• wachovski biraderlerin the matrix'inde neo'nun beyaz tavşan'ın sevgilisine hazırladığı yasadışı diski içinde sakladığı kitap. simülasyon gerçek dünya'nın belirli sınırlar içinde gerçekmiş gibi idrak edilmesini sağlayan modelleme iken simülakra gerçek olmayan bir mekanın modellemesidir. disneyland diye çizgi bir dünya gerçekte yoktur mesela, ama siz abd'deki disneyland oyun parkına gittiğinizde gerçekte olmayan bir dünyanın size yaşatılmaya çalışılan modellemesini gezersiniz. işte o gezdiğiniz yer simülakra'dır.
  • modern zamanların mağara alegorisi.
  • jean baudrillard'ın yoran, fakat hisleri uyandıran kitabı.

    kitap üzerine okuma yaparken, yazara ait olduğu iddia edilen şöyle bir paragrafa rastladım. kitabı henüz bitirmişlik, kitapta bahsedilen simulasyon ve gerçeklik konularının bende yeni ufuklar açması ve bu paragraf; zihnimde uçuşup duran, insanlık olarak yaşadığımızı düşündüğüm genel bir his kaybı üzerine düşüncelerimi toparlamamı sağladı. medya teorisi ve sosyoloji ile ilgilenenlere tavsiye ederim.

    ilgili paragraf:

    "bir simülasyon dünyasında yaşayan sosyal medya
    kullanıcısı çabuk etkilendiği gibi çabuk unutur. onun
    için kıyıya vuran çocuk cesedi, beğenilme değeri yüksek bir paylaşımdan ibarettir. paylaşırken ne yazayım düşüncesinden gözlerinin yaşarmasına fırsat olmaz.tüm bu paylaşımlar geriye bir yığın 'kalıntı' bırakmaktadır."

    jean baudrillard - simulakrlar ve simülasyon kitabındaki “kalıntı” bölümü üzerine*

    hissedebiliyor musunuz gerçekten?

    hissetmek: duyumsamak, fiziksel bir uyarıyı duymak. ne kadarımız gerçekten hissediyor, hissedebilen ne kadarını hissedebiliyor?
    yediğimiz yemeğin tadını, kokusunu, meyvesini topladığımız ağacın dokusunu, doğanın renklerini, bir kedinin kalbinin avuçlarda atışını, bir kuşun çırpınışını, bir insan canını ne kadar hissedebiliyoruz?
    insan bedeni, tasarımı ve işleyişi muhteşem bir mekanizma. çok sayıda tehlikeli fiziksel veya kimyasal etkiyle karşılaşmasına rağmen, üstelik ne kadar kırılgan görünse de, adeta ölmemeye direnir gibi dayanıklı. yüzlerce, binlerce, milyonlarca kez temas ediyor, zarar görüyor, yıpranıyor fakat atlatabiliyoruz.

    ruhumuz da böyle mi? onlarca, yüzlerce temastan sonra, olumlu ve olumsuz yaşantılardan sonra, sağlığını koruyabiliyor mu? sıradan gördüğümüz bir insanla bile tanışma, rastlaşma; zannettiğimiz kadar basit ve genelgeçer olmayıp, üzerimizde düşündüğümüzden daha kompleks etkiler bırakıyor olabilir mi? sıradan bir sohbetin, üstünkörü söylenmiş bir sözün, zannedilenden daha fazla tesiri bulunuyor olabilir mi?

    hisler çemberini daha da genişletirsek; örneğin, başka bir insanın mutluluğu, insanı mutlu eder mi? bir insanın acısı, üzüntüsü başka bir bedende yara açabilir mi, bu acı anlaşılabilir mi? bunları; sevmek, bir ruha açılmak sağlayabilir mi? günümüzde, hayatı koşturarak bir yerlere yetişmek zanneden ve belli ödevleri tamamlayarak yaşayıp, uyuyup uyanan canlı için; böyle bir gelişmişlikten bahsedilebilinir mi?

    “tüm bu paylaşımlar geriye bir yığın 'kalıntı' bırakmaktadır." kalıntılarınızda; uğurlarken gözünüzden bir damla yaş akıtmaya lüzum duymadığınız, değer biçmediğiniz veya vedalaşırken değersizleştirdiğiniz kaç yaralı, kaç ceset var? ya başkalarının mezarlığındaki kaç mezar taşında, sizin adınız yaziyor?

    peki ya kaç bahçede ellere diken olup battığınız halde, derilip budanıp sulanıyorsunuz sevgiyle?

    bir an durup, soluk alıp, hissedin..

    cevapsız sorular

    edit: spoiler karmaşası üzerine düzeltme
  • guy debord'un gösteri toplumunun üzerine koyan bir kitaptır.

    kabacası şöyle; debord'a göre bizler imajlarla saptırılan ve aslında ne olduğunu anlayamadığımız gerçekliğe inandırılırız. chomsky'nin eklemesiyle, bu imajlarla, bu gerçeklik için rızamız alınır. baudrillard'a göre ise inandığımız şey, gerçekliğe ikame bir sahte gerçekliktir.

    mesela evlendirme programlarını düşünelim. orada esasen amaçlanan seyirciyi burada birilerinin evlendirilmeye çalışıldığına inandirmaktır (baudrillard'ın tabirleriyle ikna; yer yer caydırma da olabilir); hakikat, gerçeklik budur. ve bu gerçeklik, bu ikna, insanların orada gerçekten evlendirilmesiyle yapılır. yani seni inandırmak istediği gerçekliğin tıpkısını sahte olarak yeniden üretir. bu yeniden üretim işlemi simülasyon/simule etmektir; yeniden üretilen, gerçekliği seyirciyi ikna etmek olan sahte gerçeklik dolayısıyla kişilerin gerçekten evlendirilmesi de simulakrdır. umarım yeterince açık anlatabilmisimdir.

    baudrillard, evlilik programı üzerinden anlattığım bu hipergerceklik durumunu siyaset, tarih ve sanattan bolca örnekler kitap boyunca.

    not: evlilik programı örneği kitapta yok; bizden bir örnekle açıklamak için ben uydurdum. geçenlerde bana gelip "kitapta mesela evlilik programlardan bahsediliyor" diyen ve ifşa olmamak adına ses etmediğim puşt herif, umarım bu entry'i okuyorsundur. telif alamıyoruz, bari küfrümüz yerine ulaşsın.
  • "gerçek nedir?" sorusuna verecek bir cevabım olmadığı gibi, bu sorunun bir anlamı olduğundan da şüpheliyim ama baudrillard'a göre gerçeğe ulaşabilmemize artık imkan yok. bu kitapta beni en çok etkileyen, ağlamaklı hale getiren, kuşatılmış ve çaresiz hissettiren şey de buydu zaten: artık gerçeğe asla ama asla ulaşamayacağız. herşey* koca bir yalana, şova, gösteriye, hipergerçekliğe, yani simulakra dönüşmüş durumda. bu kitabı birkaç sene önce okumuştum ve bu yüzden en çok bana hissettirdiği bu duygu kalmış aklımda. ancak daha dün epeydir okunmayı bekleyen "sessiz yığınların gölgesinde-toplumsalın sonu" kitabına başladım. ve düşünceler yine akın etti. (ayrıca simülakrlar ve simülasyon kitabından önce yazıldığı için baudrillard'ın öncül fikirlerini bu kitapta bulabilirsiniz. )

    sessiz yığınların gölgesinde kitabının daha başında sayılırım ama simulakrlar ve simülasyon kitabıyla aynı doğrultuda olduğu için bu başlıkta biraz düşündürdüklerinden bahsedeceğim.

    sessiz yığınların gölgesinde kitabında da baudrillard abimiz kitleler hakkında muhtemelen sizin de sezdiğiniz, zaman zaman düşündüğünüz şeyleri dile getirmiş diyebilirim. "nedir o?" derseniz, "kitle" diye bir şey var. (içinde yaşadığımız 75 milyonluk toplumu düşünün) hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin üzerinde kontrol sahibi olmadığı, vurdumduymaz, kendisine gönderilen tüm mesajları ve anlamı emen, yok eden ve hiçbir tepki vermeyen bir topluluk. bu topluluğa siz de ben de dahilim. çünkü simülasyonun dışında değiliz. simülasyonun farkında olmak veya kitleye karşı kendi bilincinizin farkında olmak ne sizi ne de beni kitlenin ve simülasyonun dışında kılıyor, ne de kitlenin dışındaki bir avuç insanı simülasyonun dışında kılıyor.

    baudrillard'a göre kendisine gönderilen herşey bu kitlenin üzerinden akıp gider. onlara yapılan tüm çağrılar yanıtsız kalır. onlar kendilerine yapılan çağrıları emip yok eder. çünkü onlar tepkisizliktir, tepkisizliğin gücüdür. mesela 75 milyonluk türkiye'de en çok tepki verilen olayı ele alacak olursak; doğuda onlarca şehit verildiği gece insanlar evlerinde maç izleyebiliyor, kafelerde gülüp eğlenebiliyor, sinemada film izliyor, evlendirme programlarındaki sikik karakterlerin neye karar vereceğini merak ederek vakit geçirebiliyor. bir anlamda "onların umursadığı!! tek şey akşam eve gidip, terliklerini giyip çene çalabilmek, televizyonlarını izleyebilmektir" diyor baudrillard. velev ki şehitleri umursadılar diyelim, aslında koca bir yalan. onlar şovu, gösteriyi umursuyor. gönderinin içerdiği anlam, taşıdığı mesaj umurlarında bile değil. zaten anlam diye bir şey var mı o da belli değil ama bu sahte dramatize etme hali de sadece bir iki gün sürüyor. üstelik kitle iletişim araçlarının onlarca kişinin öldüğü bir bombalama olayının haberini verdikten bir dakika sonra, tuvalet kağıdı reklamı yayınlaması da buna katkı sağlıyor.

    ha! sanmayın ki kitle iletişim araçlarının kitleler üzerinde bir kontrolü var. tam aksine kitleler bunu istediği için kitle iletişim araçları bunları yayınlıyor. zira baudrillard'a göre devlet, iktidar vs. hepsi koca bir yalan. simülasyonun birer parçasından ibaretler. ama kitle iletişim araçları sayesinde onlarca şehit verilen bir akşam yayınlanan futbol maçıyla kitlelerin beyinlerini uyuşturmayı başardıklarının düşünülmesi, devletlerin sanki kitleler üzerinde bir güçleri varmış gibi hoşlarına gidiyor. oysa bunun koca bir yalan olduğunu, kitlelerin üzerinde hiçbir güçleri olmadığını muhtemelen onlar da biliyor. (aslında devlet diye bir şey de yok. sadece bu coğrafyada başına buyruk bir şekilde, hiçbir şeyi umursamadan yaşayan bir kitle var. ) çünkü kitleler umursamaz. kitleler s**ine bile takmaz. aha! en basit örneği birkaç hafta önce yapılan referandum. şu an kimin umrunda? zira seçimlerin kendisi de bir simulakr, bir gösteri, şovun bir parçası. halk için eğlencelik bir olay. ki televizyonda yayınlanan "şeyin" nasıl bir anlam taşıdığının, içeriğinin ne olduğunun kitle için hiçbir önemi yok. kitleler içerisinde gösteri olduğu sürece herşeyi izler.

    bu simülasyon ortamında kitlelere yapılan çağrının onlara etki edeceğini, bir gün insanların uyanış yaşayacağını, mesela haklarını aramak için sokağa ineceklerini düşünmek kadar büyük bir aptallık yok. bu yüzden solcular, devrimciler, sendikacılar vs. en büyük gerizekalılar bence. kitle zaten yeterince uyanık ve istedikleri de tam olarak bu. kitlenin uyuşturulmuş olduğunu düşünmek kendini yüksekte gören birinin ego tatmininden, tanrı kompleksinden başka bir şey değil. kitle sadece umursamıyor. kitle, tarım toplumunun(belki insanlık tarihinin) başlangıcından beri böcekler gibi ölüp gidiyor. ki tarih dediğimiz şey de kitlelerin tarihi değil. bir avuç bilim adamının, filozofun, askerin, yazarın, imparatorun vs. tarihi. "kitlelerin tarihi yoktur, günlük hayatı vardır." diyor baudrillard.

    ne afrika'daki açlar, ne filistindeki zulüm, ne suriyede yaşananlar, ne de başka bir şey kitlelerin umrunda. emin olun sizin de umrunuzda değil. umrunuzda olduğunu söylemekte ısrar ediyorsanız kendinize karşı dürüst değilsiniz derim. daha ucuz bir arabaya binerek, hatta aracınızı satıp toplu taşıma kullananmaya başlayarak, tek derdi o gün karnını doyurmak olan veya temiz içme suyuna kavuşmak olan milyonlarca insan için lüks olan bir şeylerden vazgeçerek, maaşınızdan küçük tasarruflar yaparak veya kalkıp yanlarına giderek, umursadığınızı söylediğiniz o insanlar için bir şeyler yapabilirsiniz. ama akşam güzel ve pahalı bir yemek yemeyi, xbox'ta oyun oynamayı, sevgilimize alacağımız pahalı bir hediyeyi veya genel olarak rahat yaşamayı ve kendi hayat kalitemizden ödün vermemeyi, somali'de açlıktan ölen bir çocuğun karnını doyurmaya tercih ederiz. bu yüzden hiç kendinizi kandırmayın. siz de ben de o kitlenin bir parçasıyız. doğamız böyle. belki de böyle olması gerekiyor. belki de böyle olmasına ihtiyacımız var.

    nietzsche'den sonra en iyi aforizma yazarı olan cioran'a göre üç çeşit yazı üslubu var: sövgü, telgraf, mezartaşı yazısı. sessiz yığınların gölgesinde kitabı kitlelere karşı bir sövgü gibi geldi. kitap altı üstü 85 sayfa ve daha bir iki bölümünü ancak okudum. bitirince belki farklı düşünürüm ve güncellerim.
  • jean baudrillard 'ın, günümüz yaşamının sahte gerçekliğini ve modernizmin ardındaki esas tehlikeleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyduğu muhteşem başyapıtı. fakat yazarın kitapta modernizm düşmanlığı yaptığını söylemek çok yanlış bir yorum olur. kitabın hemen giriş bölümündeki simülakr ve simülasyon terimlerinin açıklamasına bakarsak bunun sebebini anlamamız kolaylaşır.

    --- spoiler ---

    simülakr : bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.

    simülasyon : bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü işleyiş biçiminin incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir bilgisayar programı aracılığıyla yapay bir şekilde yeniden üretilmesi.
    --- spoiler ---

    yani baudrillard'a göre aslında modernizm bir simülakr, modern hayat ise bir simülasyon'dur. dolayısıyla yazar modernizme savaş açmaz; onun bir gölge olduğunu savunur. bu teorisini savunmak için de modern hayatla artık bir bütün haline gelmiş otorite, devlet yapısı, insan ilişkileri, halkın yaşam biçimi ve bunun yönlendirilmesi, reklamlar ve hatta tarihi olayların yeniden yorumlanması gibi konuları sorgular. yazara göre tüm bu yapıların yerini kendi simulakrları almıştır fakat kimse bunu umursamamaktadır; daha da kötüsü çoğu farkında bile değildir.

    üniversitelerde ders olarak okutulacak derinlikte bir kitaptır. tüm bu bilginin yaklaşık 200 sayfaya nasıl sığdırıldığını ise anlamak güç.
  • fransız sosyal teorist jean baudrillard'ın yazmış olduğu, gerçeklik kavramının tartışıldığı ve hyperspace (üstuzay) kavramının ortaya atıldığı, okunduğunda muhtemelen kişinin dünyaya ve yaşama bakış açısını sarsabilecek olağanüstü bir kitap. matrix'in ilk filmindede karşınıza çıkan ve muhtemelen wachovski kardeşlerin sıkça başvurmuş olduğu kült bir kitap.
    hiddetle tavsiye edilir.
  • geçenlerde matrix ile ilgili bir yazı okurken aklıma gelen, akabinde de idefixten sipariş verdiğim kitap. sağda solda hakkında okuduklarıma bakılırsa aldığıma değecek gibi.

    olmadı ortasını oyup para zulası yaparım.
  • matrix'de neo'nun kullandigi ici kutu halindeki kitap, cok iyi bi saklama metodu.
  • "anlama saldıranı,anlamla öldürürler"
    j. baudrillard / simulacra&simulation
hesabın var mı? giriş yap