• eski sevgiliyi asla unutamamış bünyeye içki masasında yöneltilen soru tümcesidir. duygulanımın had safhaya vardığı bir andır belli ki. yine eski defterler açılmış, nasıl aşık olunduğundan tutun da ilk öpücüğe kadar kıyıda köşede kuytuda kalmış ne kadar anı varsa hepsi masaya serilmiştir. rakı kadehleri dolup boşalmakta, gözler uzaklara bakmaktadır ta ki o soruyla karşılaşana kadar. ama o soru değil midir ki rölantide çalışan imgelemin pistonlarını hızlandıran? evet o sorudur eski sevgiliden ayrıldıktan sonra, kaç kez, uzaktan da olsa görüldüğünün bilançosunu bir kez daha masaya yatıran! rakının buzunun dakikalar önce eridiği, sigaranın kültablasında kendi kendini içtiği farkedilir, yanıtı müteakip!
    (bkz: rakili aksamlar)
  • kurtuluş'ta bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim.
    normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.

    ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve.
    yerini de telefonla sorup öğrendim.
    kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun.
    o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.

    şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın.
    elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.

    neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş.
    telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.

    beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa-

    ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.

    ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz?
    o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

    başlıyor, başlıyoruz:

    yıllardan 1975.
    ben o zamanlar harp okulundayım. feriköy'de bir güzel restoran var dolapdere'ye inen yokuşun başında.
    aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş.
    kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..

    kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.

    mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor.
    iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları.
    neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim.
    dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.-
    öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya?
    bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.

    üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim.
    masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım.
    saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.

    o bana güldü ya, ben hergün feriköy yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu.
    bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.

    kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor.
    ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.

    doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm.
    sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim.
    teyzesinin yanında kalmaya başlamış.
    iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..

    hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine
    10 sayfalık mektubumu bıraktım.

    gene de haftada iki gün gittim feriköy'e görürüm umuduyla.
    hiç beklemediğim bir gün geldi yanıtı.

    sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım.
    hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar.
    her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra.
    tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.

    biraz durgundu.
    baba ocağı gibi olmuyor diyordu. her ne kadar teyze, anne yarısı olsa da..

    istetecektim ki tayinim çıktı.
    taa batman'a.
    onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi.
    ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.

    ağlaşa ağlaşa vedalaştık.
    tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda.
    saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi.
    kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.

    dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır.
    kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim.
    sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.

    ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.

    teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim.
    kadın boynunu büktü.
    -size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.

    hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş.
    adresini istedim.
    vermedi. ben çağırtayım dedi.

    elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.

    geldi, gözleri kan çanağı gibiydi.
    -neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.

    -gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna.
    -daha nikah yok ki- dedim.
    -alayım gideyim seni-

    kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş.
    ağlamış, yalvarmış gitme diye.
    sonra da kurana el bastırmış.

    evlendi..
    ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde
    anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..

    adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

    peçetesini uzattım.

    sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..

    ben dayanamadım;

    -sonra bir daha gördün mü abi o kızı?- dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama.
    o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.

    -gördüm dedi. beykoz'da oturuyormuş. haberini aldım sonra. beykoz, paşabahçe, göksü arşınladım aylarca.
    gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten.
    sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda.
    bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk.
    aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim.
    koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten.
    gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.

    zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.

    tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş.
    köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.

    bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor.
    düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.

    tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı.
    çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi.
    -sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

    sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm.
    öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

    ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı-
    diyebildim..

    taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım.
    kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum.
    keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.

    ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum.
    tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum.
    aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum.
    peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.

    hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.

    20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

    -e' si, - diyor adam,

    buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?

    ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.

    o eve bakıyor, gülümsüyor.
    bir minder daha koyuyor sırtına;

    -hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

    arkadaşımın annesi, asiye sultan evleniyor.

    edit: 11 yıl sonra gelen bu edit ile yıllarca her gün en az 3 mesajla aldığım bir soruyu yanıtlamak isterim; kurgudur öykü. içinde onlarca insanın aşkından parçalar vardır. yaşayamadığımız 70'lere özlem, eski istanbul'a hayranlık vardır. ilk öykü denememdir, aldığı beğeni ile benim mahlama "yazar" ünvanı ekletendir. tüm takdirlerinizin kalbimde kocaman yeri vardır. beni "öykücü" yapan bu entryi okuyan herkese teşekkür ederim.
  • (bkz: gizli sevda)
  • efendim * lise hazırlık yılları (96 falan sanırım) fenerbahçe stadı yanındaki kenan evren anadolu lisesindeyim ki o zamanlar anadolu lisesi değil süper lise denilen ne idüğü belirsiz bir oluşum. ama tabi belli bir ortaokul (evet o zamanlar ortaokul denilen bir kurum vardı) ortalaması ile girildiğinden mutlu mesut ve bir o kadar gururlu okuluma gidip geliyorum. evimizden sabahları bir hayli yürüyerek bağdat caddesine iniyorum ki buradan otobüse bineyim böylece minibüs yolu diye tabir edilen karmaşadan uzak kalayım. tabi bu güzergahı kendim bulmamışım; sağolsun babam anlatmış bir bir. bir de fazla yırtık değilim o yıllar (zaten kimse yırtık değil) böyle kös kös gidiyorum okuluma. suadiye'de otobüsümü bekliyorum, bekliyorum ama bir gün çok çok güzel ama maalesef benden 10 yaş büyük bir kadın görüyorum. yani ben o yıllar 15 olsam kadın 25 falan. ama inanılmaz güzel. sarışın ama sarışın bomba değil. asil bir güzelliği var. şimdi hayyal meyyal hatırlıyorum. yüzünde hafif bir makyaj var. döpiyes giymiş. onu görünce ben de döpiyes oluyorum. bedenimin alt kısmı ile üstü ayrı ayrı hareket etmeye başlıyor. neyse ben henüz alışamadığım yeni okuluma giderken her gün bu güzellik ile karşılaşmak zorunda kalıyorum otobüs durağında. o her zaman aynı yerinde hanım hanımcık oturuyor. ben aleni biçimde onu gözlüyorum. ne de olsa kadını rahatsız etmek gibi bir korkum yok çünkü ciddi anlamda uyanmamışım böyle şeylere. zaten küçücük çocuktan da rahatsız olmaz kimse. dudaklarının biçimine bakıyorum, kusuruz; saçlarına bakıyorum, kusursuz; bacaklar, kusursuz*.

    sonra bir gün. ben bu güzelliği izlerken, o da dönüp bana bakıyor. ben fener ışığında kalmış tavşan gibi kıpırtısızım. selam veriyor. iradem dışında benle tanışıp muhabbet etmeye başlıyor. ama tabi ki küçük ve sevimli bir veletle konuşur gibi konuşuyor benimle. oysa benim içimde kopan fırtınalardan habersiz. güzel parfümünün burnuma dolup oradan reseptörlerim ve sinir hücrelerimle beynime gittiğinden habersiz. dahası 10 yıl sonra o parfümü hala hatırlayabileceğimden habersiz. çok güzel bir durak arkadaşlığımız oluyor. her gün sohbet ediyoruz. sonra bir gün, o kayboluyor. bir daha onu o durakta göremiyorum. 1 hafta kadar daha oradan otobüse binmeye devam ediyorum ama platonik aşkımdan eser yok. ondan sonra bağdat caddesi çekilmez oluyor sabahları. ben de kendimi bırakıyorum minibüs yolunun karmaşasına. sırf onu görmek için arada bağdat caddesindeki o duraktan bindiğim oluyor otobüse ama nafile.

    sonra büyüyorum. aradan 10 sene geçiyor. gece eve dönerken otomobil geçmeyen dar sokakta onun parfümünü duyuyorum. tekrar aklıma düşüyor 10 sene sonra. eve gelince geçiyorum bilgisayarın başına, başlıyorum onun hakkında yazmaya. burnumda parfümü, aklımda güzel gülüşü, gözlerimde bağdat caddesi.
  • gelişen teknoloji artık nelere kâdir değil ki! "gördüm, evet... "cevabı alma ihtimali eskiye oranla çok daha yüksek olan bir sorudur. cevap kırk yıllık hayallerim paramparça oldu diye de devam edebilir, yürek sızlatan bir aşk hikayesinin son perdesiyle de... lâkin soruyu soran "abi " diye hitap ettiğine göre arada epey yaş farkı var demektir. aldığı cevap ne olursa olsun kelimelerle sınırlı kalacak altındaki anlam pek dolmayacaktır. ta ki abinin yaşına gelinceye kadar...
  • - sonra bir daha gördün mü abi o kızı
    + damdan düştü bir kurbağa titretti kuyruğunu...
    - bacı kalfa su koştur!
  • peşinen söyleyeyim, öncelikle bu bir aşık olma veya aşık olunan kadının tanrısallaştırılması ve kişinin bilincinde sanal bir meta haline getirilmesi anısı değildir. anının odağındaki kız ve anının kendisi uzun süredir aklıma bile gelmemişken iki hafta önce yaşadığım olay hatıraları canlandırmış ve üzerinde düşünmeme vesile olmuştur. yani, bu bir what if hikayesidir aslında. geriye dönüp olayların yaşanma biçimine baktığımda farklı gelişseydi ne şekilde vuku bulabileceğinin sorgulamasıdır. uzun süreli lişkilerde hiç dikiş tutturamamış ama tonla saçmasapan ilişkiye sürüklenmiş biriyim. dramlarla beslenen, aşırı duygusal yapıda insanlardan olmadığım için bu konuya kafayı takıp, moral bozukluğu yaşamak yerine neden böyle olduğu konusunda mantık yürüttüğüm, çözüme yönelik sebep sonuç ilişkileri kurduğum olur ara sıra. bu yüzden de geçmişte yaşadığım olayların bileşkenlerini ve detaylarını yeniden değerlendiririm. aslında bunu yaşadığım ilişkiler dışında, ilişki potansiyeli taşıyan ve bir sonuca varmamış tanışma anılarına pek uygulamam. bunların genelinde incelemeye alınmaya değecek, gelecekteki tecrübeler için fayda sağlayabilecek kadar veri yoktur çünkü. ama bu anıyı yeniden hatırlamam, beni ufak detayların kombinasyonunun bu olayların gidişatında ne kadar belirleyici olabildiği üzerinde yeniden düşünmeye sevk etti. (bkz: kaos teorisi)

    2005 sonu 2006 başı gibi bir dönemdi galiba. tam tarihi hatırlamıyorum. üniversitenin ilk yılları benim için fazla kasmadan kendime ve arkadaşlarıma zaman ayırabilecek, hatta sosyal projeler gerçekleştirmeme imkan sağlayabilecek rahatlıktaydı. sosyal projeler yaratma ve örgütlenme refleksleri; rutine dayanamayan, sürekli atraksiyon ve adrenalin arayışında olan bir bünyenin yan etkisi olarak ortaya çıkmıştı bende. etrafımdaki arkadaşlarım da benzer yapıdaydı ki benzer güdülenme içinde, benzer arayışlarla kendi çapımızda bir topluluk oluşturmuştuk. çok eğleniyorduk, sürekli bambaşka ortamlar ve olaylar yaratıyorduk kendimize. o dönem, genelinin işleyişi bakımından hem toplumsal hem de işlevsellik boyutlarıyla en yalan dolan ortamlardan biri olan cast ajanslarına sarmıştık. geçmişte babamın prodüksiyon işinde olması ve küçüklüğümde setlerde çok fazla vakit geçirmemin nostaljik etkisi de büyük bunda tabi. zerre kadar umurumuzda olmamasına rağmen dizi ve reklam çekimlerine katılıp oyuncu olup kısa sürede köşeyi dönebilmek umuduyla figüranlık yapan yığın arasına katılıyor, bazen çekimlere bile girmeyip ortamda kafamıza göre takılıp karambol ve kaos yaratıyorduk. o zamana kadar çekimlerden kovulma, pek çok büyük vukuat gerçekleştirme ve ortamdaki insanlar tarafından giderek tanınmaya ve göze batmaya başlama aşamalarını çoktan geçmiştik. aslında bu tarz sosyal projelerde tam bilinçli bir olgun sorumluluk olamasa da kendimize göre bir etik skalamız da yok değildi. vukuatların boyutunu bulunduğumuz ortamdaki insanların dürüstlük ve insancıllık boyutuna göre ayarlama ve kimsenin ekmeğine mani olmamak gibi durumlara dikkat etmeye çalışıyorduk. o zaman bunun değerlendirmesini ne kadar doğru ve gerçekçi yapabiliyor olduğumuz tartışılır tabi ama hak edilen ortamda ve mübah olduğu kadar kaos yaratma gibi bir anlayışımız vardı. bunun dışında olabildiğine gözü karaydık. bu yüzden de epey dikkat çektik ve bizzat bu cast ajanslarından topluluğumuza katılım olmasıyla genişledik de. o ortamlardan kazandığımız, hala sağlam dostluğumuzun devam ettiği arkadaşlarımız var.

    olayın olduğu gün bizden (topluluk üyesi) 3 arkadaşla birlikte katıldığımız aşk oyunu dizisi çekiminde ortamı değerlendirip pek bir atraksiyon yaratmayı gerek görmeyip, sakin takıldığımız bir gündü. (bkz: low profile) o güne kadarki marjinal tavırlarımız antipati yaratmaktan çok, pek çok kolaylığa ve imtiyaza erişmemize olanak sağlamıştı. bunun sonucu olarak, çekimlerdeki süpervizörlerle (ekip başı deniliyordu o dönem) ortak menfaat ilişkileri** sağlamamız sonucu çekimlere geç katılabilip erken ayrılabiliyor ve gitmediğimiz çekime gitmiş gibi yazılabiliyorduk. çoğunluğun bazen tek bir çekimde 24 saat geçirdiği gün toplamda 3-4 saat takılıp aynı parayı almışlığımız çoktur. o gün de ortama normal toplanma saatinden yaklaşık 5 saat sonra teşrif etmiştim.* bazıları için çok önemli bir tüyo vereyim; bu çekimler flört, kısa süreli veya uzun süreli ilişki arayışında kişiler için tam anlamıyla biçilmiş kaftandır. kadın olsun erkek olsun pek çok kişi sırf bu amaçlarla takılmaktadır oralarda. her çeşidinden insan olduğu için, hafifmeşrep kısa süreli heyecanlara hitap eden veya son derece aklı başında, kültürlü ve ruh eşiniz olabilecek potansiyelde olanlar kadar geniş yelpazede karşı cinse dair beklentisi her türden olabilecek kişiye hitap eder. doğal olarak benim de bu ortamlardan ekmek yemişliğim çoktur.*

    çekimlerde ilk defa gördüğüm, diğer kızlardan farklı bir ışıltı saçan, kendi halinde takılan kızıl saçlı güzeli hemen farkettim. hiç bir zaman karşı cinse doğrudan yavşamayı seven bir tip olmadım (gerektiğinde rol kesebilirim o ayrı). ilgilendiğim biri olduğunda usul usul iletişime imkan sağlayacak ve sonrasında yakınlığı artıracak ortam yaratmak en içime sindirdiğim yöntemdir. türk kadınlarının da bu alanda port açıkları var zaten, çok daha etkili sonuç veriyor.* bu kızıl güzele de bu metot içinde kancayı takıyorum o gün. ortama 5 saat sonra gelmeme rağmen hala amaçsızca bekleniyor. bizden 3 elemanla birlikte ortamda tonla meşgale çıkarabilecek potasiyelde olmamıza rağmen, yoldaşlarımı kendi hallerine bırakıyorum ve sırf kızla bağlantı kurmak için bekleyenlerin masasına oturuyorum. hemen konuşulan sohbete katılıyorum. kızla da üç beş lakırdı etme fırsatı yakalıyorum. ünlü oyuncular muhabbeti döndüğü sırada konu kıvanç tatlıtuğ'a geldiğinde hedef olarak kitlendiğim kızıl güzel "adam sarışın falan kız güzeli gibi, ben kara kaşlı, kara gözlü erkek güzeli seviyorum" şeklinde bir laf ediyor. bak hala unutmamışım bunu. ben tabi bunu bir zarf atma olasılığı olarak görüp ufak çapta kendime pay çıkarıyor ve kızın sahasındaki oyuncu sayımı artırıyorum.

    daha ortama gelmem üzerinden bir saat bile geçmeden kızla iletişimi sağlamlaştırıyorum ve artık ikimiz kalabalıktan kopup muhabbet etmeye başlıyoruz. kızın adını bile hatırlamıyorum şimdi. ama o dönemde hukuk okuduğunu hatırlıyorum. aklı başında, hanım hanımcık sakin bir kız olduğu için ben de çekimlerde çılgın kaotik takılan güruhun başını çekenlerden değilmişim gibi efendi efendi sohbet ediyorum. neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama hiç de kasmıyoruz, eğlenceli ve geyik bir sohbet içerisindeyiz. bir süre sonra diğer bir ajanstan başlarında süpervizörle birlikte yeni bir grup figüran geliyor. kızla bir köşede muhabbet ederken bi nebze enseye tokat mertebesinde samimiyet yakaladığımız süpervizör, asistanıyla yanımızda bitiyor direkt "naber lan hasta ruh" diye bir girizgahla birlikte. yeni olan asistana ve kıza "bu adam var ya manyağın önde gideni.." diye bir başlıyor ve vukuatlarımızı anlatmaya girişiyor. muhabbetin piç olması bir yana kızın gözündeki bütün o efendi, iyi aile çocuğu imajım da yerle bir oluyor tabi. bir süre soğukluk giriyor araya, hatta kızın ufak ufak laf soktuğu da oluyor. ama ben rahatım çekim uzun, daha bol bol vaktim var.

    bir iki saat farklı icraatlarla vakit geçiriyorum. çekimler devam ediyor, birileri arada çekime girip çıkıyor. benim alakam bile yok tabi. ortamda olayım bambaşka. sonra uygun anın geldiğini düşünerek yine kızla diyalog kurmaya çalışıyorum ve başarılı oluyorum. yol yordam bilmez süpervizör arkadaşın anlattığı olayları yumuşatarak üzerinden geçiyorum ve bir nebze de olsa efendi çocuk imajımı geri kazanıyorum. bekleme odasında bir tahta var, kızla sohbet ederken bir yandan da buraya resimler çiziyoruz. kızı çizim yeteneğimle de etkilemeyi amaçlayıp daha yoğun bir markaja alıyorum. yakınlığımız giderek artıyor ve artık uzun süredir arkadaşmış gibi gülüp eğlenmeye başlıyoruz. derken arkadan bir kadın ismimi söylüyor. dönüp baktığımda kısa süre önce çıkmış olduğum kızın annesi olduğunu farkediyorum. o günden bir hafta kadar önce yine çekimlerden tanıştığım kızla olan ve bir süredir devam eden ilişkim annesinin kulağına gitmesi ve ailecek çekime gelmeleriyle birlikte kadının beni karşısına alıp "ciddiysen ailenle gelirsin tanışırız. böyle şeyler bizim ailemize uygun değil." tarzı bir noktaya vardırmasıyla ve kızının cep telefonuna bile el koymasıyla son bulmuştu. işte o kadın şimdi tam da bu kızla olabildiğince tatlı bir sohbet içerisindeyken bir anda yanımızda bitiyor ve bir hafta önceki meseleyi aynen gündeme getiriyor. kız da özel bi mesele var heralde diye biraz geri çekiliyor. ne kadar kestirip atmaya çalışsam da kadın gerçekten enteresan bir model, kendimi bu absürd konuşmadan çekip alamıyorum. kadın kızını anlatıyor, "ciddiysen ailenle gelirsin.. şöyle yapılır, böyle yapılır.. bu işin yolu yordamı budur bak gençsiniz" şeklinde girişiyor. ama en kötüsü kızıl güzelin de dinlemekte olduğunu farkediyorum. kızın "nooluyo lan burda" tepkisi yüz ifadesinden açıkça belli oluyor. terbiye sınırlarını koruyarak kadını başımdan savıyorum ama iş işten geçiyor tabi.

    sonra bayağı bir süre keyfim kaçık, moral sıfır vaziyette dolaşıyorum etrafta. çekip gitmeye karar veriyorum bir an, allahın hadımköy'ünde olmamızı umursamadan. arkadaşlar vazgeçiriyor. artık günün son sahneleri çekilecek dizinin, ondan önce yemek yeniyor. arkadaşlarla oturmuş yemeğimizi yerken sürpriz şekilde kız gelip masamıza oturuyor. şu kadının anlattıklarını merak etmiş, olayı soruyor. anlatıyorum ben de hiç yalan dolan olmadan dürüst şekilde. nasıl bir ilişkinin daha birbirini tanıma süreci içindeyken kızın annesi tarafından müdahalesi sonucu sonlandığını anlatıyorum. sonra bu seviyor muydun falan diye sormaya başlıyor. ben de kendi kendine gelişen, gidişatı akışına bıraktığım bir ilişki olduğundan bahsediyorum. kafamın da yoğun olması ve yorgunluktan mı artık bilmiyorum ama ipin ucu öyle bir kaçıyor ki, mesele ilişkilerde ne aradığıma ve ilişkiden çıkıp hemen kendimi yeni bir düzene rahatça adapte etmeme dayanıyor. arkadaşların da konuyu geyiğe çevirmeleri ve anlattıklarıyla beni daha da batırmalarıyla kızın kafasında belirlediği kalıba iyiden iyiye oturuyorum. tam toparlayacakken durumu, aniden set ekibinden kızı çağırıp acil çekime alıyorlar ve piç gibi kalakalıyorum.

    o günü artık gözden çıkarıyorum. yoksa mutlaka telefonunu alma ve bir yerlere davet etme niyetindeydim ama nasıl olsa bir daha karşılaşırız başka bir çekimde ve imajı düzeltiriz diye o günlük üstüne gitmiyorum. ama kızı bir daha da görmüyorum. zaman akıp gidiyor kızı da unutuyorum. yıllar geçiyor. ta ki, iki hafta önce (ocak 2011) metrobüste bir kız görmemle bütün bu olay yeniden canlanıyor gözümde. kıza bakıyorum bakıyorum emin oluyorum, bu o kız. saçlar artık kumral. adını hatırlayamıyorum. hukuk okuduğunu avukat olmak istediğini hatırlıyorum, düşünüyorum şu an avukat falan olabilir heralde diye. kız da bana bakıyor ama tabi ki benim ısrarla ona bakıyor olmamın büyük payı var bunda. neyse ki o gün olabildiğince paspalım da ortada bir de kızın cazibem yüzünden bakışlarıma karşılık verebiliyor olabileceği değişkenini göz ardı edebiliyorum.* hiç huyum değildir hatunları böyle göz hapsine almak, ama kendime engel olamıyorum. ikimiz de mecidiyeköy'de inince hemen kıza yetişip soruyorum; "hukuk okudunuz mu ya da avukat mısınız? daha önce cast ajanslarıyla çalışmış mıydınız?" diye. daha kız cevap vermeden zaten o olmadığını farkediyorum. 2006'da üniversitede olamayacağı bariz, çok daha küçük bir kız bu. hayır deyip gidiyor zaten. böyle işte. olay aklıma gelince bir kez daha farkediyorum tonla absürd detay sonucu şekillenen olay değişik koşullarda nasıl da farklı gelişebilirdi. sonra da siktir et diyorum kendime. geçmişten ders al, bir kenara kaydet ve geleceğe bak.*
  • -sonra bir daha gördün mü abi o kızı?
    -gördüm tabii, evlendik iki de çocuğumuz var.
    -ne diye ağlanıp sızlanıyon lan o zaman iki saattir piç!
    -senin konuşacağın yok amınakoyım, konu olsun diye anlattım.
hesabın var mı? giriş yap