• (bkz: gizli işsizlik)

    bursa-karacabey'in bir köyünde 30'lu yaşlarda işsiz bi abinin traktör, eşek ve köylü örneklerinden faydalanarak üstü kapalı biçimde teknolojinin yaratıcı yıkımından (creative destruction vaauuv!) bahsettiği o tuhaf akşamda (divx'ten gerzek şaban seyrediyorduk eşzamanlı) idrak ettim bunların öyle çok da sofistike şeyler olmadığını. o gün bugündür bilmemkim et. al (1987) argues that'li, skimhill (2001 [2003]) demonstrates that'li makale gördüm mü beynimden vurulmuşa dönüyorum.

    nobelli iktisatçı george stigler'in, kendisine yöneltilen "neden diğer sosyal bilim dallarında ödül verilmiyor?" sorusuna karşılık verdiği "zaten onlar edebiyat ödülü alıyollar ya" cevabını şu noktada haklı bulmuyor değilim.

    ya şimdi olgu var, eyvallah, vira bismillah gördük ettik. sonra bunu nasıl açıklıyoruz? şöyle oluyor, herkes gayet subjektif nedensellik ilişkileri tesis ediyor, okuyunca "vay hamuğa goyim adam haklı la" dedirten cinsten. bu nedenselliğin yanısıra literatürdeki diğer yaklaşımları da ele alıyor ama nasıl. diyor ki adam haklı gibi ama şu noktada yanlış. adam haksız gibi ama şu noktada doğru. ama öyle de olabilir bilemem. ben bilmem foucault (1972) bilir. kaypaklık işte. sürekli orta saha civarında pas atacak arkadaşlarını ara derrida'ya diagonal yolla, habermas'tan geri pas al. gol var mı? yok. kime inanacağız şimdi, allman et. al (2001) "who to believe" yani?

    herkes kendine göre haklı gibi geliyor öbür yandan ve okuduğum bütün makalelerdeki argümanlara hak veriyorum orhan gencebay olgunluğunda. ama herifler bir yandan birbirlerini yiyip duruyo, ben anlamıyorum bu nasıl iş? esnek bir determinizmle muğlak ifadeler arasında gidip gelen cümle yığınları. paradigma desen götü başı ayrı oynuyor afedersin. işsiz kalmaktan mı korkuyorlar nedir, her sene ayrı bir paradigma kayması. sonuç? "eylem, iktidar ve şiddet bağlamında fukocu bir analiz". hey yavrum.

    teori geliştirmeyi geçtim daha olguları bile doğru dürüst tespit etme imkanın yok ki. atıyorum fethullah gülen cemaatiyle ilgili birşeyler yazacaksın, ortada bulabildiklerin herkese malum şeyler zaten. ekstra bir bilgi kırıntısı dahi yok. sızmıyor. böyle bariyerli. hatta bir ihtimal fatih altaylı'dan daha az şey biliyorsun koç. farz-ı misal %90 residual veren modeli kim niye siklesin öyleyse?

    hülasa, 'sosyal bilimler' kadim yunan soylu-aylak sınıfından yadigar, içsel tutarlılığı haiz teoriler geliştirememekten büyük ölçüde muzdarip, iktisat dışında metodolojisi evlere şenlik, ucubik ve feynman (1984) aganın tabiriyle pseudo-scientific uğraşlar bütünüdür. sanırım. yani. zannımca. olmayabilir de. inmayhambılopinyın.
  • keşke üzerine üniversiteler açılsa diyorum. teknik üniversitenin gırla olduğu ülkede bir tane beşeri/sosyal bilimler üniversitesi olsa ya. birbirine yakın disiplinlerin temellerinin bir ara öğretildiği, sonrasında uzmanlaşma ile ayrımların olduğu bir okul hayal ediyorum. hayali bile güzel yahu. donanımlı, bilinçli, düşünebilen ve çıkarım yapabilen, en önemlisi insan ve insanlık üzerine fikir sahibi kimseler yetişirdi bu fakültelerde.

    halihazırdaki düzende ilk sene temel dersleri ortak alıp sonra uzmanlaşan envai mühendis gibi, ilerinin felsefe, sosyoloji, hukuk, antropoloji öğrencilerinin temel eğitimlerini bir aradayken almaları, kendi disiplinlerine yoğunlaştıklarında dahi sık sık yan dallarla etkileşim halinde olmaları bireyleri daha yetkin yapacaktır diye düşünüyorum.
  • günümüzde yavaş yavaş ölmekte olan, insan ve topluma dair olan ilim türü.

    son dönemde yapılan araştırmalar gösteriyor ki, günümüzde sosyal bilim disiplinlerine (uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi, sosyoloji, teoloji, tarih, iktisat ve bunlara dahil olan kamu yönetimi, işletme vesaire) dair yazılan tezler, araştırmalar veya makaleler, umumiyetle birbirini tekrar etmeye başladı. ve artık yazılan bu ''bilimsel makaleler'' en prestijli dergilerde yayınlansalar dahi, 15-20 araştırmacı dışında kimse tarafından okunmuyor. bu makalelerin yazılması için harcanan emek ve zaman, meraklılarının malumudur. kimi zaman 15 sayfalık bir makale yazabilmek için bir aydan fazla bir zamanı ciddi anlamda feda etmek gerekir. fakat harcanan emeğin karşılığı günümüzde sıfır, zira tercih edilen araştırma meseleleri somut hayata dokunmayan şeyler olmaya başladı. tarih, siyaset, iktisat ve uluslararası ilişkiler güncel meselelerle alâkalı referanslar verdikleri için bazı konularda kurtarıyorlar. fakat bu güncel konular dışında kalan (meselâ türkiye'deki başkanlık referandumundan ötürü bir zaman önce tüm akademisyenler başkanlık sistemiyle alâkalı kitaplar yazdılar; bu olay bitince bu da pat diye sönecek) alanlarda araştırma yürütenlerin ortaya koydukları meseleler kimsenin ilgisini çekmemekle kalmıyor, aynı zamanda faydasız ve yararsız da: ''feminist ideolojinin devletin ataerkil yapısıyla mücadelesine dair bir portre: rosa luxemburg'' diye saçma sapan alanlarda zibilyon tane makale yazan tipler, ortaya çıkıp ''biz bilim üretiyoruz'' diye şekil yapıyor. hadi lan, ne ürettin? luxemburg'un hayatını yazıp, tarihî üç beş bilgi verince bilim mi üretiliyor? bu şekilli şükullu lafınla doçent oldun ve feminist hissini tatmin ettin; ne bir hukuk problemini çözdün, ne yeni bir perspektif getirdin, sadece verileni yeniden ürettin; özneyle yüklemi değiştirdin. veriler yine aynı. sorsan, ''akademik aydın'' oldu bu araştırmasıyla ve siyasî her konuda ahkâm kesmek onun hakkı oldu. bilmediği, ona meçhul olan hiçbir şey kalmadı.

    bilhassa türkiye'de, sosyal bilimlerin kıymet görmemesi çok doğal, çünkü ortada ''bilim'' namına bir şey yok henüz. sosyal bilimler, tatbike değil, taklide dayalı ilimlerdir maalesef türkiye'de. marksist marksisti taklit edip aynı kitapları yazar. tarihçiler aynı şeyleri söyler; kemalisti, liberali, islâmcısı; 1930'dan 2017'ye kadar atatürk hakkındaki üç tane tasvir vardır, hepsi aynıdır: diktatördü, değildi, diktatördü ama iyi bir diktatördü. bu. bugün de akademisyenlerimiz: ''serbest cumhuriyet fırkası teşebbüsü: otoriter devletten aşkın devlete'' diye tezler verip doktoralarını almaktadırlar. sonra da her konuda konuşmaktadırlar. ya kardeşim hepiniz böyle yapacaksınız üç tane üniversite yeter bize.

    türkiye'de beş para etmez bir uğraşıdır sosyal bilimler alanında çalışmak. üretenler üretmiştir zaten, sen taklit edersin; evet, taklit etmek de zordur, dil falan bilmen lazım, zibilyon tane şey okuman lazım amma neticesi kocaman bir sıfır. iddia ediyorum, sosyal bilimler bölümlerinde 10.000 akademisyen mi var? 500 tanesi ancak bir şeyler üretiyor. geri kalanını at çöpe.

    sosyolojiyi biraz ayrı tutuyorum çünkü sosyoloji alanında çalışan çok kıymetli adamlar var ve arada sırada güzel şeyler çıkıyor oralardan.
  • #157354563

    --- spoiler ---

    hadi bu adam fransız devriminin, şili'de her şeyi kamulaştıran allende amcanın, bolşevikler dışında rus monarşisinin yıkılmasını kimlerin desteklediğinin, ispanya iç savaşı'nda ilk etapta milliyetçilere karşı solcuları destekleyen grupların arka planını falan hiç okumamış - ki bilmesi, merak etmesi gerekiyor normalde bunları.
    --- spoiler ---

    verilen örneklerin tamamının ortak noktası, devleti ele geçiren ya da geçirmek üzere olan devrimci yapılar teşkil ediyor. yani bunlar "burjuvazi devlet ile iç içedir" iddiasını yanlışlayan değil, bilakis doğrulayan örnekler.

    fransız devriminin diğerlerinden ayrılan noktası, devrimin öznelerinden olan burjuva sınıfının kapitalistleşmeye direnen monarşiyi, soylu toprak sahiplerini ve kiliseyi kentlerde biriken mülksüzlerle kurulan ittifak yoluyla
    tasfiye etmek "zorunda" olmasıdır. zaten fransız devriminde burjuvazinin temel motivasyonu, devlet yönetimini kırsaldan kentlere göç etmiş mülksüzlerle veya onlarsız ele geçirmek. ingiliz halklar bildirgesi ve amerikan bağımsızlık bildirgesi'nin burjuvaziye ilham olmasının temel nedeni de, liberal hakların tesisi. yani burjuva sınıfı kazandığı ekonomik gücün yanında yeterince siyasal güce sahip olamamanın etkisi ile devrimde özne oluyor. yani burjuvazi mevcut rejime karşı çıkmış olunca, devletle iç içelik niteliğini yitirmiyor, bilakis devletle yeterince iç içe olamadığı için devrimi desteklemiş oluyor.

    allende'nin kamulaştırma politikaları ise ağırlıklı olarak amerikan şirketlerin şili'deki varlığını hedefliyor. zaten bu nedenle abd bizzat müdahil olup sağı teslim alana kadar, muhafazakar sağ siyasetten de destek alabildi allende. alabildi çünkü şili ulusal burjuva sınıfının çanına ot tıkayan amerikan şirketlerinin tasfiyesi, sağ muhafazakar siyasete ve şili ulusal sermaye sınıfının da işine geliyordu. allende'ye bu desteği sunan aynı burjuva ve siyaseti, abd finosu pinochet cuntasında tamamen pinochet'in safında yer aldı. yani orada da yaşananlar yine burjuvazinin devlet ile iç içeliğini yanlışlayan değil, doğrulayan niteliktedir.

    ispanya ve rusya'da yaşananlar çok daha bariz. devrimin buldozer gibi üzerinden geçmek üzere olduğu burjuva, devrimden önce egemen sınıf ve siyasal erk her kimse onun ortağı ve destekçisiyken, [ misal 1905 devrimi denen olaylarda çarlık rejimi ile kol kola ucube bir meclis kurup yönetime ortak olup devrimde müthiş rol oynayan yoksul ve emekçileri yarı yolda rejimin orduları ile baş başa birakirken] 1917 devrimi'ne giden yolun taşlarını döşeyen zulüm ortamının faillerindendi. ucube bir oylama sistemi ve bolşevik boykotu ile mecliste burjuva sınıfı hakim olurken, sokakta yaşanan zulmü görmezden gelebiliyordu aynı burjuvazi. 1917 devrimi patlak verince de burjuvazinin muhattabi görkemli, kiliseli ve zırhlı çarlık rejimi değil de baldırı çıplak işçi sınıfı olunca "bunlardan yönetimi almak çocuk işi" diye bir düşünce ile bir süre "çarlık gitsin ya, kamulaştırma aynen, rus ulusuna feda olsun" ayağına devrime destek(!) verdi tabi ama işçiler bunların içinden geçince ol hikaye kapanmış oldu. rus devriminde de burjuvazinin devlet ile iç iceligi yanlislanan değil doğrulanan bir mefhum olmuştur.

    ispanya'da da olan benzerdir. uzun hikaye fakat feodalizmi ve monarşiyi bir türlü tasfiye edemeyen burjuva sınıfı [60 yılda 20 başarılı darbenin yaşandığı bir çekişme ortamı] yönetim boşluğundan iktidar olan sosyalist cumhuriyetçi kanada elbette yanladı. çünkü sosyalist ve anarşist devrimciler, monarşinin ve kilisenin çanına ot tıkıyor görünüyordu. fakat aynı burjuvazi, rüzgar ters yöne esince yani madrid düşüp franco başa gelince koşar adım saraya franco'yu ziyarete gidiyordu.

    kısaca devlet mekanizması kimin eline geçti veya geçecek gibi olsa, burjuva sınıfı tüm ilkesizliği ve yaltaklanmaları ile o gücün yanındadır, arkasındadır, el ovuşturup beklemektedir. muhattabının sosyalist, kapitalist, demokrat, faşist, liberal, ilkel, modern olması farketmez yeter ki devlete hâkim olsun ya da olacağına dair kuvvetli işaretler versin. gidecek yeri varsa gider, yoksa yönetime dahil olmak onun için tek geçer akçedir. nitekim marks'ın bonapartizm analizi de devlete egemen askeri ve bürokratik siyasal gücün, burjuva sınıfı adına siyasal düzeni tesis etmesinden yola çıkarak inşa edilir.

    sonuç olarak, burjuvazinin devlet ile iç içeliğini yanlışlamak için verilen örnekler, esasında burjuvazinin devlet ile iç içeliğini doğrulayan örneklerdir. bu sınıf kemalist rejime de, şeriatçı rejime de, akp-mhp rejimine de aynı ölçüde yaltaklanabilen bir sınıf. yeter ki devlet ve yönetim, çıkarlarına hizmet ediyor olsun.

    edit: osman kavala içerde diye burjuvazi eleştirmeyeceksek, hapishaneler tıka basa yoksullar, azınlıklar, marjlarda kalmış hayatsızlarla dolu. onlara karşı gün aşırı yapılan hayasız ve acımasız saldırı ve eleştirilere ara verilmiyor nedense. osman kavala, bu ülkedeki en aydın yüzlerden biri. ona sahip çıkıldığı ölçüde saldırı yapılması da olağan. ama savunurken mensubu olduğu sınıfı komple aklamaya gerek yok. selahattin demirtaş içerdeyken hukukçulara laf edilmeyecek demek gibi bir şey bu. burhan kuzu da hukukçu.

    edit 2: ''burjuva hep devletin yanındadır" söylemi ile "burjuva devlet ile iç içedir" söylemi arasında anlamsal bir farklılık var. iç içelik, varlık koşulunu devlete endekslemeyi içerirken, yan yanalık kabaca aynı stratejik hedeflerde mücadele birliği etmeyi içerir. söz konusu sosyal bilimci kim bilmiyorum fakat "burjuva hep devlet ile iç içedir" sözü doğru. "bu salt burjuva sınıfına has bir şey" demiyor kimse, ki zaten anarşizmin toplumsal yorumu dışındaki tüm fikirler devlet ile iç içedir. sosyalizm de buna dahil. anarşistlerin ispanya iç savaşında sosyalist devrimcilerle sonradan kanlı çatışmalara dönüşen ayrılıklarının temelinde de bu fark vardı zaten; devlet ile iç içelik durumuna ideolojik bir itiraz... sınıfsız, tahakkümsüz, iktidarsız bir toplum modeline ulaşma yolunda devlet aygıtının gerekliliği üzerine yapılan tartışmalar, anarşizm ile sosyalizm arasındaki en derin ideolojik yarılmayı teşkil eder.

    eleştirilen alıntınin devamındaki "burjuva devlet desteklidir" kısmı ise yanlış. çünkü burjuva sınıfı, feodalizm ve monarşiye karşı çıkarken devlet yönetimine karşı çıkıyordu, devleti elinde tutan bu güçler ile mücadele ediyordu. bu mücadele ile burjuva sınıfı, devlet yönetimini ele almayı ya da devlet yönetimini kendi çıkarlarını gözetecek bir zümreye teslim etmeyi arzuluyordu. devlet ile iç içelik mefhumu budur. mücadele ederken rakip devlettir, zafere ulaşirken kazanilan devlettir. yoksa burjuvazi bila kayd-ı şart devleti destekliyor gibi bir sığlığa sosyal bilimciyi geçtim, ortalama bir okur yazar düşmemeli. zaten burjuvazinin iktisadi bir sınıf olarak değil de siyasal bir özne olarak sahneye çıkışı, feodal devletlerle mücadele etmesi ile oluyor.

    yani bir sınıfın "kendi çıkarlarını gözetme" mevzusundan ayrı bir başlık "devlet ile iç içelik" eleştirisi. bonapartizm kavramını bu yüzden kullandım yukarıda. bonapartist rejimde, görünürde burjuva sınıfı da bedel ödeyen taraftır fakat nihai olarak sınıf çatışmalarındaki denge durumu işçi sınıfının aleyhine bozulduğu vakit, devlet aygıtı burjuva sınıfının hizmetine verilir, askeri ve bürokratik baskı rejimi misyonunu tamamlayıp aradan çekilir.

    zaten sorun da, tam olarak devlet ile iç içelik durumunu aşabilen politik bir ajandanın yokluğundan kaynaklıdır. anarşizm dışında, uygarlığın merkezine devleti koyup onun yörüngesinden bir milim uzaklaşmadan bir dünya tahayyül etmek, tüm insanlığın ortak kaderi haline gelmiş durumda. burjuvazi ve diğer tüm politik kurgular, devlet ile iç içelik halinden muzdarip. bu yüzden "burjuvazi devlet ile iç içe diye genelleme yapmak yanlış" diyebilmeniz için, burjuvazinin devlet dışı ve devletten tamamen bağımsız bir örgütlenmesine dair örnekler sunmaniz gerekir.

    özetle; tarihinin herhangi bir döneminde burjuva sınıfının devlet ile iç içeliğini [devlete destek değil, siyasal ve iktisadi bir amaç olarak devlete hakimiyet ve sınıf çıkarları için onu araç olarak kullanma yönünü] yanlışlayan bir örnek bilmiyorum, varsa öğrenmek isterim.

    not: dikta rejimine sebep olarak köklü bir burjuva sınıfının yokluğunu ele almak büyük bir fiyasko. bu yaklaşımla hitler, franco, salazar, philippe petain ve mussolini'nin dikta rejimlerinin esip gürlediği 1930lar avrupasını veya 18-19. yy fransız jakobenizmini açıklamak imkansız olur. köklü burjuva sınıfının yokluğunda doğmadı bu rejimler.
  • şuraya gelip bu konuda relevant bir iki kelam edeyim dedim ve yine entelektüel tartışmalarımızın dünyayı yaklaşık 40 yıl geriden takip ettikleri gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım. sosyal bilimler bilim midir ya da kantitatif olmayan araştırma metodlarıyla bilimsel bilgi üretilebilir mi gibi tartışmalar yaklaşık 30-40 yıl önce kapandı, tarih oldu lemn, ahmet çakar dışında kimse bunları tartışmıyor artık. iki ilerleyin.

    sosyal bilimciler, ontoloji ve epistemolojiye yaklaşımlarına göre sınıflanır. elbette her sosyal bilimci, farklı teoriler kullanır, paradigma jonglörlüğü yapar ama yukarıdaki alanlardaki kabulleri, kendi derisi gibi üstünden çıkmayacak biçimde üstlerine yapışmıştır. çok detaya girmeden ana hatları aktarmaya çalışacağım.

    sosyal bilimcinin öncelikle yapması gereken ontolojik ayrım, özneden bağımsız objektif bir gerçekliğin olup olmadığı konusundadır. bu soruya verilen yanıt, sosyal bilimcinin araştıracağı sosyal fenomene en temel yaklaşımını biçimlendirir. bunu takiben yapılacak epistemelojik ayrım da, ontolojik ayrıma bağlı olarak tanımlanan sosyal fenomenlerin aralarındaki ilişkinin doğrudan gözlemlenebilir olup olmadıklarıyla ilgilidir.

    sosyal fenomenlerin özneden bağımsız objektif gerçekler olduğunu savlayan ve bu fenomenler arasındaki gerçek ilişkilerin bir gözlemci tarafından tespit edilebileceğini ileri süren yaklaşım, pozitivizmdir. pozitivist sosyal bilimci araştırmasını kantitatif -niceliksel ölçütlere tabi gerçekleştirir.

    sosyal fenomenlerin özneden bağımsız objektif gerçekler olduklarını, ama bunlar arasındaki ilişkinin doğrudan gözlemle tespit edilemeyecek kadar karmaşık ve örtük olduğunu iddia eden yaklaşım realizmdir. buna göre bu karmaşık ve örtük ilişkiler örüntüsünü açığa çıkarmak için teorik bir çerçeve, master paradigma gereklidir, buna da gösterilebilecek en temel örnek marksizmdir.

    sosyal fenomenlerin özneden bağımsız objektif gerçekler olmadıklarını ve bunların arasındaki ilişkinin de doğrudan gözlemle tespit edilemeyeceğini savlayan bakış açısı ise hermeneutiktir. hatta bu görüşe göre hem fenomenin öncelikle özne tarafından yorumlanıp, hem de akabinde gözlemci tarafından yorumlanmasıyla ortaya bir çift hermeneutik bile çıkar. bu yaklaşımın kullandığı araştırma metodu, kalitatif-niteliksel araştırmadır.

    tavsiyem, eğer bir sosyal bilimci adayıysanız ve yukarıdaki ayrımlardaki düşünceleriniz henüz tam olarak oluşmadıysa, bir an evvel oluşturmaya bakın çünkü bu ayrımlar konuya yaklaşımla ilgili sorunlarınızın %90'ını ortadan kaldıracaktır.
  • şimdi social sciences ile humanities'i, türkçe akademi literatüründeki sosyal bilimler kavramıyla aynı yerde buluşan kavramlar olarak varsayalım, farklı şeyler aslında ama yine de bir araya gelebiliteleri vardır. öncelikle şunun bi anlaşılması lazım geliyor; sosyal bilimler, kendi iç dinamiğiyle uyumlu yanlışlama ve doğrulama mekanizmaları olan ve kendine has yöntemleri bağlı bulunduğu üst çerçeve olan "bilim" kavramının en temel yöntemleriyle birleştirebilen ve bağdaştırabilen bir disiplinler bütünüdür, hatta 21. yüzyıl epistemolojisi için hala iddalı olan bir ifade kullanıyorum, bir bilimler topluluğudur.

    bir takım doğa bilimcileri, sosyal bilimlerin asli görevini "insanlığın sorunlarını çözmek" zannediyor diye sosyal bilimler bilimsel disiplinler olmaktan çıkmaz. sosyal bilimlerin motivasyonu "insanın sorunlarını çözmek" değil, "insanı ve insanın sosyalleşme dinamiklerini anlamak"tır. nitekim doğa bilimlerinin motivasyonu da "doğanın sorunlarını çözmek" değildir. "doğayı anlamak"tır. bilimin amacı sorun çözmek değildir, merak gidermektir. bilimlerin var oluş prensiplerini sorun çözmek olarak algılayan bir yaklaşım hali hazırda bilim kavramını anlamamış demektir. lütfen biraz epistemoloji.

    bir de şu var ki; bazı doğa bilimcileri, her seferinde, doğa bilimlerinin verdiği anlayış sebebiyle sosyal bilimleri kavrayamadığını söyleyerek, sosyal bilim-fen bilim arasındaki farkı defaatle dile getirse de, ben diğer sosyal bilimcilerin yaptığı gibi, "doğa bilimcileri egolarından mütevellit sosyal bilimleri anlamıyorlar" önermesini doğru bulmuyorum. zira gerçek bir bilimci, bilim kavramının temel özelliklerini yeterince iyi kavramış olacağı için, böyle manası olmayan bir karşılaştırma ve tanımlama yapması veya sosyal bilimlerin mantığını anlamaması pek mümkün değildir. dolayısıyla "sosyal bilimleri bilim olarak görmeme" veyahut " sosyal bilimlerin mantığını anlamama" fiilinin faili, "yüksek egolu doğa bilimcileri" değil, "yüksek egolu doğa bilimi öykünücüleri"dir. naçizane ben, böylesi şahsiyetleri bilimci olarak tanımlamaktan beis duyarım.

    yukarıda bahsettiğim durumun bir sonucu olarak, öznellik kavramının yanlış yorumlanması üzerine de iki çift kelam etmekten kendimi alamıyorum. şimdi bilal, doğa bilimleri dediğin şey, doğanın işleyişini anlamaya çalışan ve bu işleyişe dair "yasaları" ortaya çıkartmaya çalışan bir disiplinler bütünüdür. doğanın işleyişindeki en temel şey "değişmezlik" ve "nesnellik" olduğu için, bu disiplinlerin çalışma şekilleri nesnellik üzerinedir. sosyal bilimler dediğin şey ise, en temel özelliği değişkenlik ve öznellik olan insanın yaşama ve davranış prensiplerini tespit eden bir disiplinler bütünü olması dolayısıyla, sonuçları da öznellik ve değişkenlik üzerinedir. burada şunu tespit etmek çok önemli, fizik entropi kavramını çalışırken veya kimya süblimleşmeyi çalışırken bu iki bilimin de söylediği en temel şey şudur: doğanın kanunları değişmezlik arz eder, nesneldir. bu bir önermedir. tarih kadeş savaşı'nı anlatırken veya psikoloji oral dönemi anlatırken söylediği en temel şey şudur: insanın yaşama prensibi değişkenlik üzerinedir, özneldir. bu açıdan bakmayı başarabildiğinde, sosyal bilimler ile doğa bilimlerinin yaptığı şeyler arasında, yöntemleri hariç aslında bir fark yoktur.

    doğa bilimcisi öykünücüsünün sosyal bilimleri anlamamasının ardında yatan en temel sebep, doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin yöntemleri arasındaki farkı anlamaması ve bilimsel yöntem olarak yalnızca doğa bilimlerinin yöntemlerini tanımasıdır. ayrıca endüstri devrimi'nden bu yana, doğa bilimlerinin sonuçlarının doğaya, dünya'ya ve insanın yaşam tekniklerine ilişkin sorunları çözme amacıyla kullanılması sebebiyle (ayrıca sosyal bilimlerin insana ilişkin sorunları çözmede doğa bilimleri kadar başarılı olamamasının da etkisiyle) doğa bilimcisi öykünücüsü için, sosyal bilimler bilim olmayan veya anlaşılmayan bir disiplinler bütünü olarak ortaya çıktı. bunun en önemli sebeplerinden biri de, yine doğa bilimcisinin, insanın öznelliğine ilişkin en temel bilimsel çıkarımı es geçmesidir. bütün bunların en öncül sorumlularından en önemlisi, bana kalırsa endüstri devrimi ile birlikte değişen bilim algısıdır.

    dolayısıyla, aslında bir sosyal bilimci ile doğa bilimcisinin kafası temelde aynı çalışır, fakat yöntem konusunda farklılıklar vardır. bu nedenle ne sosyal bilimler doğa bilimcisi öykünücüleri sosyal bilimleri anlamıyor diye bilim olmaktan veya anlaşılır olmaktan çıkar, ne de birkaç doğa bilimcisi öykünücüsünün algılayışı hatalı olduğu için bütün doğa bilimcileri böyledir. yani sosyal bilimler için anlatılagelen bu sorunsal, bütün doğa bilimcilerine atfedilemez. sorun yalnızca bilim kavramının gerçekten ne olduğunu bilip bilmemekle ilintilidir.
  • yokluğunda fen bilimlerini anlamsız bırakabilecek; ama fen bilimleri olmadan da anlamsız kalacak bilim türüdür. fen bilimlerinin geliştiği bir ülke, başta iktisat ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerden de yararlandığında tam anlamıyla gelişmiş bir ülke olur. bir tekonoloji harikası olmasına rağmen japonya'nın bir abd kadar uluslararası ilişkilerde söz sahibi olmaması ve bu ülkeler kadar talep görmemesi de biraz bu yüzdendir: sosyal bilimleri geri plana atmak.

    örneğin hem fen bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde gelişmiş birleşik krallık; gerektiğinde çoğu insanın küçümsediği sosyolojiyi ve medya öğretilerini kullanmış ve dünya'nın her yerindeki insanlara üzerinde birleşik krallık bayrağı bulunan tişört giymeyi bile modernlik diye yutturmuştur.
  • asya calismalari'nda yuksek lisansa baslamistim; cunku japonya konusunda daha fazla ders almak ve bolge calismalari konusunda uzmanlasmak istiyordum. ulkeden gidince yuksek lisansi tamamlayamadim ama, aldigim derslerden onemli birkac sey ogrendim.

    arastirma yontemleri dersinde hocamiz "sosyal bilimler cok guzel. baskalarinin arastirmalarini okuyarak hic gitmediginiz yerler ve hic tanismadiginiz insanlara iliskin konusabiliyorsunuz. hatta arastirma bile yapabiliyorsunuz." demisti gulerek. bir bolge konusunda uzman olabilmek icin kulturu ve dili nasil ogrenmek ve bunlari bilimsel bir bakis acisiyla nasil yorumlamak gerektigine iliskin konusuyorduk. sonra aklima lisansta aldigim antropoloji dersinde hocamizin verdigi bir ornek geldi. "abd" demisti, "abd irak savasi'nda fena halde bocaladi; cunku bolgeyi cozumlemesi icin gonderilen antropologlar bolgeyi, insani, kulturu ve toplumsal yapiyi anlamakta basarisiz oldular. evet, abd irak'a savas acmadan once bolgeye bircok uzman gonderdi ki buna gore strateji gelistirebilsin. olmadi. bolgeyi yanlis anladilar ve irak'ta fena halde battilar."

    ben o zamanlar lisansa yeni baslamis, arastirma yontemlerinden ve bilimsel bakis acisindan bihaber zavalli bir ogrenciydim. bu bilgi benim icin inanilmaz ufuk acici olmustu. hic unutamiyorum o konusmayi.

    bolgeyi cozumlemek, dili ve kulturu anlamak, insanlari tanimak... once kendini bilmekten geciyormus. psikolojik, sosyolojik, antropolojik ya da her ne isterseniz o bakis acisiyla bakmayi ogrenmekte sorun yok. bilgi ogrenilir. asil mesele bilimsel bakis acisi kazanmakta.

    japonya'ya gelmeden once burasi ile ilgili yeterince okudugumu dusunuyor, hatta akademik duzeyde dersler aldigim icin epey bir bilgi sahibi olduguma inaniyordum. sonucta, biz sosyal bilimciler hic gitmedigimiz yerler ve hic tanismadigimiz insanlara iliskin yorum yapabilirdik. ellerimizde makaleler vardi. belgelerle konusuyorduk.* kultur calisan sosyal bilimciler, -olanaklari varsa- cok genis projeler kapsaminda pek cok katilimcidan binlerce veri toplayarak hic gitmedikleri yerler ve hic tanismadiklari insanlarla ilgili yorum yapabiliyorlar. arastirma sorularini ve hipotezlerini olusturup yontem belirliyorsun. olcum araclarini secip veri toplamaya geciyorsun. gayet kolay; cunku istatistik var. yasasin istatistik! elde ettigin sonuclar da istatistiksel olarak anlamliysa ne mutlu sana. yaptigin ise aynen devam edebilirsin. onemli olan anlamli bir sonuc elde etmekti zaten. gercekten dogru olup olmamasi kimin umrunda ki? kalkip myanmar'a kim gidecek simdi. makale oku, yeterli.

    aslinda oyle olmuyor. oyle olmamasi gerekiyor. yasadigim japonya okudugum japonya'dan oylesine farklymis ki buraya gelmeden bunu anlamama olanak yokmus.

    sosyal bilimlerin bulgulari, sevgili sozlulk ahalisi, bazen hicbir sey ifade etmiyor. koca bir yalan demeye dilim varmiyor dogrusu ama, oyle makaleler okuyorum ki "acaba bir kez olsun kendi ulkesinin disina cikmisligi var mi bu arasirmacinin?" diyorum. 7 bucuk milyar insani ve 195 ulkeyi bireyci ve toplulukcu diye ikiye ayiranlar mi dersiniz, var olan kulturleri degerlendirirken olcut olarak bati'yi alanlar mi isterseniz, bir kulturde elde edilen bulgulari her yere genelleyenleri mi konusursunuz bilmiyorum. makaleleri okuyorum okumasina ama, okudukca kafam berraklasacagina daha cok karisiyor. okudukca kendimi ve nesnelligimi sorguluyorum. sahip oldugum onyargilar, icsellestirdigim kalipyargilar, edindigim psikolojik bakis acisi, gelistirmeye calistigim bilimsel acisi uzerine dusunuyorum. sonra sosyal bilimlerin nesnelligini sorguluyorum. arasirmacilar kulturlerinden bagimsiz dusunulemezler, dogru. onemli olan onyargilarinin ve kalipyargilarinin farkinda olarak degerlendirme yapmak, dogru; ama hic gitmedigimiz yerler ve hic tanismadigimiz insanlara iliskin konusmak ne kadar dogru? ki bazen, onyargilarinin, kalipyargilarinin, benimsedigin degerlerin ve ahlak anlayisinin, kisacasi kendinin farkinda olmadigin icin gitsen ve tanissan bile anlayamayabiliyorsun. bilimsel bir bakis acisi icin once kendini bilmek, ardindan da kibirlerinden arinmak gerekiyormus.

    sorguluyorum; sorguladikca dugumleniyor. ne kadar fazla ogrenirsem, o kadar az konusabilir hale geliyorum. son zamanlarda aklimda her ne varsa dokup sacmis durumdayim. kendime yeni bir bakis acisi kazanmaya ugrasiyorum; ama biraz zaman alacak gibi gorunuyor. doktoradan hicbir sey bilmedigimi hissederek mezun olacakmisim gibi geliyor.*
  • temel konusu insan ve onun ürettiği yapılardır. fakat sayılara, istatistiksel verilere daha fazla dayanma çabası bazen sosyal bilimlerin anlamaya çalıştığı meselelerin tam olarak anlaşılamamasına sebep oluyor sanki. insan, toplum ancak sayılar yoluyla nesnelleştirilebiliyor olabilir, buna ihtiyaç da duyuyoruz, ama araştırmalarda hep bu taraf ağır bastığı zaman bu bulguların bizi tam olarak bir sonuca götürdüğünü nasıl iddia edebiliriz ki?
    "insani bilimlerin giderek insan merkezli olmaktan uzaklaştığını belirtmek yanlış bir saptama olmayacaktır. örneğin psikoloji giderek bir istatistik bilimi haline gelmekte, ekonomi, tarih ve coğrafyayı bir kenara itip matematiği baş tacı etmektedir"*
    lacan, bu durumla ilişkili olarak, aslında tüm insan bilimlerinin 'öznelliğin bilimleri' olarak yeniden tanımlaması gerektiğini söylüyor. fakat bilim öznelliği içerebilir mi? peki sosyal bilimler öznellikten ne kadar uzak kalabilir? bilmiyorum ki...
  • insanların pozitif bilimler ortak adı altında toplanmış fizik, kimya, matematik gibi birikimlere karşı çekince ile karışık bir tür saygı besledikleri, bu bilimlerin gerçek olarak sundukları sonuçları, bahsi geçen sonuçlarin sezgisel varsayımları ile çelişiyor olmasına aldırmadan kabullenmede çok daha istekli davrandıkları ve pozitif bilimlerin bulgularıyla çelişmemeye özen gösterdikleri yönünde güçlü bir izlenime sahibim - erke araştırma a.ş. v.s.'yi bu genellemeden tenzih ederim.

    bir kurum çıksa trafik kazalarını önlemek adına tüm sürtünme katsayılarının 01.01.2007'den geçerli olmak üzre iki katına çıkarılması için kampanya başlatsa amatör hokey oyuncuları federasyonu bu durumdan rahatsız olmaz zannederim zira fizik bilimince önerilmiş yasalar öyle karar almakla, iradeyle yahut bir "topyekün dönüşüm kampanyası" başlatmakla değiştirilemeyecek kurallar olarak algılanmaktadırlar bizlerce.

    oysa sosyal bilimler ve onların bulguları - sebepleri ayrı bir tartışma konusu olmak üzre - pozitif bilimlerin bu koruma kalkanına sahip değillerdir ne yazık ki. bırakın araştırma sonuçlarının derinlerine saklı kalmış ayrıntı bulguları, bazen bilimin temel kural addettiği kurgular ve hatta bilimin varoluş argümanları bile kitlelerce yoksayılmaktadırlar!

    gezegenin en parlak, en dolu zihinlerinin bir kısmı, insan ve insan topluluklarının nasıl evrimleştiğini, kültürün, sanatın, düşüncenin, ahlakın nasıl şekillendiğini irdeleyip durmakta, bu irdelemeleri sonucu elde ettikleri bulgular arasında fiziğin, matematiğin bulduklarına benzer örüntüler bulmaya çabalamaktatırlar. oysa toplum bu adam ve kadınları alenen iplememektedir!

    ben pek anlamam ama muhtemeldir ki bir çoklarınıza aşikardır; denir ki toplumların değer yargılarının nasıl oluştuğu hayatlarını nasıl kazandıkları ile doğrudan ilintilidir. tarlalarda çalışan, tarımla uğraşan toplumlarda kadın ikinci sınıf vatandaş olur zira kas gücüne dayalı bir üretim biçiminde güçlü erkeğe nazaran zayıf kadın üretim araçlarında etkisizdir. (aslında bu o kadar da testedilemez bir teori de değildir doğrusu; hayatında bir spor salonundan içeri adımını atmış herkes kadınların neden kas gücü ile üretim yapılan bir toplumda önemli olamayacağını kolayca anlar.) oysa fiziksel güce dayalı olmayan para kazanma biçimlerinin de mevcut olduğu çağlarda birey birey kadınların ve kadınlığın toplumsal konumları iyileşir buyrulur.

    şimdi, bu bilgiyi doğru sayıp ciddiye alan biri, kadın haklarını iyileştirmek adına "bilgilendirme kampanyası" başlatır mı. sürtünme katsayını arttırmayı kabul etmekle trafik kazalarının azalıcağı zannetmek naifliktir de tarım toplumundan kadına sanayi toplumunun verdiği önemi vermesini beklemek nedir. naifliği bırakın, yahu alenen sosyolojiye hakaret değil midir bu! adam demedi mi kadın haklarının iyileşmesi için sanayileşmeniz gerek. dedi. bilgilendirme kampanyasıyla mı sanayileşeceğiz anlamadım ki.

    insan ister istemez düşünüyor - ben bazen isteyerek de düşünebiliyorum ama insanların çoğu böyle - dar yahut geniş anlamı ile bir toplumda kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmeleri o topluma birey olmuş şahısların karakterlerinden mi kaynaklanmaktadır ki siz bu insanları bilgilendirerek ve bilinçlendirerek kadın haklarını iyileştireceksiniz? şüphesiz düşünsel kısırdöngülerin kırılmasında böyle aydınlatma kampanyaları fevkalade faydalı olabilirler, ayrıca bu kampanyalarda rol almış insanların niyetleri ve diğerkamlıkları da takdire şayandır ve fakat eşyadan tabiatına aykırı beklentiler içerisine girmek boşa harcanmış kaynak, emek, zaman değil midir.

    sosyal bilimlerin sunduğu "gerçekler"le çelişkmek nasıl da bu gündelik hayatın bir parçası haline dönüşmüş oha felan olmamak işten bile değil sayın okurlar.
hesabın var mı? giriş yap