" diye sordu tatlı bir sesle, bir yandan da karısının fincanını dolduruyordu. isidor!" dedi karısı, ağlamak üzereydi. isidor karısına sarıldı. "isidor!" dedi karısı, " bu kadar zamandır neredeydin?" bir an boyunca sersemlemiş gibi kalakalan adam, fincanını masaya bıraktı, evli olmaya alışık değildi artık, ellerini cebine soktu, gidip bir gül ağacının önünde durdu. "neden bir kart bile olsun göndermedin?" diye sordu kadın. bunun üzerine isidor afallamış çocukların ellerinden şapkasını tek bir söz etmeden aldı, buna alışkın olduğunu gösteren bir hareketle çabucak kafasına oturttu, babalarını böyle kolonyal şapkayla ve tabanca kılıfı kuşanmış olarak - bunlar gerçek olmakla kalmıyor, kullanılmış oldukları için biraz yıpranmış da görünüyorlardı- görmek, çocuklara herhalde hayatları boyunca unutamayacakları bir izlenim bırakacaktı; karısının, "biliyor musun, isidor, bunu gerçekten yapmaman gerekirdi!" demesi isidor'un bu tatlı dönüşü sona erdirmesine yetti, silahını (sanırım yine alışkanlık sonucu olacak seri bir hareketle) kınından çekti, henüz el değmemiş, kremalı, yumuşacık pastanın ortasına üç el ateş etti, tahmin edilebileceği gibi ortalık berbat oldu. "ah isidor!" diye haykırdı karısı, çünkü sabahlığı yukardan aşağı krema içinde kalmıştı, evet eğer o masum çocuklar bütün bunlara tanık olmamış olsalardı, kadın aslında on dakika bil sürmemiş olan o ziyaretin tamamının kendi hayal ürünü olduğunu sanabilirdi. niobe gibi, çocuklarını çevresine alan kadın, o sorumsuz isidor'un, kafasında o korkunç kolonyal şapkası olduğu halde, rahat adımlarla bahçe kapısından çıkıp gidişini izledi. geçirdiği o şoktan sonra zavallı kadın, aklına isidor gelmeksizin pasta yüzü göremedi bir daha, acınacak bir duruma düştü; ona boşanması önerildi, daha doğrusu birkaç kişi gizlice önerdi bunu. ama o yürekli kadın umudunu yitirmemişti. adamın suçlu olduğu kesindi. ancak kadın hala kocasının pişman olacağını umuyordu, kendisini isidor'dan olan beş çocuğuna adadı, biraz da kişisel düşüncelerle ziyaretine gelen ve boşanması için baskı yapan genç avukatı bir yıl daha geri çevirdi, tıpkı penelope gibiydi. gerçekten de bir yıl sonra, yine doğumgününde isidor çıkageldi, geçen seferki gibi herkesi selamladıktan sonra oturdu, gömleğinin kollarını indirdi, çocukların kolonyal şapkasıyla oynamalarına yine izin verdi, ancak çocukların babalarına kavuşma sevinci bu kez üç dakika bile sürmedi. "isidor!" dedi karısı, "bu sefer nelerdeydin?" isidor ayağa kalktı, ama tanrı'ya şükür ateş etmedi, masum çocukların elinden kolonyal şapkayı da çekip almadı, hayır, yanızca ayağa kalktı, gömleğinin kollarını yeniden kıvırdı ve bir daha geri dönmemek üzere bahçe kapısından çıkıp gitti.
  • "sevdiğin insanı mutlu edemeden seviyorsun onu."
  • "beni böylesine akıl almaz derecede kışkırtan şey belki de onun dürüstlüğü, ölçülülüğü, ruhsuzluğu; zeka bakımından benden üstün biri o, ancak bu zekasının tümünü hiç yanlış yapmamak yolunda kullanıyor. bu tür insanlardan iğrenirim!"
  • her şeyin yozlaştığı ve belki şimdiye kadar yaşanan en saçma yüzyılın içerisinde, hiç bir zaman olamayacağımız insana içimizde nefes aldırmaya çalışıyoruz. dürüst değiliz hiç bir şeye karşı, en çok yalanı kendimize söylüyoruz. max frisch' in stiller'i, bizim ruhuyla savaştığımız bu büyük problemin vücuda gelmiş gerçek haliyle savaşmakta. kendimize verebileceğimiz en büyük zararı gene kendimiz verirken, başkaları bunu dayatmaya kalktığı zaman avazımız çıkana kadar çığlıklar atarak saldırıyoruz. sen kendini zaten yitirdikten sonra, stiller olsan ne olur, ahmet olsan ne olur...yaklaşık 400 sayfalık hikayede, belkide mr. white'ı en ikna edebilecek cümle, sbylle'nin hayatının tam ortasından bize selam çakan savcıdan geliyor...

    ---spoiler---

    savcının mr.white'a stiller hakkında anlattıkları;

    - ''çoğu insan, hayatını kendisine aşırı yüklenerek mahveder. bir kaç yüzyıldır bilincimiz oldukça değişmiştir,ancak duygu yaşamımız çok daha az değişmiştir. bu yüzden akılsal düzeyimizle duygusal düzeyimiz arasında çok büyük bir fark vardır.bir çoğumuzun elinde, içinde ten rengi kumaş olan bir paket vardır, yani akılsal düzeyimizden bakınca varlığını kabul etmek istemediğimiz duygular vardır. iki yol vardır ama ikisi de bir yere ulaştırmaz; ya duygusal yaşamımızı tümüyle ortadan kaldırmak tehlikesini göze alarak basit, dolayısıylada yakışıksız duygularımızı olabildiğince öldürürüz ya da bu yakışıksız duygularımıza başka bir ad veririz. yalanla değiştiririz onları. onlara bilincimizin arzuladığı adı koyarız. bilincimiz ne kadar becerikliyse, bıraktığımız açık kapılarda o kadar zekice, o kadar çok ve o kadar saygın olur, kendi kendimize söylediğimiz yalanlarda o kadar akıllıca olur. bir ömür boyu bununla oyalanabiliriz, hem de mükemmel bir biçimde, ancak bunu yaparak hayata ulaşamayız, mutlaka kendi kendimize yabancılaşırız. örneğin, diz çökmek için yeterli cesareti bulamayışımızı kolaylıkla iyi bir davranış olarak açıklayabiliriz, kişiliğimizi ve yetilerimizi ortaya koymaktan korkmamızı kolayca özveri olarak açıklayabiliriz, filan. çoğumuz şu ya da bu durumda ne hissetmemiz gerektiğini, neler hissetmeyeceğimizin doğru olmayacağını pekala da bilir, ne kadar iyi niyetli olursak olalım, mevcut duygularımızın gerçekten ne tür duygular olduğunu anlayabilmek için kendimizi adamakıllı zorlarız. bu hiç de hoş olmayan bir durumdur. bu durumun alışılmış belirtisi, bütün duygulara karşı acı bir alayla bakmaktır... kendini aşırı zorlayan insan, mutlaka yanlış bir biçimde vicdan azabı da çeker. kimimiz bir dahi olmadığı için bozulur, kimimiz iyi bir eğitim görmesine rağmen bir aziz olmadığına. kendi kendimizi aşırı zorlamaya dolayısıyla da kendi kendimize yabancılaşmaya başlar başlamaz, akla gelen her türlü rahatsızlığı duyarız vicdanımızda. içimizden gelen şu bildik ses, çoğu zaman bir ''yalancı ben'in'' şımarık sesinden başka bir şey değildir; sonunda pes etmeme, kendimi tanımama hiç katlanamaz, gerekirse gökyüzünden yanlış alarmlar verir, gerekirse her türlü cilveye, hileye başvurur ve kendime aşırı yüklenmem , bu ölümcül çabayı sürdürmem için didinir. pes ettiğimizi görürüz, ancak bu yenilginin bizi kendimizden uzaklaştıran bir çabanın belirtisi ve sonucu olduğunu anlayamayız. ilginç olan şudur ki, kibirliliğimiz bizi, sanıldığı gibi kendimize götürmez, kendimizden uzaklaştırır...''

    ---spoiler---

    kitabın türkçe'ye çevirisi ilknur özdemir tarafından yapılmıştır ve yapı kredi yayınlarından çıkmıştır.
  • "insanın yalnız yüzünün açıkta kalmasına alışık olduğumuz için, çıplak gördüğümüz bedeni de ister istemez inceliyoruz,..."
  • "insan her şeyi anlatabilir, yalnız gerçek yaşamını anlatamaz; -bizi arkadaşlarımızın bizi gördükleri ve yansıttıkları gibi kalmaya mahkum eden, bu olanaksızlıktır işte; o dostlar ki beni tanıdıklarını ileri sürerler, kendilerini arkadaşım olarak tanıtırlar, değişmeme asla izin vermezler ve sırf "seni tanıyorum" diyebilmek için (anlatamadığım, dile getiremediğim, kanıtlayamadığım) her mucizeyi berbat ederler."
  • "-benimle birlikte yaşamak onun için bir özveriydi. benim tanıdıklarımın hepsi de böyle düşünüyordu, elbette onun tanıdıkları da. kendisi, benim yanımda nasıl eziyet çektiği konusunda tek söz etmezdi. o çok soylu bir insandı, kime isterseniz sorabilirsiniz sayın savcı, herkes böyle düşünürdü. eşim kadar soylu, onun kadar ince ruhlu birini hiç görmediklerini söylerlerdi. şunu bilin ki, bizim görüştüğümüz çevreler, hemen hemen sadece eğitimli çevrelerdi. hem ben de böyle düşünüyordum, ona hayrandım. ondaki soyluluk beni çekiyordu. işte onun felaketi de bu yüzden oldu. bu kadının beni kaç kez bağışlamış olduğunu size sayamam bile, kaç kez!
    -ne konuda?
    -olduğum gibi olduğum için."
  • "ben stiller değilim. o olmamı nasıl da istiyorlar! belli ki, bu olayın üstesinden gelebilmek için, suçlu olsun olmasın, stiller'e gerek duyuyorlar, tıpkı satrançta bir piyona gerek duyulduğu gibi."
  • kendisine aşık eden kadın tarifine sahip başyapıt.

    "kadının saçları kızıl, günümüzün modasına uygun olarak çok kızıl hatta, ama kuşburnu reçeli gibi değil, daha çok kuru, toz sülüğen gibi. çok ilginç. cildi de çok narin; üzeri çilli kaymaktaşı. bu da çok ilginç, ama güzel. ya gözleri? şöyle söyleyebilirim: pırıl pırıl, ağlamasa bile sanki ıslak gibi, renksiz pencere camının kenarı gibi mavimsi yeşil renkte, ama canlı elbette ve saydam değil. ne yazık ki kaşlarını traş edip, incecik bir çizgi olarak bırakmış, bu da yüzüne hem zarif ama sert bir ifade, hem de biraz maske görünümü veriyor, şaşkınlık belirten sabit bir mimik var sanki yüzünde. yandan bakıldığında burnu çok soylu görünüyor, burun delikleri içinden gelen duyguları yansıtıyor. dudakları benim zevkime uygun değil, biraz fazla ince, cinsellikten uzak değiller ama önce uyarılmaları gerek, (siyah bir tayyörün içindeki) bedeni ince gibi, çocuksu bir tarafı var, dansçı olduğu belli oluyor, daha doğrusu şöyle söylemek gerek: bir delikanlı gibi bedeni, onun yaşındaki bir kadında beklenmedik bir çekicilik sağlıyor bu görünüm. çok sigara içiyor. sonuna kadar içmediği sigarayı ezen incecik eli kesinlikle güçsüz değil, bilinçsizce uyguladığı, oldukça yoğun bir şiddet yüklü; ama görünüşe bakılırsa o kendini baştan aşağı narin biri olarak görüyor. karşısındaki bağırmasın diye çok alçak sesle konuşuyor. sözünü esirgeyerek konuşuyor. sanırım bu numarayı da bilinçsizce yapıyor. knobel'in daha önce söylediği gibi, baştan çıkarıcı bir kokusu var; kullandığı koku pahalı bir marka olmalı, insanın aklına hemen paris geliyor, vendome'daki parfümeri dükkanları."
hesabın var mı? giriş yap