• tiyatrosundaki her sahneyi onlarca kez izlemiş biri olarak büyük bir özlemle bekleyip hayal kırıklığına uğradığım filmdir kendisi.

    ilk olarak filmin ideolojisi değişmiş, her şeye karşı çıkan, kendi kendine yeten, zeki, bağımsız, feminist gülseren yerini daha uysal ve başkalarından onay bekleyen bir karaktere bırakmış. demet akbağın dominantlığı yoktu ecem erkekde.

    tiyatroda okuldaki davranışlar daha ayrıntılıydı ve küstahlıktan çok öğretmenlerin yetersizliğini görüyorduk. sinemada sadece arıza bir tip görüyoruz. ayrıca ağlak mualla lafını bile kesmişler, okul müdürünün ilişkilerinden bahsettiği kısım yada matematik öğretmeni ile olan muhabbet otosansüre uğramış.

    naçizane tiyatroda en sevdiğim kısım kız isteme sahnesi idi. "dut mu bu?" muhabbeti ve yanlış anlamalarla devam eden oyun "muharrem" lafı ile doruk noktasına çıkıyordu. sinemada üstelik çok kaliteli oyuncular oynamasına rağmen sönük kalmış o kısım.
    hoca sahnesinde ebenin kızının memeleri muhabbeti bile kırpılmış. o sahne olmayınca gülserenin tanrı ile konuşması da kadük kalmış bence.

    dayı ile amca arasında tiyatroda iken daha sıcak bir ilişki görmüştük, birbirlerini sevmiyorlardı ama akrabalıkları sürüyordu. sinemada çok ayrık karakterler, çok bağımsızlar hatta bunlar neden evlenmiyor vs diye düşünüyor insan.

    tiyatro sona doğru, televizyon bağımlılığından ve cep telefonu bağımlılığından bahsediyordu ki o zamanlar için güzel öngörülerdi. filmde televizyonla ilişki zoraki işlenmiş gibi. almanyadan oğlum gelecek adam var ama kızı yok, seks işçileri yok, dolandırıcı yok vs. o muhabbetin arasında değnekçilere değinilmeyebilirdi.

    filmde youtuber ile gülseren anlaşıyorlar, arkadaş oluyorlar. tiyatroda ise televizyonun acımazlığını görüyoruz, onca anlatı birkaç saniyelik bir haber oluyor.

    daha bir çok ayrıntı gördüm ama yazmaya değmez. keşke netflix görüntüyü iyileştirerek tiyatro oyununu da koysa tekrar izlesek.

    tiyatronun muhalifliği sinemada yandaşlığa dönüşmüş diye düşündüm. bunun son yıllarda yılmaz erdoğan ın aman ali rıza bey ağzımızın tadı kaçmasın tadında işler yapması ile de alakası olabilir.

    hiç mi üstün şey görmedim? baba kızın dans etmesini sevdim, tiyatroya da yakışırdı.
  • --- spoiler ---

    gülseren ve ölüm döşeğindeki babasının hayali vedalaşması:

    -ne o gülseren? ne konuşuyorsunuz kızım?
    - hiç, havadan sudan.
    - bazen düşünüyorum da bi çiftlik kurup ateşböceği işine mi girseydik yoksa? hazır seni de seviyolar.
    - laf aramızda iğde işinden daha iyi olurdu.
    - hıhaha. evet, gitme vakti geldi..
    - ben delirdiğim için gidiyorsun di mi? gitme baba, uğraşırım, düzelirim. ateşböcekleri ile de ilişkimi kesicem, söz. zaten ne zamandır aramıyorum. onlar geliyorlar şöyle bir laf olsun diye konuşuyoruz. gitme baba, bi daha delilik yapmayacağım, söz.
    - sen deli değilsin kızım.
    - peki hemen gitmen şart mı? hı? daha yeni geldin. daha geleli 50 yıl bile olmadı. acele etmiyor musun biraz? hem biliyorsun, benim senden başka arkadaşım da yok. bak biraz bekle belki beraber gideriz.
    - hoşça kal kızım..

    ve babası ölür..

    akabinde gülseren tanrı ile o meşhur konuşmasını yapar:

    -tanrım seninle biraz konuşmak istiyorum. yalnız türkçe konuşabilir miyiz? üzgünüm ben arapça bilmiyorum da. kürşat dayım senin yalnızca arapça bildiğini düşünüyor. ama sen bizim tanrımızsın ve bütün dilleri bilirsin.

    tanrım ben babamı yanına alışın konusunda konuşmak istiyorum, kızmazsın umarım. çünkü senin bu çeşit konuşmalardan hoşlanmadığını söylüyorlar. ama bu işte biraz aceleci davranmadın mı? babam biraz daha bizimle kalabilirdi bence. ama onu yanına aldığına göre bir bildiğin vardır mutlaka. tanrının neyi niçin yaptığına aklımız ermezmiş bizim, öyle diyorlar.senin adına konuşan ne çok insan var, hiç dikkatini çekti mi? yani çekmiştir mutlaka da…

    tanrım ona iyi bak olur mu? biliyorsun o ticaretten anlamaz. kendisi mutlaka aksini iddia edecektir ama sen yine onu ticari bi işte kullanma. iyi bi memurdur aslında, masa başı bir iş verirsen mutlaka başarılı olacaktır. özür dilerim tanrım, işine karışıyor gibi oluyorum ama. tanrım, o çok iyi bir insandı ve herhalde onu cennetine alacaksın. bu da benim bi daha onu göremeyeceğim anlamına geliyor. çünkü ben deliyim ve cennete giremem herhalde. çok uzattım biliyorum çok uzattım ama hemen bitiriyorum.

    son olarak kendimle ilgili bir şey sormak istiyorum. belki kızıcaksın ama sormak zorundayım.

    tanrım, ben şimdi ne yapıcam?

    --- spoiler ---
  • 90ların sonu 2000lerin başıydı, artık her şey eskiye göre daha hızlı değişiyordu. milenyuma girmiştik, milenyum rengi gri demişlerdi de parlak gri süsler taklar her yeri sarmıştı.

    ailemiz hep büyük dayımların bahçeli evinde toplanırdı, ama o tanıdık, bildik, samimi kalabalıkta bir değişimin tedirginliği vardı. sanki herkes; anneannem, dayılarım, teyzelerim, annem, ablam bir şeyin yaklaşmakta olduğu haberini almış, öyle girmiştik o yılbaşına.

    10 yaşında yoktum, sessiz, kendi halinde, içli bir çocuktum. henüz şehrin bu kadar ışıltılı, her şeyi hızlıca tüketmenin bu kadar revaçta olmadığı zamanlardı. annem sümerbank'ta çalışır, ara ara fabrikada artan kumaşlardan ablam ile bana gömlek ve pantolonlar dikerdi. eskiyen külotlu çoraplarımın tabanlarını sağlam çoraplarla yamardı. kuzenimin eskilerini giyer, ama gocunmazdım. ha bir de okulda mont yerine gocuk diyen çocuklar vardı, nedense sinirimi bozarlardı.

    eve ilk pizzayı levent'te ünlü bir reklam şirketinde çalışan teyzem getirmişti, o yıllarda reklamlar iyiden iyiye tarz değiştirmiş ve her yeri sarmıştı. bu yüzden, teyzemin çalıştığı firmanın işleri çok iyi gidiyordu. ama biz daha önce görmediğimiz, evimize yeni yeni davetsizce misafir olan bu ekmek üstü zeytin peynir mantara çok alışamamıştık. bu yüzden ablamla teyzemin pizzalarının sadece kenarlarını yerdik.

    hani böyle gülten akın'ın ,"dışa açılmadan önce, içe açılmadan önce, kapanmadan önce" dediği yerde gibiydik.

    o zamanlar kim getirdi bilmiyorum eve sen hiç ateş böceği gördün mü? nün dvdsi gelmişti. milenyumdan, reklamlardan, hızlanan bazı şeylerden çocuk aklımla korkuyordum ama anlamak gibi değil sezmek gibi bir şeydi bu. sonra dvd'yi hep beraber izledik, herkes tedirgindi, herkes bir şeylerin değişeceğini, çok hızlı değişeceğini içten içe biliyordu, ama kimse konuşmuyordu.

    yine dayımlardaydık, annemler 5 kardeş, eşler, dostlar, çol çocuk derken ev kalabalık...

    dvd'yi koyduk playera izliyoruz, gülseren konuştukça güldükçe ben ağlıyorum, bazen gülmekten ağlıyorum bazen üzüntüden, daha 10 yaşında yokum allah'ım bana neden bu kadar empati bahşediyorsun? babası ölüyor gülseren'in, "tanrım, ben şimdi napıcam?" diye sorunca hıçkırarak ağlamamak için tırnaklarımı elime batıyorum. ben ne yapmıştım babam ölünce, daha 10 yaşında bile yokum, ama yok gülseren sen benden yalnızsın keşke senin baban ölmeseydi diyorum.

    zaman geçiyor gülseren evleniyor, boşanıyor herhalde diyorum ben de evlensem boşanırım, belki de öyle olmaz evlenmem hiç... saraylı dededen kalma konak oda oda kiraya veriliyor, kimse kalmadı aileden... korkuyorum ya biz de dağılırsak, ya bu eve, bu bahçeye, aralarındaki tüm tartışmalara rağmen bir arada kalabilen bu aileye, bu çok sevilmenin, fedakarlığın membaına bir daha uğramaz olursak...

    şehrin ışıkları henüz bu kadar değildi, istesek ateşböceklerini de hâlâ görebilecek vaktimiz vardı, ama gülseren o yılbaşı gecesinde bize milenyumun, yaklaşmakta olanın haberciliğini yapıyordu... hepimiz içimizden biliyorduk, neonlar, ışıltılar, daha az dinleyip daha çok istemelerin çağı kapımıza kadar gelmişti. her şey çok hızlanıyordu ve benim bir dvd'ye bile şaşıran anneannemin asla bir cep telefonu olmayacaktı çünkü çaldığı zaman ona yetişmeyecek kadar adımları yavaşlamıştı...

    dayımlar çok geçmeden boşandı, o bahçeli, hatıralarla dolu evde eskisi gibi kahkahalarımızla var olamadık, sümerbank kapatıldı, anneannem vefat etti, ablam evlenip gitti, teyzeler dayılar uzaklara taşındı.. pizza artık evlerimize daha çok girer oldu ve bu sefer kenarlarını yememeye başladık... gülseren'in konağı gibi o evde de sadece anılar kaldı. biz bunu baştan beri biliyorduk, sadece susuyorduk...

    hasılı, bu oyun bir senaryodan fazlasıydı benim için, alınır satılır bir şey değildi, konak benim konağımdı, aile benim ailemdi, 2000lerin başındaydık ve hep orada kalacaktı bu oyun...

    eğer o yıllar, demet akbağ bu oyunda bu kadar güzel oynamasaydı ve bu oyun tam da o yılların tedirginliğine bu kadar uygun olmasaydı, bu filmi yine sevebilirdim. ama bir insanın evi iki kere yıkılmaz, ikinci kez yıkılan ev illa artık başka bir ev olmuştur. ve maalesef filmdeki konak, benim evim değil artık...
  • --- spoiler ---

    gülseren’in hayatının tek aşkını(ruh ikizini) anlattığı sahne:

    - peki, özel bir şey sorabilir miyim? hiç aşık olmadınız mı?
    - haa, o zaman senin için özel fotoğraflar bölümüne geçelim. dündar! benim aşktan da hayattan da umudumu kesmeye başladığım bi sırada çıktı karşıma. kısa bi öykü oldu ama çok güzeldi. hani radyoda, çok sevdiğin bi şarkıya denk gelir sevinirsin de tam sesini açtığında şarkı biter ya, öyle bir şey işte.

    ____________________________________________________

    - iııı 1250!
    - peki 85x68?
    - 5708
    - doğru olduğunu nerden bilicez?
    - e bi zahmet çarpıcaksınız.
    - inanılmaz bir kadınsınız.
    - haklısınız, bugüne kadar pek inanan çıkmadı.
    - yardımınız için teşekkürler, muhallebi için de. evli misiniz?
    - hayır
    - evli olsaydınız karınızın ölmesini istiyecektim.ben de değilim, dulum ben. kocam bi kasaptı. o gün bugün vejetaryenim ben. şey, siz hiç ateşböceği gördünüz mü?
    - ateşböceği mi? onlarla büyüdüm ben. doğduğum evin bahçesinde dansederlerdi her gece. herkes uyuduktan sonra aralarına katılırdım ben de. bi mum yakıp konuşurdum onlarla.
    - ciddi misiniz? inanamıyorum.
    - ne oldu?
    - gerçekten mi?
    - evet.
    - bakın burada da, bizim evin bahçesinde de dansederler. bahçeyken ederlerdi yani. ayrıca el feneri kullanın, daha güzel oluyor konuşurken yani. evli değilsiniz di mi?
    - hayır hayır değilim.
    - evli olsaydık ikimiz de birer cinayet işlemek zorunda kalıcaktık... ne tuhaf tanışalı 2 saat bile olmadı ama bi saniye susmadan konuşuyoruz. belki de daha önceki hayatımızda iki ateşböceğiydik. a daha ne iş yaptığınızı bile bilmiyorum, bu hayatta yani.
    - adım dündar, yedek subayım şu anda.
    - askersiniz yani, nerde uzak bi yer söylemeyin.
    - şırnak.
    - bi de yakın bi yer söyleyin.
    - efendim?
    - bazen mi gidiyorsunuz yoksa…
    - izne geldim. bugün de iznimin…
    - son günüdür herhalde.
    - maalesef..
    - iyi, (yukarı bakarak) “bu da son numaran galiba”
    - şey, daha gidip eşyalarımı toplayacağım.
    - bi fotoğrafını verir misin bana?
    - ne?
    - bak ben de sana bi tutam saç veririm. gözümü verirdim ama çabuk çürür. insandan uzun yaşarmış, insanın saçı.
    - saçını alırım ama fotoğraf isteme benden. bir tane vesikalık fotoğrafım var onda da iğrenç çıkmışım. fotoğrafçının kravatı ile çektirilen fotoğraflardan işte.
    - anladım, olsun.
    - peki, madem ısrar ediyorsun vereyim. al bakalım. evet..
    - mektuplaşırız değil mi?
    - tabi, gider gitmez yazarım.
    - tamam
    - hoşça kal
    - güle güle… saçı mektupla gönderirim.
    - hıhı, ayrıca 5708 değil 5780 olacaktı.
    - ne?
    - 85 çarpı 68.
    - aa, evet haklısın. ilk defa böyle bi hata yapıyorum
    - hoşça kal
    - güle güle..
    ___________________________________________

    -eee sonra ne oldu?
    - beş mektup sonra öldü. bi çatışmada vurulmuş.
    -ya
    - bunda şaşılacak bir şey yok. adettir, benim sevdiklerim çabuk ölürler.

    --- spoiler ---
  • mukemmel oyun. 10 dakikalik zaman dilimi icinde hem gulmekten hem de uzuntuden gozyasi akitabilme potansiyeline sahip. hatta kendimi bilmez bi sekilde excellent work bile diyorum.

    4 sene sonra gelen edit: excellent work ne amina koyayim?
  • 1997 senesiydi. tiyatro aşkıyla yanıp kavruluyordum. ilkokul ve ortaokulda başladığım, sahneye çıkar çıkmaz büyüsüne kapıldığım tiyatronun "t" si konuşulsa kalp atışlarım hızlanıyor, uçurtma görmüş çocuk misali heyecendan ölüyordum.

    hazırlık sınıfındaydım. öğretmenime sene sonu için bir tiyatro oyunu hazırlamak istediğimi söylemiştim. o sene bir demet tiyatro fırtınası esiyordu. her karakterine ayrı ayrı hayranlık duyuyordum. ekranın başından kalkmıyor, 1988 senesinde babamın bir milyon tl ye aldığı teybe her bölümünü kaydediyordum. arkadaşlarımın da katkısıyla bir demet tiyatro skeçlerinden kolaj yapıp oynamıştık. ben hem yazmış hem yönetmiş hem de oynamıştım ve ortaya gerçekten iyi bir iş çıkmıştı. öğretmenlerim beni tebrik ediyorlardı. içimdeki yangın büyüdükçe büyüyor, sahnede ölme hayalleri kuruyordum.

    okul yaz tatiline girmiş adeta bir boşluğa düşmüştüm. okuldayken oyun oynamasam da konferans salonuna iniyor ve kendi kendime tirad çalışıyordum. huzur doluyordum. bir gün karşıyaka'da yürürken bir afiş gördüm; yılmaz erdoğan'ın sen hiç ateşböceği gördün mü oyunu 2 ay sonra izmir fuar açıkhava tiyatrosunda sergilenecekti. bir demet tiyatro karakterlerinin tamamı orada olacaktı. aklımı kaybetmiştim adeta. hemen eve gidip afişin üstündeki numarayı aradığımı hatırlıyorum. telefonun ucundaki ses bana en düşük bilet fiyatının şimdinin takriben 60 lirasına denk gelen bir tutar olduğunu söylüyordu. yıkılmıştım. onca parayı bulmam imkansızdı. annemden babamdan zaten isteyemezdim. 3 günlük yemek parasına denk geliyordu. zaten geçinemiyorduk. babam dışında çalışan kimse yoktu. beş kardeşin üçü okuyordu. nasıl isteyecektim. onu da geçtim olmayan parayı babam bana nasıl verecekti. hayatımda ilk defa bir başka okulun veya üst sınıfların oynadıkları haricinde bir tiyatro oyunu izleyecektim. televizyondan hayranlıkla baktığım o oyuncuların canlı canlı hareket edişini izleyecektim. ama nasıl yapacaktım? nerden bulunacaktı o para.

    annemin sigara paketinden yürüttüğüm cigarayı gece saat 3 sularında balkonun kuytu köşesinde ateşledim. kara kara düşündüm. izleyemezsem kahrolacaktım. bir daha ne zaman gelirdi kim bilir. diyelim ki geldi, yine aynı para olacaktı ve ben yine oyunun afişine kedinin ciğere baktığı gibi bakacaktım. bir mucize lazımdı bana.

    sigaramdan derin derin fırtlar alıp dumanın havaya karışmasını izliyordum. sokak lambasının ışığında dans ediyordu üflediğim her nefes. derken bir ses duydum. hemen sigarayı saklayıp hırsızlama durdum ve mutfağa doğru kulak kabarttım. acaba bir gelen mi vardı? hayır evden gelmiyordu ses. bir kez daha yineledi ve aşağıya baktım. tam karşı binanın en alt dairesinden 24-25 yaşlarında genç bir adam bana bakıyordu.

    - şişt! fazla sigaran var mı?
    + yok ama bulurum.

    içeri gittim. parmak uçlarımda yürüyerek annemin çantasını bulup bir cigara daha tırnakladım. balkona dönüp sigarayı o genç adama salladım. tam isabet!

    - ne oldu hayırdır niye uyumadın?
    + düşünüyorum
    - neyi?
    + bir şey işte...ama olmayacak.
    - neden?
    + para lazım abi
    - ne kadar?
    + ( o günün parasını hatırlayamadığım için bugüne karşılık geleni yazıyorum) 60 tl
    - ne için?
    + tiyatroya gitcem
    - çok pahalıymış!

    evet dedim ve başımı önüme eğdim.

    - ben atölye açtım. daha yeni. demir atölyesi. çırak arıyorum, benimle çalışır mısın?

    o an ufak bir şoktan sonra mutluluktan havalara uçtum ve teklifini kabul ettim. kara kuru bir şeydim. demir atölyesi belki ağır gelecekti bana ama ucunda tiyatro izlemek vardı. ertesi sabah uyanıp anneme söyledim. her ne kadar hayır dediyse de dinlemedim ve eski püskü bir pantolon alıp yola koyuldum. o genç demir ustası beni bekliyordu. beraber işe koyulduk. ilk başlarda bana kaynak yapmayı öğretti. hemencecik kaptım işi. sırma gibi kaynak çekiyordum 2 milimlik profillere. ustam gözlerine inanamıyordu. çok çalışmam lazım usta para lazım dedim. gelen her ufak kaynak işini ben yapıyordum. sonra almancı birinden büyük bir iş aldık. çeşme'deki yazlığına ferforje korkuluklar yapacaktık. ustam bana geldi ve senin ayağın uğurlu geldi dedi. bugün başka bir iş daha aldım dedi. gecemizi gündüzümüze kattık. korkulukların kaynak ve kelepçelerini ben vurdum. antipasını ben attım. boyasını ustam yaptı. gece yarılarına kadar durmadan çalıştık. kir pas içnde yorgunluktan bitik bir halde eve geliyor yıkanıp uyuyordum. rüyamda kendimi fuar açıkhava tiyatrosunun önünde buluyordum.

    ustam bana o parayı hatta daha fazlasını vereceğini söylüyordu. senin o oyuna gitmen için her şeyi yapacağız merak etme diyordu. işlerimizi teslim ettik ve paramızı aldık. ustam bana aylığımı verdi. oyuna hala bir ay vardı. o yüzden o paraya dokunmadan anneme verdim. evin ihtiyaçları tiyatrodan da önemliydi. yeni işimiz bir bahçe kapısıydı. yedi metre uzunluğunda sürgülü bir kapı. üstü malzeme dolu bir kapı. menteşesinin teki 15 cm olan bir kapı. gece gündüz didindik ve kapıyı tamamlayıp montajını yaptık. ustam bana bilet bitmesin diye aylığımı önceden verdi. beraber aldık biletimi fuar gişesinden. sevinçten deliriyordum. ustama sarılıp ağladım.

    ve nihayet büyük gün gelip çatmıştı. annem bana en güzel kıyafetlerimi giydirdi. kolonya sürdü boynuma. yola koyuldum. 2 saat öncesinden gidip kapıya dikildim. yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladı ortalık. orada demir bir kapı vardı duvarın yanında. yorulmuştum sırtımı dayadım. derken kapı açıldı ve dengemi kaybederek içeri düştüm. tam da demet akbağ'ın ayaklarının dibine...

    beni kaldırdı ve diz çöküp saçlarımı okşadı. sevinçten ve şaşkınlıktan dilimi yutmuştum. tek başına mısın dedi. evet dedim. meğer o kapı kulisin arka kapısıymış. beni içeri davet etti. işte en küçük en sevimli izleyicimiz dedi. herkesle tanıştım bir demet tiyatro kadrosundan. hala inanamıyordum olanlara.

    oyunun başlamasına az bir süre kala çıktım. bulutların üstünde yürüyordum. o sırada yeşil bir bmw hızla üstüme geldi ve son anda manevra yaparak durdu. oha be önüne baksana! dedim. arabadan cem yılmaz indi. iyi misin genç? dedi...ama ama ama cem abi ben...

    bana sarıldı ve beraber yürümeye başladık. flaşlar patlıyor, ben gözlerimi kırpıştırarak şaşkın şaşkın bir cem yılmaz'a bir gazetecilere bakıyordum. onun eli benim omuzumda tiyatroya girdik. tribünlere yürüyüp herkese selam verdi. ama beni hiç bırakmadı...

    ben tüm bu olanların bir rüya olabileceğini düşünüp kendimi çimdikleyerek yerime geçtim. ve oyunu izlemeye koyuldum. hem güldüm hem ağladım. oyun bitiminde herkes oyuncuları ayakta alkışladı ve evlere dağıldık. otobüsle eve dönerken huzurluydum, muyluydum...kalbim tiyatro aşkıyla dolup taşmıştı. cesaretlenmiştim. sanki bana bir el değmişti. demir atölyesinde kaynak parçalarıyla delinen ayaklarım, sıcak demiri yanlışlıkla tutarak yaktığım avuçlarım, demir döverken dermanı kalmamış kollarım, kaynak ışığıyla hastalanmış gözlerim mutluydu.

    eve gelip huzur dolu bir uyku çektim annemlere olanları deli gibi heyecanlanarak anlattıktan sonra. o yüzden bu oyunun yeri bende ayrıdır. değeri çok çok fazladır.

    evet ben bir kere ateşböceği gördüm...
  • kemal sunal filmlerinin sinan bengier ve aşırı düşük bütçe ile yeniden çekildiği dönemin aynısını yaşıyoruz.
  • senaryosuyla ve abartılmadan verilen espirileriyle aşmış oyun.

    örn:

    - ne yazıyorsun bakiim duvara
    - kahrolsun
    - eee.. bizim duvara yazınca oluyor mu?

    ya da

    duvara yazı yazan gence
    - bir ekmek al sonra yazmaya devam edersin!
    - ne ekmeği ya. yazı yazıyorum şurada
    - bir de halkçı geçinirsiniz. halktan biri ekmek istiyor almıyorsunuz. hani halkın ekmek davasını savunuyordunuz?
  • --- spoiler ---
    + sen hiç ateşböceği gördün mü?
    - hayır, görmedim.
    + göremezsin, göstermiyorlar ki. herkes de göremez zaten. edison doğayı yendi, hem de kendi sahasında; biz o ara yoğunduk, ediz hun'un filmlerini seyrediyorduk.
    - anlamadım?!
    + kıymetini bil; anlasaydın yalnızlık çekerdin..

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    gülseren yalnızlık olgusunu şu şekilde anlatıyor :

    bu olaydan bir hafta sonra bir çarşamba günü tanıştım yalnızlıkla. sen yalnızlığı yakından gördün mü hiç? ben gördüm. bahsedildiği gibi değilmiş hiç.
    ben daha iri yarı bir şey bekliyordum. biliyordum başından beri biliyordum. nerden biliyordum bilmiyordum ama biliyordum işte.
    olsa olsa bir çarşamba günü olurdu bu.
    zaten hep daha bir yalnız uyanmışımdır çarşamba günleri. ne olacağı belli olmayan bir haftanın tam ortasında. yapayalnız.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap