• "bir dahinin hoş sohbet olması pek de mümkün değil. hangi diyalog dahinin kendi monologundan daha zekice ve eğlenceli olabilir ki?"
  • insan arzu ettiği gibi davranabilir, ancak arzu ettiği gibi arzu edemez sözünün sahibi ünlü felsefeci.
  • schopenhauer, kafasını zorlayan sorulara yanıt bulmak için dresden'in bir sokağında dolaşıyordu. bir bahçenin önünden geçerken birden, bir süre orada durup çiçeklere bakmaya karar verdi.

    bu adamın davranışını tuhaf bulan mahalleli polis çağırdı. bir süre sonra schopenhauer'in yanına bir polis memuru yaklaştı:
    - "kimsiniz?" diye sordu ona sert bir sesle.

    schopenhauer karşısında duran adamı şöyle bir tepeden tırnağa süzdü:
    - "bu sorunun cevabını biliyorsanız" dedi, - "size sonsuza dek minnettar olurum."
  • yanında sürekli kocasından şikayet eden kadının beni anlıyor musunuz sorusuna hayır ama kocanızı anlıyorum cevabını veren feylesof.
  • 'din üzerine' eseri okunması gereken bir kitaptır. 'bir diyalog' bölümü özellikle müthiştir. bu adam ince göndermeler ve sorularla insanı müthiş yerlere sürükler. eğer tavşan gibi şapkadan çıkıp, bambaşka bir dünyayı görmek istiyorsanız schopenhauer gibi bir sihirbazın ellerine kendinizi bırakmanız gerekir.
  • sevdiğim bir filozofun biyografi kitabı.

    kitap iş bankası yayınlarından david e. cartwright tarafından kaleme alınmış. açıkçası bu kitabın izlediği yolu beğendim. her ne kadar sizi zaman karmaşasına düşürebilecek noktaları varsa da arthur schopenhauer sevenlerin mutlaka okuması gerek diye düşünüyorum.

    kitap hakkında bazı noktalara değinip schopenhauer severler için buraya not etmek istediğim noktalar var. kitaptan alıntılar yaparken de biraz biraz kendim de bir şeyler katabilirim. her ne kadar uzun bir giri yazmamayı düşünsem de bunu ne derece başaracağımı göreceğiz. ancak şahsın şaşırtıcı noktalarını bu yazıda göreceğinize şüpheniz olmasın. özellikle fantastik evlilik projesi...

    aslında benim derdim biraz da schopenhauer'un felsefi anlamda kadın düşmanlığına sıkışmasına karşı bir tepki. ha gerçi arturh schopenhauer'dan laf açılmışken bu düşmanlığını es geçebilir miyiz, biraz zor tabii. ancak bu düşmanlığın kaynağı bile bize yanlış aksettirilmektedir. neyse başlayalım;

    1788-1860 tarihleri arasında yaşayan depresif filozof, hayatı dolu dolu yaşamıştır. malum kendisi zengin bir aileden gelmektedir ve hayatında çalışmaya pek bi ihtiyaç duymamıştır. gençliğinin ilk yıllarında babasının yönlendirmesiyle ticarete atılabilmek için kalfalık yapmıştır. tabii bu sizin hayalinizdeki türden bir kalfalık değildir. babası onun alimlik malimlik gibi boş şeylerin peşinden koşmasını istememiştir. kısacası oğluna okuyup millet gibi eşek olma demiştir.

    işin ilginç tarafı arthur babasının ölümünden sonra bile ona verdiği sözü yerine getirip tüccar olmaya gayret göstermiştir. ancak içindeki dehayı dizginlemesi pek mümkin olmamıştır.

    anne ve babasıyla olan ilişkileri bir çoğunun aksine benim kanaatimce hayatında çok yer bulmamıştır. arturh, annenin evladı içgüdüsel severken, babanın sevgisini daha metafizik görmektedir demektedir. çünkü baba çocukta özü yakalamaktadır. bunun dışındaki konularda, özellikle kadın düşmanlığını sadece anneye karşı duyduğu nefretle açıklamayia çalışmak kolaycılık olacaktır. nietzsche annesiyle arturh'a nazaran çok daha yakın bir ilişki güdebildiği halde onun da kadınlar için duyduğu nefret ortadadır. peki diyeceksiniz ki schopenhauer`un kadınlarla olan asıl sorunu ne? birincisi gerçekten düşüncelerinde samimi olmasıdır. ama ikinci bir nedeni de kadınların onu çok da sevmemesidir. hatta o da "kadınlar beni biraz sevseydi ben de onları sevebilirdim" diye açık açık konuşmuştur. hatta ondan açık açık iğrenen ve bunu dile getiren aşk duyduğu kadınlar da olmuştur.

    o depresif, ağzından salyalar saçan ve önüne gelen havlayan adamın tatlı mı tatlı bir köpeği vardır. ayrıca yanında taşındığı her yere götürdüğü bir de flütü vardır ve flüt çalmayı çok sever. bu sevgisi onun niçe tarafından sahte karamsar olarak nitelenmesine sebep olmuştur. köpek seven, gitar ve flüt çalan bir adam hayal etsenize...

    descartes gibi evsiz yurtsuz bir hayat sürmüştür. son dönem felsefeciler arasında zaten bu konuda en ot kişi kant'dır. gerçi kant'ın korkaklığı onu göçten alıkoymuştur.

    arthur'un depresif tavrının kaynağının genellikle annesi johanna'dan aldığı söylense de bu da bence yanlış bir kanıdır. adam her anlamda babası floris'in fotokopisi gibidir. aslında bu depresifliğin babasından geldiği bu denli açıkken neden anneye yüklenilir anlamam. adam sürekli kavga eden bir mizaca sahipmiş, 56 yaşında intihar ederk ölmüş. kız kardeşi adale'yse annesine çekmiştir. zaten ne kız kardeşinin ne de anasının cenazesine bile gitmemiştir. neyse buralara girip çok uzatmayayım. gerçi uzayacak bu yazı o belli oldu.

    bu arada annesi gerçekten pek düzgün birinsan izlenimi vermiyor. hani olur ya hep mağdur edebiyatı yapıp, sevgi sözcükleri söyleyip sürekli hatalar yapan ama mağdur edenler. tam öyle bir kadın. florisin intiharı sonrası mal varlığı 3'e bölünmüş arturh kendi payını alıp kaçmış ve fakat annesi kızının mirasına da el koymuştur. hatta kendi parası bitince onu yemeye başlamış ve sonra ele güne el açmak zorunda kalmışlardır. biten para öyle böyle bir para değil bu arada. günümüzün parasıyla trilyonlar diye hayal edin. her hafta partiler, eğlenceler filan derken bir de paranın yüzde 70'ini bi bankaya verip dolandırılıyorlar. tüm parayı tek bir yere yatıracak kadar aptal bir kadın düşünün. hatta schopenhauer`a baya ısrar ediyor o da aynı bankaya yatırsın parasını diye. ama o hepsini yatırmıyor, küçük bir kısmını yatırıyor. üstelik onun parasına banka çökemiyor. anlaşmaya gitmiyor bankayla ve faiziyle geri alıyor. kısacası babasının kanından olduğunu ve tüccar geni taşıdığını ampirik olarak ortaya koyuyor. sırf ibnelik olsun diye ampirik dedim ehe.

    velhasıl tüccar olmayı istemedi ve alim olayım ulan ben dedi. gitti 1809'da tıp öğrencisi olarak üniversiteye kaydoldu. tabii bunun evveliyatı var ama bokunu çıkarmayayım.

    arthur tarihi bir bilim olarak görmeyi reddetmiş ve "geçmişte olanı, şimdi olanı ve gelecekte de hep aynı kalanı gösteren" olarak nitelemiştir. bunu neden deme gereği duymuştur? bkz: hegel'in tarih felsefesi. her şeyi devletten beklememeli.

    schopenhauer fichte'ye ilk başlarda büyük saygı duymaktadır. ta ki derslerine girene kadar. burada üzerinde duracağımız eleştirilerinden birisi delilik ve dahilik ile ilgili olanıdır. fichte, dehanın kutsal, deliliğin hayvansal olduğunu, sağlıklı idrakin ise bu iki uç arasında olduğunu söylerken; schopenhauer dehanın deliliğe, sağlıklı bir idrake olduğundan daha yakın olduğunu belirtmektedir. en ağır eleştirisini de "fichte, nesnenin çıkarımını öznenin deneyiminden, yani bilinen şeyin çıkarımını bilenden, nesnenin çıkarımını özneden yapmaya çalışacak kadar aptaldır" diyerek yapar. ancak beni etkileyen bir eleştirisi şudur: kant felsefesinin kusurlarını görmek isteyen fichte okusun der. yani onu kusur gösteren bir mercek olarak almıştır.

    akademik anlamda profosyenel felsefe öğreticiler için takındığı tavır anlaşılabilir. hatta ben bu tavrı ileri götürüp siyasetçiler için de geçerli buluyorum. o tavrı şöyle özetliyeyim "onlar felsefe için değil, felsefe ile yaşıyorlar. tıpkı sadaka düzeyinde bir ücret uğruna kendisini dün o adama bugün bu adama satan fahişeler gibi" der. bu elitistlik değil gerçekçiliktir.

    bu arada goethe ve arthur baya baya tanışık adamlardır. goethe'ye çok büyük hayranlık besleyen arthur aynı karşılığı tam olarak alamamıştır. goethe özellikle johanna'nın verdiği partilerde sıkça boy gösteren bir sima haline gelmişti. yalnız goethe'ye olan saygısını hiç bozmayan schopenhauer, goethe'nin alakasızlığına karşı çok naif bir mektup yazar ve o mektupta şöyle bir cümle kullanmıştır: "sizin zihniniz o kadar doğru, o kadar ince ayarlı ki her seste tınlamıyor".

    schopenhauer buda, kant ve platon hayranıydı. bunun yanında ilginç bir anektodu da burada not edeyim. almış olduğu buda heykelini her sabah güneş ışıklarının aydınlatacağı ve ışığının karşı caddede oturan papazın apartman dairesine yansıyacağı şekilde yerleştirmiştir. böyle küçük yaramazlıkları da yok dğeil hani.

    saygıdeğer abimiz ne çektiyse şu yayınevi sahiplerinden çekmiştir. adamın kitaplarını basmıyorlar.çünkü neredeyse hiç satılmıyor ve zararına bir iş oluyor. yazdığı kitaplardan telif istemiyor ama ona rağmen baya yalvarması gerekiyordu. hatta en sonunda "ben çalışmaları baskı maliyetine değmeyecek biri miyim" der.

    akıl ile ilgili söyleyeceğimiz veya varacağımız özet, akılın tezatlıktan ibaret olduğudur. insanın özü istençtir. geri kalan her şeyse bizim tasarımımız.

    geçmişimiz pişmanlık, geleceğimiz ise endişeden ibarettir der. insan soyut düşünen hayvandırdan ziyade insan metafizik hayvandır terimi geçiyor. bu da uygun tabii. sorun şu dünya bizim tasarımımızsa bunun ötesinde bir gerçeklik var mıdır?

    ben kitaptan önce teorik egoizm konusunda olumlu görüşleri olan biriydim ama abimiz ilginç bir şekilde teorik egoizmi tımarhane kaçkınlarının fikri olarak anlatıyor. işin komiği adam gayet teorik egoist. neyse artık. çelişkiler çok normaldir diyor zaten. her boka da kılıfı var.

    şefkatle ilgili bir kısım var. bu kısım biraz karışık. şöyle ki; tüm erdemler şefkate bağlıdır der. şefkati kendini karşındaki kişiyle özdeşleştirme olarak alır. şu durumda şefkat duyduğumuza yardım etmek kendimize iyilik yapıyor demek oluyor. yani egoistçe oluyor. tamam biliyorum saçma bir nokta ama bu bir tartışmaya sebep olmuş. bu konuylailgili aslında genel bir ahlak çıkarımı var ama yazı zaten olması gerekenden uzun oldu.

    bu arada arthur bi hizmetçiden kız çocuğu peydahlar ve bu kız çok yaşamaz. ilişkiye girdiği kadın içinde "gönül değil kasık ilişkisi" der. böyle de pislik. kız kardeşinin bu ilişkiyle ilgili yorumu da ilginçtir. "bizim cinsimizin pespaye ve harcıalem olanlarıyla zaman geçirmeye devam edersen bir kadına değer verme yeteneğini tümden kaybedeceksin".

    berlin'de üniversitede ders vermeye başlaması da acınasıdır. hegel ile aynı saatlere ders alır ve elbette kimse onun dersine girmez. 5 kişiyi geçmeyen sınıflara ders vermeye başlar ve hiç bir dersin sonunu getiremez. çünkü er geç sınıfta kimse kalmaz. hele bir de girdiği bir yarışma vardır ki o yarışmadaki tek deneme arthura ait olduğu halde yarışmayı kazanamaz. düşünsenize tek katılımcınız ve ona rağmen kaybediyorsunuz.

    hegel ile yaptığı kavga bilinir ama marx ile ilgili yaptığı "mantığı terk etmiş adam" yorum da dikkat çekicidir.

    geleim evlilik teorisine. adam evliliği sistematikleştirmiş. sistemin adı tetragami. şaka gibi bir sistem. schopenhauer evliliğin ilk yarısında erkekler boynuzlanır ikinci yarısındaysa kadınlar der. onun çözümü şudur: iki erkek bir kadınla evlenmelidir. bu sayede kadın gençken cinsel anlamda hiç açlık çekmez. kadın cinsel çekiciliğini kaybedince ve açlığı geçince bu iki erkek başka bir kadınla evlenmelidir. bu kadın zaten o iki adamı ihtiyarlatır. bu sistem maddi anlamda da karlıdır. acaba cidden böyle mi düşünüyordu, cidden inanılır gibi değil. çocuğun kimden olduğu önemsiz, nasılsa şimdi de bilmiyoruz diye de şaka yapıyor.

    bir de terzi kadını dövme meselesi var. bu davadan da kadın ölene kadar maaş bağlama cezasına çarptırılıyor.

    ve en meşhur laflarından birisi, şu sarkaç muhabbeti.. onun devamı daha güzelmiş ama. hayat bir sarkaç gibidir can sıkıntısı ve acı arasında gider gelir. can sıkıntısı bir kirpiyi bile sosyal yapar. neden kirpi? çünkü kirpiler birbirine yaklaştıkça dikenleri çarpar ve acı verir.

    schopenhauer sık sık fahişelerle olduğundan bize cinsellikle ilgili tavsiyeler verir. mesela kendisi ilişkiden hemen sonra bir porsiyon kireç kaymağını suda erittikten sonra penisini onun içine sokun ve hastalıklardan korunurmuş.

    kantın ahlakını ancak melekler için olduğunu söyler. bu kouyu konuşmakistiyorumama felsefeye de boğmayalım.

    hayatının son demlerinde wagner abimiz salça olur. ama arthur onu da acımasızca eleştirir. derhal müziği bırakmasını çünkü yaptığı şeyin müzik olmadığını açık bir dille belirtir.

    bu denli kötümser bir adam daha uzun nasıl yaşayabilirim diye çabalamış durmuştur. hayatının son demini zemin katta bir evde geçirmiştir. sebebiyse yangın olursa hemen kaçmaktır. nihayetinde koltukta ölü bulunduktan sonra 5 gün morgda kokana kadar bekletilmiştir. bu sayede canlı gömülme riskini ortadan kaldırtmıştır.
  • ilişkilerimde yaşadığım paradoksu çözen, her okuduğumda kafamı biraz daha açan filozof. kadın erkek ilişkileri hakkında erkeğin yaşadığı paradoksu açıklayarak, çok net yaşanılan durumu özetlemiştir..

    "her şeyden önce erkeğin doğası gereği aşkta vefasızlığa, kadının ise sürekli sadakatli olma eğilimli olduğu gerçeği bu incelemeye girer. erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan itibaren belirgin bir biçimde azalır. hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olduğu kadından daha fazla çekerler. erkek değişiklik özler. kadının aşkı ise özellikle o andan sonra artmaya başlar."
  • "...erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan itibaren belirgin bir biçimde azalır: hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olmuş olduğu kadından daha fazla çekerler: erkek değişiklik özler."

    - aşkın metafiziği
  • ona göre en iyi seçenek hiç doğmamış olmak, insanların sürekli bir istek halinde olduğunu bu istekler gerçekleşmezse huzursuzluk ortaya çıktığını söylüyordu. ona göre bu istekleri gerçekleştirsek bile yine de huzursuz olacağız. ona göre de tatminin imkansız olduğu gerçeğiyle yüzleşirsek, çözebiliriz demiştir. mutluluğu elde ettiğimizde yaşayacağımız sorunlardan ve sıkıntılardan uzak durmak için mutluluğu hedef olarak koymamamız gerekir, der. ona göre en mutlu insan hayatı en az acıyla geçirendir. çünkü ona göre hayat acılardan ibaretti ve ne kadar az acı duyarsan o kadar mutlu olursun demektir.
hesabın var mı? giriş yap