aynı isimde "snowpiercer (dizi)" başlığı da var
  • net olarak guzel filmdir...sistem elestirisidir..7.5/10 dur.cok gozumuze sokarak gostermis ama yine anlamayanlar icin tekrar soyleyeyim...bro bak , tren su an ki sistemdir..

    --- spoiler ---

    -gunluk yaptigin junior isler(makine dairesindeki cocuk) , trenin ilerlemesini saglar sisteme hizmet eder..

    -trenin icinde yasamaya mecbur olmak , disarisinin soguk olarak korkutulmasi , baska bir dunyanin mumkun olmadiginin sana dayatilmasidir , ogretilmesidir.

    -polis/asker 1.sinifin cikarlarini korur fakat olumleri de aslinda arka vagonlarin olumlerinden sayilir %74 un icinde...(ayrica sistemle catisirsan once korku salinir , (baligin kesilmesi))

    -devrim biz izin verdigimiz surece devrimdir veya bunun yanilsamasini yapar sistemi yonetenler.(bunun hangisi oldugunu bilemedim, ama acmazimiz da o degil mi su anda?)

    -sistem o kadar da guclu degildir (silahta mermi olmamasi) ,veya gucludur(silahlarin cikmasi)-bir onceki maddeye iliskin cevap degisir.

    -sistemin basina gecerek veya gecmeye calisarak sistemi degistiremessin ( makine dairesinde bir an icin devrimci abimizin , sistemin halkin iyiligi icin olduguna inanmasi)

    -zengin tayfasi kucuk devrimci bireysel olaylari ziklemez(adam gecerken tepki vermemeleri) , sadece sistemin gercekten tehlikede oldugu telkin edildigi zaman ayaga kalkar...son sahne.

    -sistemi sadece treni yikarak degistirebilirsin -o kapi degil bu kapi..

    -bocek yedirmek -en son bm raporuydu galiba -ileride insan irkinin protein kaynagi olacaktir.

    -sistemi yikmak kolay olmayacaktir.mucadele gerektirir...cogu zaman sistemi degistirecek olarak baslarsin ,cocuklari ve sistemin rezaletini gosteren olmadigi anda sicarsin...

    --- spoiler ---

    guzel filmdir, iyi dusunulmustur, canavar gibi filmdir , izleyiniz izletiniz ...
  • kapitalizm altında yapılabilecek en devrimci film.

    son zamanlarda sistem eleştirisine bulaşan, kitlesel hareketlerden bahseden filmlere pek yabancı değiliz. ben bunun garip bir şekilde kapitalizmin bir bug'ı olduğunu düşünüyorum. arap baharından, wall street eylemlerine, ispanya'daki öfkeliler hareketinden gezi'ye kadar bütün dünyada kitlesel mücadelelerin bir şeyleri değiştirebileceği görüşü yaygınlık kazanıyor. dolayısıyla bu tür konulara yer veren kitaplar ve filmler daha çok satıyor. son dönemde ilk aklıma gelenler; biraz daha öncesinden olsa da v for vendetta, hunger games, cloud atlas, elysium vb. ancak snowpiercer kendisini bütün bu filmlerden ayrıştırıyor sınıf mücadelesini mantıksal sonucuna devrim fikrine ulaştırıyor.

    --- spoiler ---

    tüm dünyanın -akp dönemi deyip geçilmesi saçma olur- küçük bir modelinin kurulduğu film korkunç koşullarda yaşayan insanlarla açılıyor. tren ilk olarak harekete geçerken trende olması planlanmayan en alttakiler sürekli baskıya tabi tutuluyor, berbat koşullarda yaşıyor ve aşağılanıyor. dünyada açlık koşullarında yaşayan 2 milyar insanı bir vagonda modelleyen yönetmen sayesinde kendimizi doğrudan onlarla özdeşleştiriyoruz. filmin başından bu kadar sert bir şekilde açılması, bizim "düzenle" en ufak bir uzlaşma olasılığımızı bile ortadan kaldırıyor.

    ana karakter'in isyanı ve planlanan ayaklanma daha en baştan bir şeylerin yolunda gitmediği hissini veriyor. gelen mesajların kaynağının bilinmezliği, "ileri gitmek"ten ibaret olan planda ters gidebilecek şeyler düşünüldüğünde aslında pek de kendine güvenli değiliz ana karakter gibi. ancak film boyunca kapitalist sistem -ve tren- içinde ilerledikçe olanları daha iyi anlıyoruz. okul sahnesi çok çok iyi bir örnek. gelecekte kana susamış birer savaşçıya dönüştürülecek olan -maskeleri hatırlayın- çocuklar bugünden endoktrine ediliyorlar. kullanılan özel hareketlerle zihne kazıma yöntemi bugün de anaokullarında kullanılıyor. okul sahnesinde çıkıp "dip vagondakiler tembel ve kendi boklarını yiyen bir grup" diyen çocuk, on sayfada anlatılmayan bir "egemen fikirler" eleştirisini bir dakikada gözümüzün önüne koyuyor. tıpkı bugün bize yoksulların kendi tembelliklerinin kurbanı olduğunu anlatan kapitalizm gibi trende de hiç gitmedikleri arka vagon hakkında yalanlar uçuşuyor. ancak bütün bu hediyelerin, yumurtaların, idealist öğretmenlerin altında sistemin soğuk şiddet gücü yatıyor ve film bize bunu olabildiği kadar yalın bir şekilde gösteriyor.

    ana karakterin ilerlemesini engellemeye çalışan "bilge kişi" ona herkesten daha ileriye ulaştığını ve artık durması gerektiğini söylüyor. her devrimci mücadelenin önüne çıkan seçim bu kez trende gerçekleşiyor. ne zaman durmak gerekir yada daha öz ifadesiyle reform mu devrim mi? ancak ana karakterin "bir kez durursak güç toplayıp geri döneceklerdir" lafında somutlaşan -biraz abartmak pahasına söylüyorum- sürekli devrim fikri kahramanı hep daha ileri itiyor.

    sonunda, iktidarın en somutlaştığı yerde, lokomotifin başında, yapılan konuşma sistemin devamının, sürekliliğinin tek umudu. parlamenterizm olarak bile okunabilecek bir noktada, başarılı olan ana karaktere sistemi devam ettirmesi karşılığında iktidar sunuluyor. sistem kendi yerine sadece kaos'u öneriyor. dışarıdaki dünyanın temsil ettiği "başka bir dünya"dan vazgeçmeye hazırlanan ana karakteri asıl vazgeçiren ise çocuk emeğinin nasıl acımasızca kullanıldığını görmesi oluyor. bu gibi bir film son sahnede pek çok farklı şekilde bitebilirdi; ana karakter aslında tren'in yaratıcısının çoktan öldüğünü keşfedebilirdi, onun yerine geçebilirdi vb. ancak filmin kendine seçtiği son, yani trenin patlatılması ve durması ve dışarıda hayatın devam ettiğinin anlaşılması ödenecek olan bedelin korkunçluğuna rağmen bir devrim güzellemesi. filmin bu şekilde bir sonla yayınlanabilmesi gerçekten şaşırtıcı.

    --- spoiler ---

    mutlaka daha çok izlenmesi, kült olması gereken bir film.

    ps: gerek var
  • iklimi alt-üst olan bir dünyada hiç durmadan tur atan bir tren ve bu trende yaşanan "sınıf" çatışmaları ile ilgili izlemesi eğlenceli bir film. chris evans ve özellikle tilda swinton'un oyunculukları gayet iyi ama kang-ho song'un performansını da es geçmemek lazım. (bu arada kendisinin memories of murder filmi de güzeldir)

    --- spoiler ---

    toplumsal sınıfların bir "tren" benzetmesi ile işlenmiş olması oldukça özgün bir yaklaşım. curtis (chris evans) isyanı başlatıp da trenin en arkasından ileri ya da diğer bir ifadeyle toplumsal tabakalarının en dibinden yukarı doğru giderken her adımda, yukarıya çıkan her metrede gerçeklerle yüzleşiyor. her adımda şartlar iyileşiyor, hayatlar güzelleşiyor... çok değil, 50 metre ötede insanlar senin hayatın boyunca görmediğin ya da tadını unuttuğun şeyler yiyor, hayal bile edemediğin hayatlar yaşıyorlar.

    mason (tilda swinton) mesela bu yapının yılmaz bir savunucusu. curtis ileriye doğru yolculuğu sırasında histerik bir şekilde bu yapıyı savunan, bu yapıyı kuran wilford'u bir nevi doğa üstü yaratık gibi lanse eden insanlarla karşılaşıyor. okul vagonunda ise"ideolojinin" kaynağına denk geliyoruz; mason'un ya da aslında ön taraftaki herkesin sahip olduğu fikirlerin çocukların beynine kazındığını, dolayısıyla ön taraftaki herkes için kendilerinin ön tarafta olmalarının, arkadakilerin de arkada olmalarının ve bu durumdan kaynaklı tüm adaletsizliklerin normal olduğunun düşünüldüğünü izliyoruz.

    isyanın ardından yapı bozulmaya başlıyor ve bunun ne kadar hassas olduğunu izlemeye başlıyoruz. ancak ironik bir şekilde, ilerleyen dakikalarda, aslında sistemin bir isyan olmadan da yeterince hassas olduğunu ve sistemi yok etmek için başlatıldığını sandığımız (curtis'in de sandığı) asi ruhlu hareketin aslında onu düzeltmek için bizzat iki tarafın kanaat önderleri tarafından planlandığını öğreniyoruz.

    bu aşamada joon-ho bong'a teşekkür etmek lazım sanırım. zira klasik bir hollywood senaryo yazarı ve yönetmeni klişe ve popülist bir yaklaşım (law abiding citizen, elysium) benimser ve bir çuval inciri berbat ederdi. ancak joon-ho bong böyle yapmamış; filmin sonunda curtis'in kişisel fedası ile sağlanan, trenin en arkasındaki insanların da insanca bir hayat yaşayabilmelerini mümkün kılan bir sahne görmüyoruz. film arka vagonlardan eli yüzü pislik içinde bir kız çocuğu yavaş yavaş ön vagonlara yürürken, oralardaki "elit" insanların "yazıklar olsun bize, biz bu güzel insanlara bunu nasıl yaptık" bakışlarının yakın plan çekimi ya da kızın (tercihen esmer, zira ezilenler ekseriyetle esmerdir hollywood yapımlarında) pis saçlarını okşayan bakımlı elleri gösteren duygusal ama bir o kadar da saçma bir sahnenin yavaş yavaş kararmasıyla bitmiyor.

    curtis bir seçim yapıyor; en başta karlar altındaki gerçek dünyaya açılan kapıyı patlatmak yerine diğer bir kapıdan geçip wilford'la tanışıyor (ki bu seçim, matrix'te neo'nun yaptığı seçime benzetilebilir; neo aşkı tercih ederken curtis umudun karşısında gerçeği seçti). burada isyanın aslında denklemi dengelemeye çalışan planlanmış bir eylem olduğunun ortaya çıkmasının ardından wilford'un curtis'e söyledikleri de film açısından önemli. wilford'un söylediği hemen her şey akla mantığa uygun; tren sahip oldukları tek şey, yaşamlarının kaynağı ve kapalı bir sistem. bu sistemdeki en küçük bir dengesizlik ise sistemin mahvolmasına dolayısıyla da herkesin yok olmasına sebep olabilir. bu yüzden de herkesin bir görevi, herkesin bir yeri, sınıfı var. arkadakiler arkada, ortadakiler ortada, öndekiler ise önde kalmalı; hatta gerekirse bu düzenin korunması için birileri ölmeli, tabi çoğunlukla arkadan, sonra biraz ortadan, en az da 1. sınıftan... mason'un "ben şapkayım siz ayakkabı" benzetmesini hatırlayın... ilk anda curtis bu açıklamayı en kaba tabiriyle "yedi". dünya yok olduğunda kendini izinsiz, herhangi bir bedel ödemeden attığı bu tren onun dünyasıydı. dışarıda çok kısa bir süre içinde ölecekken tren sayesinde 18 yıldır hayatta kalabiliyordu. hem zaten kendisi de mükemmel sayılmazdı; ilk başta hayatını sürdürmek için hemcinslerini yemekten geri kalmamıştı... tam cusrtis yeni wilfred olacak derken, filmin başında trenin arka vagonundan kaçırılan çocukların trenin yenilenemeyen parçaları için birer yedek olarak kullanıldığını gördü. koskoca tren, sistem, yani bütün dünya, varlığını ucuz işgücüne ve çocuk işçilere borçluydu. birilerinin yılda bir kez de olsa suşi yiyebilmesi, zengin çocuklarının eğitim görebilmesi, bitki yetiştirilebilmesi ve ekabirlerin keman müziği eşliğinde şarap keyfi yapabilmesi için birkaç yaşında çocukların karın tokluğuna, durmadan dinlenmeden, muhtemelen biraz büyüyüp de ölecekleri güne kadar çalışması gerekiyordu. işte bu noktada curtis yapması gerekeni anladı; yıllar önce yapamadığı fedakarlığı yaptı, kolunu kaybetmek pahasına çocuklardan birini kurtardı. curtis'i gilliam'dan ayıran en büyük özellik de işte bu aslında. gilliam önce haksızlığa karşı çıkıp sonrasında sistemin bir takipçisi, makinanın dişlilerinden biri olmuşken curtis öncelikle sistemin bir parçasıyken sonrasında bir devrimin öncüsü haline geldi.

    ve en sonunda film sistemin çöküşüyle sonlandı. tren, muhtemelen içindeki tüm fakir, zengin, genç, yaşlı, çocuk hatta hayvan ve bitkilerle yok oldu. geriye sadece başka bir dünya, başka bir sistem umudunu sürdürecek iki çocuk kaldı.

    --- spoiler ---
  • imdb'de yedi üstü bir notunun olması, criticker'ın 75 puan vereceğimi öngörmesi, burada herkesin öve öve bitirememesi sonucu dün akşam izlediğim film.

    açık konuşacağım, en son ne zaman bu kadar kötü bir şey izlemiştim hatırlamıyorum.

    öncelikle, fikir orijinal, hakkını vermek lazım. insanlığın başka bir gezegene, yeraltında kurulmuş barınaklara vs. değil de bir trene sığınmış olması epey tuhaf bir tercih olsa da zaten orijinal olmasını sağlayan bu tuhaflık ve iyi işlenseymiş buradan güzel bir film çıkabilirmiş diye düşünüyorum. vagonlar da (türlü mantıksızlıklar barındırmakla beraber) görsel olarak oldukça iyiydi.

    gelelim filmi beğenmemi imkansız kılan acayipliklere:

    --- spoiler ---

    - film, beni insanların neden trende yaşamak zorunda olduğu konusunda ikna etmedi. trenin neyle çalıştığı belli değil, ama belli ki wilford'ın kurduğu mekanizma sayesinde sonsuza dek hareket halinde olacak şekilde tasarlanmış. öyleyse bu sonsuz hareket/enerji trende dünyayı gezmek yerine sabit bir kampın enerji ihtiyacını karşılamak için neden kullanılmıyor? tüm insanlığın kaderini berbat hava koşulları nedeniyle her an bozulabilecek (hatta şimdiye kadar neden bozulmadığı da belli olmayan) bir ray sistemine bağlamanın anlamı ne? insanlığın kaderini çocukluğundan beri süregelen tren sevgisine bağlamak wilford'ın dahiliğine sığar mi?

    - filmin sonlarında hem bıçaklanıp hem de boğularak öldürülen terminatörvari kötü adam nasıl hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı? bu karakterin filmin kurgusuna hiçbir katkısı yok, neden ölmediğinin bir açıklaması da yok. çizgi romandan fırlamış gibi duran bir kötü adamdan ibaret. sadece bu karakter de değil, bütün karakterler arada o kadar anlamsız davranışlarda bulunuyorlar ki izleyici konudan uzaklaşıyor. kan bulaşan parmağını gırtlağına kadar sokan sarı elbiseli abla? savaştan önce baltalarıyla balık ayıklayan kabataş maskeli abiler? birbirlerini doğrayan insanların yılbaşını kutlamak için bir dakikalığına her şeyi bırakması?

    - vagonlar göze hitap ediyor dedik, ama mantığa etmiyorlar kesinlikle. çocuklar okula gitmek için mezbahadan ve çılgın partilerin döndüğü kulüpten mi geçiyorlar? yok geçmiyorlarsa hep orada mı yaşıyorlar? sahi, nerede uyuyor bütün bu insanlar? aslına bakarsanız vagonlar kapı açıldığı anda rol yapmaya başlayan insanlarla dolu gibi. sürekli saçlarını yaptıran kadınlar, partileyen gençler, sushi servisi yapan garsonlar, ders dinleyen öğrenciler... cidden ilk vagona ulaştığında bütün bunlar esas oğlanı (adını unuttum) şaşırtmak için kurgulanmış bir şaka olsa o bile daha ikna edici olurdu.

    - üst sınıf insanlar en arka vagondaki halkla devrimden devrime karşılaşıyorlarsa ve bu devrimler daima amacına uygun olarak epey kanlı geçiyorsa neden onları gördükleri anda panik olmuyorlar? düşünsene, trende doğmuşsun, bildiğin tek dünya orası, arka taraflarda bok içinde yüzen tehlikeli tiplerin olduğunu biliyorsun ve bir gün pat diye karşına çıkıyorlar, sen de hiçbir tepki vermiyorsun.

    - trende her şey kontrol altında, her şeyin bir düzeni var, ama kimse uyuşturucu kullanımını kısıtlamak için bir girişimde bulunmamış. uyuşturucu dediğimiz de bildiğin patlayıcı. insanlığın son temsilcileri bir trene tıkılmış raylarda ilerliyor ve trenin her vagonu patlayıcı dolu. bunca yıl allah'a emanet yaşamışsınız ya, ne diyeyim.
    --- spoiler ---

    filmin muhteşem bir sistem eleştirisi ortaya koyduğu fikrine maalesef katılamıyorum. açıkçası buna katılmak için daha önce hiçbir distopya öyküsü okumamış/izlememiş olmak gerekiyor. tamam, kapitalizm eleştirisi izleyip halimize üzülmek, hayatımızı sorgulamak keyifli oluyor, ama bir filmi sırf niyeti sistemi yermek diye övemeyeceğim. sınıf çatışmasını ele alan bilimkurgu filmlerin sayıca çokluğu hepimizin malumu. dolayısıyla söyleyecek yeni bir şeyin, diğerlerinden daha orijinal bir ifaden yoksa elini bu taşın altına koymak pek akıl karı değil.

    bu "sistem eleştirisi" kısmının başarısız olması, "bilimkurgu" kısmının başarısız olmasıyla da alakalı. iyi bir bilimkurgu izleyiciyi olan bitenin gerçek olabileceğine ikna eder, gerçek hayatta olmayan şeyleri bile bir mantığa oturtarak gerçekmiş gibi göstermeyi başarır. bu film ise bir kısmını yukarıda saydığım nedenlerden ötürü gerçekçilikten o kadar uzak ki izleyiciyi içine alamıyor, karakterlerle özdeşleştiremiyor (karakterler de son derece klişe ve derinliksiz zira). bilimkurgunun "bilim" kısmı eksik kalınca da ortaya bu film gibi dev bir parodi çıkıyor.
  • spoiler içerebilir:

    ekşi sözlük yazarlarınca ağırlıklı olarak "sistem eleştirisi" yaptığı düşünülmüş olan bir film. bende uyandırdığı duyguysa ne yazık ki bu olmadı. hatta şaşırdım bu şekildeki yorumlara. bana göre film resmen "sistem eleştirisi yapanları" eleştiriyor. "içinde bulunduğumuz dünya, bu tren gibi" diyor ve "herkes kendisine biçilen rolü oynamazsa kaos olur, tren raydan çıkar" diyor. mesaj çok net. dışarıda çocuğun hayatta kalması yönetmenin geri zekalılığı. dışarısı filmin başındaki gibi yaşanmayacak soğuklukta olsaydı bu mesajı net alırdınız. film resmen işçisin sen işçi kal diye haykırıyor; evrim diyor, sınıf ayrımının gerekli ve doğal olduğunu söylüyor, herkes bu trenin içinde farklı şekillerde düzenin kölesi diyor. sense orada sistem eleştirisi yaptığını iddia ediyorsun. ilginç. halbuki adam insan doğasını ve bizi doğaya her şeyi en başa sarıp 1 milyon kere de yeniden bıraksan tekrar gerçekleşecek bir gerçekliği anlatmış filmde.

    ayakkabılar ayakta durmalı.
  • öncelikle "bu tren nası gidiyö yee" diyenlere kafam girsin.

    bu film bilim kurgu.

    bilim kurgu filmde, gerçeklik arayan adam matrix'te de, "yeö kurşunlar öyle durmaz ki" diye sorar kendisine.
  • sanki yazılıp çizilirken daha bir iyiymiş de perdeye aktarılınca tam olmamış gibi bir film. hikaye ve işleyiş gerçekten özgün, dekorlar ve aksiyon yerinde, gereksiz aşk hikayeleri yok, işin felsefi boyutu ise gerçekten mükemmel. ama çözemediğim bir şey var filmde. sanki tuzu mu eksiktir, yeterince demlendirilmemiş midir nedir.

    kısacası piç edilmemiş olsa da hakkı verilmemiş bir konunun filmidir. izlenir mi izlenir; ama sonunda hafif bir mallık yaşamamak, şimdi ben bunu beğendim mi beğenmedim mi ikilemi arasında kalmamak pek mümkün değil.
  • yıl 2031…

    çok üst seviyelere çıkmış olan küresel ısınmayı mevsim normallerine düşürmek için atmosferin üst tabakalarına cw-7 adlı bir gaz salınır. ancak bu gaz hava sıcaklığını tahmin edilenin çok daha altına düşürerek tüm dünyayı buzul çağına geri götürür ve sadece yüzlerce vagonlu özel yapım bir trene binerek kurtulmayı başaranlar dışında tüm insanlık donarak yok olur.

    wilford firmasının özel olarak oluşturduğu bu tren hiç durmadan dünyanın etrafını dolaşarak müşterilerine konforlu ve güvenli bir sığınak oluşturur. tabi dünyanın düzeni burada da yerini alır ve toplumsal bir tabakalaşmada herkes bir yerlere savrulur. zayıf güçsüzler trenin arkasında; zengin güçlüler için sadece bir çark görevi görür –her zaman olduğu gibi bu da kaba güçle olacaktır. en öndekiler trenin bütün nimetlerinden faydalanırken (yüzme havuzu, disko, sauna, restorantlar, eğitim, özel yaşam alanları vs.), en arkadakiler ise sadece ranzalarda yatmak ve protein kalıplarını yemek hakkına sahiptirler, kendi vagonlarından ileriye geçemedikleri gibi (farklı sınıflara ait vagonlar birbirinden çelik kapılarla ayrılmaktadırlar) sık sık da trenin askerlerinin saldırısına maruz kalmaktadırlar. arka vagondakiler trene ilk bindiklerinde onlara yiyecek verilmemiş, onlar da sahip oldukları stokları tükettikten sonra açlıktan içlerindeki en zayıflarını yemeye başlamışlardır. ta ki içlerinden gilliam diye birisi çıkıp da buna dur diyene kadar. öyle ki bu uğurda kolunu bile feda etmiştir. neyse ki bu aşamadan sonra -küresel felaketten önce -treni yapıp dünyadaki tüm demiryollarını birbirine bağlayan ve lokomotifi yani "kutsal makine"yi kontrol eden/yöneten wilford onlara yemeleri için protein kalıplarını dağıtmaya başlamıştır da trenin arkasındaki güruh birbirini yemekten vazgeçmiştir.

    bütün olanlara rağmen trenin arkasındaki insanlar trenden kaçmak için uğraşsalar da hep hüsrana uğrarlar. ama yılmayacaktırlar da…

    17 yaşında trene binen ve 17 yıldır da arka vagonlarda yolculuk ederek yaşayan curtis de, ihtiyar gilliam'dan aldığı feyzle ve ön vagonlardan gelen gizli mesajlarla lokomotifi ele geçirip trene hakim olmak ve bu tabakalaşmaya son vermek için bir isyan başlatır ve lokomotife doğru ilerlemeye koyulur. her açılan kapıyla yeni bir heyecan başlar ve merakla bunun nereye varacağını düşünmeye başlarsınız. özellikle filmin ilk birinci saatinin oldukça karanlıkken ikinci saatiyle başlayan aydınlık gözlerden kaçmaz. yine de ilk bir saatin daha etkili olduğunu söyleyebilirim.

    curtis ve adamlarının bu ilerleyişi bile, bilgisayar oyunlarındaki level atlanmasında karşımıza çıkan şekildedir: her yeni vagon kapısı açılışında hep daha fazlasıyla karşılaşırlar. her yeni seviyede kendi sefil halleriyle o parlak ve zengin insanlar arasında göze batarlar; kendileri böceklerden yapılan protein kalıpları yerken ön vagondakilerin her türlü balık ve et ihtiyaçlarının karşılandığını görürler. tabi her aşamada onlara engel olmaya ve yok etmeye çalışan tren askerleri de karşılarına çıkar.

    bu açıdan bakıldığında ilerleyişin bir bilgisayar oyunu gibi olduğunu da belirtebiliriz. en üst seviye oyuncu olup, ödülü kazanmak için en ileriye gitmek gereklidir.

    verilen tüm kayıplara rağmen lokomotife curtis, ona kapıları açan namgoong minsu ve onun kızı yona ulaşırlar, ancak lokomotifin kapısı sadece curtis'e açılır.

    ve curtis burada "kutsal makine"nin sahibi wilford'la tanışır. o ana kadar kafanızda soru işareti olarak kalan wilford’la tanışmış olursunuz. acaba gerçekte yok da var olduğu izlenimi mi verilmek isteniyor fikri artık sona erer ve ömrünün son demlerine gelmiş, trenin asıl sahibiyle karşılaşırsınız.

    karşılaşmayla birlikte büyük bir hayal kırıklığı başlar oysa gilliam, curtis’e wilford’a inanmaması gerektiği yönünde telkinlerde bulunmuştur ama bu o kadar da kolay olmayacaktır.

    aslında, yer yer nuhun gemisi imajı çizen filmde bence asıl anlatılmak istenen -masum olmayan -tanrının öldürülmesi; izlerken kızdığımız birçok kısmın aslında onu belirleyen wilford tarafından denge için oluşturulması ve onun uzantısında bizi yaratıcıya götürmesidir. kendisine şans verilmeyen yoksul topluluklar gibi doğuştan şanslı zengin topluluklar sadece bir yerde eşitlenirler: isyan’da! wilforda’un tabiriyle trenindeki düzeni sağlamak için göndermiş olduğu gizli peygamberi curtis yine özgür iradesiyle wilford’a yani tanrısına karşı gelerek ölümü pahasına düzeni değiştirebilmiş ve insan topluluklarına yeni bir yaşam sunabilmiştir. imge ve simgelerden seyirlik bir filme geçtiğinizde oldukça keyifli bir film olmakla birlikte alt metinler için aynısını söyleyemeyebilirim. ama şunu da söyleyebilirim ki son dönemde izlediğim en iyi filmlerden!
  • sistem eleştirisi yapan, bir devrim müjdeleyen bir filmi izlemek için yanıp tutuşuyordum. nihayet bir yerde denk geldi, konusunu okudum, haliyle atladım izlemek için hemen. epik bir film. çok beğendim.

    --- spoiler ---

    küresel ısınmayı engellemek için yapılan deneylerin ardından buzul çağına giren dünyadan geriye sağ kalanlar sonsuz bir enerjiyle çalıştığı iddia edilen bir trende başı ve sonu olmayan hiç bitmeyecek bir yolculuktadır. bu yolculuk artık bilinen dünyadır. tren, dünyanın, bilinen yaşamın kendisidir. bu benzetme üzerine uzun bir tren yolculuğu esnasında filmden ve esinlendiği çizgi romandan habersiz bir şekilde düşünmüştüm. tüm sınıfları, ırkları, insanlığın birikimini, insanlık mücadelesini, devrimi kompakt bir şekilde bir yerlere sıkıştırmak...

    tren, dünya ne haldeyse o halde. sadece sınırlar daha keskin, sınıfları ayıran kapılar, duvarlar somut olarak gözümüzün önünde.

    bazı sahnelerden bahsetmek istiyorum. varillerle yaptıkları o ilk saldırı anı insanı kanını kaynatıyor resmen. bir görsel şölendi, insanı içine çeken muazzam bir sahneydi. beni derinden etkileyen bir diğer sahne ise tünelde katledilirlerken chan'den ateş istedikleri sahne. aman yarabbim, on numara beş yıldız. açıp açıp izliyorum. meşaleler elden ele bir bayrak yarışı gibi. devrim, isyan bu kadar güzel anlatılamaz. nefisti.

    film metaforlarla dolu. kar maskeli, baltalı kolluk kuvvetlerinin balığı boydan boya kesip kanla göz korkutmasından tut, çocukların bizzat düzenin işlemesini sağlayan çarklardan biri olmasına kadar.

    eleştirilecek noktaları var elbette. filmi muhakkak izleyin diye tavsiye ettiğim sosyalist, devrimci arkadaşlarım beni arayıp lovely rita film resmen sistem izin verdiği müddetçe devrim yapılır fikrini veriyor diyecekler, adım gibi eminim. ancak film, curtis'in gilliam'ın başından beri wilford'a hizmet ettiğini öğrenip wilford'in teklifini kabul etmesiyle bitmiyor. wilford, nüfusu dengeleme projesi olarak bir ayaklanma tasarlasa da hatta gilliam ona hizmet etse de devrim hiçbir şekilde düzen tarafından yönetilemez. kaldı ki gilliam filmin bir yerinde planlandığı gibi curtis'i ve diğerlerini durduramayacağını anlamış olacak ki wilford'a ulaştığında onun konuşmasına izin verme diyor, nitekim bunda haklı olduğunu görüyoruz wilford'un uzun uzun konuşarak curtis'i şüpheye düşürmesiyle. ama ne zaman ki çocukların bu çarkı döndüren sömürülenleri, ezilenleri olduğunu görüyor, işin rengi değişiyor.

    nam neden o kapı, neden bu değil diye işaret ettiği dışarıya açılan kapı ise düzeni yöneten olman bir şeyi değiştirmeyecek, düzeni ortadan kaldırman gerek diyor. fuck the king, fuck the system! anarşi rulz! :)

    --- spoiler ---

    bir de sinefilliğimden uzun zamandır ödün verdiğimden olacak herhalde izlemeden evvel yönetmen ismine falan dikkat etmedim. filmi izledim. devrim kelimesini kullanmaktan korkmamasını, devrim fikrini olumlamasını falan fark edince daha başında yönetmenin ismi zaten uzakdoğulu gibiydi, dur bir kimmiş bu diye bakınca fark ettim ki bir zamanlar beni acayip etkilemiş madeonun yönetmeni çekmiş filmi. bu adamı takibe alın gençler. gümbür gümbür geliyor bence.
hesabın var mı? giriş yap