• kurumus bir derede bogulmus bulundu. bir kasik suda gitti dediler. ilkokulda "ben ozel araba ile okula gitmem" diye servise binmemek icin aglamama sebebiyet veren, coculugumun yitip gitmis masum anilarindan biri.
    behrengi'yi öldürdüler, memleketlerini mollalara verdiler. acı bir örnektir bizim için....
  • behrengi, samed. ogretmendi, derslerinde ve yazi yazdigi gazetede inandiklarini savundu.karsi devrimde basi ezildi.cesedi hazar denizi yakinlarinda bulundu.
    arkasinda
    kucuk kara balik bir seftali bin seftali gibi benim hayatimi degistirmis eserler birakti.
  • öteki-siz dergisinin iran edebiyatı özel sayısında asude selin tarafından kaleme alınan yazıda anlatılan yazar. yazıyı copy-paste yapalım:

    "kargalar şehrine"
    "behrengi'nin sadık okuruna"

    behrengi adını ilk duyduğumda beş yaşındaydım. babamın azerî edebiyatı uzmanı okuldan bir arkadaşının evindeydik. ben onları dinlemekten, bahsettikleri konuyu anlamasam da çok hoşlanırdım. o sefer konuştukları ise daha çok alakamı çekmişti, çünkü çocuklarla ilgiliydi. behrengi adını ilk duyduğum gün onun bir kitabını da ilk gördüğüm gündü, ulduz ve kargalar idi bu kitap. kısa süre sonra annem ve babam bana onun kitaplarını almaya başladılar. ilk önce bir şeftali, bin şeftalive bir günlük düş ve gerçek, ardından ulduz ve konuşan bebek ile ulduz ve kargalar; sonra inatçı kedilerile küçük kara balık. ben bunları arka arkaya okurken babamlar darbe dedikleri bir şeyden bahsetmeye başladılar. o zamanlar bunun ne olduğunu anlayamamıştım elbette ama bir çocuğun bile hissedebileceği kadar bunaltıcı, ağır günlerdi. bubi tuzağı, sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı, asker, polis, mahkeme, anarşist, terörist gibi kelimelerin birçoğunun ne anlama geldiğini bilmesem de, kötü veya sıkıcı şeyler oldukları muhakkaktı. neyse ki kitaplar vardı, onlara sığınmak mümkündü. lâkin bu darbeden sonra behrengi’nin kitapları bir süreliğine bulunmaz olmuştu. bir zaman sonra babam külliyatından eksik ne kadar kitabı varsa bulup getirdiğinde, kapaklarındaki “tahdide tâbidir” damgasının anlamını ben sormadan açıklamıştı, ya da açıklamaya çalışmıştı. anladığım kadarıyla behrengi’nin kitapları tam olarak yasaklanmasa da onu okumak da iyi karşılanmıyordu. hatta okula götürmememi tenbih etmişti, ama ben ona yeniden kavuştuğum için o kadar sevinçliydim ki hep yanımda taşımak istiyordum. bunun için kapaktaki damgayı hafifçe ıslatıp kazıdıktan sonra yine de orada yazı olduğu biraz belli olduğundan, adımı yazarak kendimce bir çare bulmuştum. bir gün teneffüste bu gelen köroğludur’u okurken öğretmen kitabı elimden alıp incelemeye başlayınca, yaptığım anlaşılacak diye yüreğim ağzıma gelmişti. behrengi’nin ilk sayfadaki hayat hikayesini okuduktan sonra yüzüme bakıp bir daha okula bu yazarın kitaplarını getirmememi söylemişti. bununla birlikte okul kütüphanesinde yapılan bir ayıklama neticesinde ayırdığı bir behrengi kitabını da getirip bana vermişti, böylece türkçe’ye çevrilen bütün eserleri bende tamamlanmıştı.
    kitaplarının girişinde yer alan biyografiye göre milletini çok seven ve onların cehaletten ve yoksulluktan kurtulması için aydın bir öğretmen olarak elinden geleni yapan behrengi, aras nehri kıyısında ölü bulunmuştur. kayıtlara kaza diye geçse de, bunun şah’ın adamları tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. şah’ın kim olduğunu babama sormuştum ve behrengi’yi öldürttüğü için ondan nefret ediyordum. yine öğrenmiştim ki kısa süre evvel şah kendisini sevmeyenlerce tahttan indirilmiş, ülkesinden uzaklaştırılmıştı, bu da beni bir nebze rahatlatıyordu.
    behrengi artık yaşamasa da, yazdıkları aracılığıyla hep yanımdaydı. aslında yanımdaydı demek bile az gelir, içimdeydi demek daha uygun belki. söyledikleri zihnime, bilincime işledi ve neredeyse hayata bakışımı en çok etkileyen insan hâline geldi. bir şeftali bin şeftali’de iki fakir köy çocuğunun, ağanın şımarık kızına giden meyve sepetinden düşen tek şeftaliyi neredeyse kutsayarak yedikten sonra çekirdeğini dikerek kendileri gibi meyve yemekten mahrum arkadaşlarının da faydalanacakları bir ağaca dönüştürme hayalleri şeftalinin ağzından anlatılır. ne yazık ki çocuklardan biri ağaca gübre olsun diye avlamaya gittikleri yılanlardan biri tarafından zehirlenerek ölür, diğeri de bunun acısına dayanamayarak köyü terk etmeye karar verir. köydeki bütün maddî güzelliklerin ve gücün sahibi ağadır. onun hizmetindeki bahçevan fark edip meyvelerini almak isteyince onları sadece fakir çocuklara vermek isteyen ağaç kendini kısırlaştırır, bu uğurda ölüme bile razı olur.
    bir günlük düş ve gerçek’te taşradan, tahran’a ekmek parası kazanmak umuduyla babası ile gelen lâtif’in gözünden bir günlük kesit sunulur. tahran onun için dünyanın merkezi gibidir. fakat belirgin bir şekilde iki ayrı kesime bölünmüştür, yoksulluğun hâkim olduğu güney ve zenginliğin hüküm sürdüğü kuzey. lâtif’in babası seyyar sebze satıcılığı yapmaktadır ve eline geçen az miktarda paranın birazını kendileri olabildiğince kısıtlı harcayıp, gerisini sıladaki ailenin arta kalanına göndermektedir. geceleri bazen işporta arabasında babası ile, bazen kaldırımda uyuyan lâtif, geri kalan zamanını kendi durumundaki arkadaşlarıyla bir şeyler satarak, şehri dolaşarak, oyun oynayarak geçirir. bu gezilerinden birinde, şehrin zengin kesiminde bir dükkanda karşılaştığı oyuncak deve onun bütün hayallerinin öznesi hâline gelir. geceleri düşlerinde onunla gezintilerde görür kendini, zenginlerin nasıl yaşadığını tanır deve aracılığıyla. ne var ki babasının bir aylık kazancının bile almaya yetmeyeceği oyuncak deve, gözlerinin önünde, hayatı boyunca hiç acı çekmediği belli olan şımarık ve maymun iştahlı bir çocuğa giderken lâtif buna engel olamaz, içinden acıyla birlikte yükselen şiddet isteğine de…
    onu bütün dünyaya tanıtan ve milletlerarası bir yarışmada ödül kazanan küçük kara balık’ta ise bir derede dünyaya gelen bir balığın, annesi ve çevresindekilerin bütün uyarılarına ve telkinlerine rağmen engel olamadığı dünyayı tanıma, hayatın anlamını arama isteğiyle çıktığı yolculukta karşılaştıkları, bunlara karşı duruşu ve sonunda açık denize kavuşması hikâye edilmektedir. doğru bildiği değerler için her türlü tehlikeye göğüs geren ve bu uğurda canını veren küçük kara balığın öyküsünü dinleyen küçük kırmızı balık da onun yolundan gitmeye karar verir. acaba hikayeyi dinleyip de küçük kırmızı balık gibi düşünmemek mümkün müdür?
    pancarcı çocuk hikâyesi ise bütün sınıflara tek bir derslikte eğitim veren bir köy öğretmeninin, yani yazarın ağzından aktarılmıştır. ailesine katkıda bulunmak için pancar satan ve bu yüzden okula da gelemeyen yetim bir çocuğun, köyün en önemli geçim kaynağı olan halı tezgâhının işletmeciliğini yapan üçkağıtçı hacı guli’nin göz diktiği ablasının şerefini korumak için verdiği mücadele ve onun küçücük yaşına karşın evin erkeği olarak yüklendiği sorumlulukla olgunlaşması anlatılmaktadır.
    ulduz ve konuşan bebek ile ulduz ve kargalar hikâyelerinde baş kahramanlar ulduz adında bir kız ile yaşar adında erkek çocuktur. ulduz, memur olan babası ve üvey annesi ile yaşamaktadır. öz annesini ise babası boşayarak köye göndermiştir. yaşar’ın babası çoğunlukla işsizdir, bu yüzden annesi de geçimlerine yardımcı olmak için çamaşırcılık, hizmetçilik gibi işlerde çalışmaktadır. ulduz’un babası umursamaz ve boş inançlı biridir, üvey anne ise merhametsiz, bencil ve cahildir; ulduz’a çok kötü davranarak onun hayat alanını sürekli daraltır, hoşlandığı her şeye tavır alır. çok sevdiği arkadaşı yaşar’la oynamasını bile engellemeye çalışır. ulduz o kadar yalnız ve mutsuzdur ki, ilk hikâyede oyuncak bebeği, ikinci hikâyede bahçelerindeki karga sonunda dile gelir ve ona dost olurlar. bir şekilde bunu hisseden üvey anne onları ortadan kaldırır. o kış yaşar’ın kardeşi de yoksulluklarından ötürü donarak ölür. en sonunda kargalar, ulduz’un iyi yürekliliğine ve direncine hayran kalarak onu ve sevgili dostu yaşar’ı mükâfatlandırmak ve yaşadıkları hayatın zorluklarından uzaklaştırabilmek için kargalar şehri’ne götürmeye gelirler. erdemsiz bir toplumda erdemin yaşayamayacağı vurgulanırcasına çocuklar kargalarla beraber “kargalar şehri”ne uçarlar.

    behrengi bu hikâyelerle tam da yapmak istediği gibi çocuk bilincimi şekillendirmeyi başarmıştı. o, çocukların zihinlerine dünyanın dikensiz gül bahçesi olmadığını, hayatın herkes için kolay yaşanmadığını, dostluğun, dayanışmanın, haksızlıklarla ve cehaletle savaşmanın en yüce erdemler olduğunu yerleştirmek istiyordu. onu okuyarak ve benimseyerek yetişen bütün çocukların hayata böyle baktıklarını; kahramanlarınınki kadar zor tecrübeler yaşamasalar dahi böyle bir erken olgunlaşmayı, maddiyata değil, manevî zenginliklere değer verme duyarlılığını sağladığını düşünüyorum. kendisi de bir yerde şöyle söylemiştir: “çocuğa ülkesinde hâlâ eti bayramdan bayrama bile göremeyen çocukların da bulunduğunu acaba söylememek mi gerekir? çocuğa dünyada yaşayan insanlardan çoğunun aç olduğunu acaba söylememeli miyiz? bu açlığın nedenlerini, nasıl ortadan kaldırılacağını anlatmamalı mıyız? çocuklara yalan söylemenin, hırsızlık yapmanın kötü olduğunu, büyüklerin sözüne karşı gelinmemesi gerektiğini öğretiyoruz da, bir toplumda yalanların, hırsızlığın neden ortaya çıktığını ve yaygınlaştığını niçin anlatmıyor ve onu aydınlatmıyoruz? insanların nasıl yoksullaştığını neden öğretmiyoruz? çocuklar için yazılan kitaplar öyle güçlü bir anahtar olmalıdır ki, çocuk gerektiğinde toplumun kötülükleriyle savaşabilsin veya sağlıklı bir toplumun devamlılığını sağlayabilsin.” behrengi, bu katı gerçekleri, çocuk dünyasına en yakın gelecek alegorilerle iç içe sunmuştur.
    bir şeftali bin şeftali’de şeftaliyi şöyle dillendirmiştir örneğin: “sepette bulunduğum biçimde ağaya götürülseydim, kuşkusuz onun şımarık kızına sunulacaktım. o da bir ısırık alıp çöpe atacaktı beni. varlıklı ağanın kızı değil mi atar elbet. varlıklı bir sofra içinde büyümüş. ağanın sofrası yoksullarınkine benzer mi hiç? bir sahip ali’nin bir pulat’ın sofrasına bugüne dek hiç meyve girmiş değil ki. bahçıvanın dediğine bakılırsa, ağa kızına yesin diye yurtdışından uçakla portakal, muz, üzüm, içi açılsın diye güller getirtirmiş. bunlara dünyanın parasını harcar tabii. üstelik giyim kuşama, hekime, dadıya, bakıcıya, hizmetçiye, uşağa, oyuncaklara, gezilere, yolculuklara dökülen para da ayrı…”
    bir günlük düş ve gerçek’te ise lâtif kuzey tahran’da gezerken şöyle düşünür: “birkaç caddeden geçtim.çöp ve lağım kokmayan caddelere geldim. çocuklar ve büyükler tertemiz giyinmişlerdi. hepsinin yüzü pırıl pırıldı. kızlar ve kadınlar çiçekler gibi renk renk... bu semtlerden geçerken hep kendimi sinema salonunda oturmuş film seyrediyor sanırdım. böyle tertemiz evlerin içinde nasıl yemek yenilir, nasıl yatılır, nasıl konuşulur, nasıl giyinilir, bir türlü kavrayamıyordum. (...) bir dükkan vitrininin önünde üç çocuk ellerinde çantalarıyla durmuşlardı. ben de arkalarındaydım. taranmış saçlarından tatlı bir koku yayılıyordu. elimde olmadan birisinin ensesini kokladım. çocuklar geriye baktılar ve nefretle beni tepeden tırnağa süzdükten sonra uzaklaştılar. birinin ötekine "ne pis kokuyordu!" dediğini işittim (…) üç zengin evladının beynini dağıtmak geldi içimden. böyle bir yaşantımın olması onların suçu muydu acaba?”
    yalnızca hikâyelerinde değil, destanlarında ve masallarında da aynı yaklaşım hakimdir. toplumsal adaletsizlik ve emeğin sömürülmesi behrengi’nin üzerine gittiği önemli sorunlardandır: “- eee kel kardeş, düşün bakalım, bu hacı ali'nin malı sana haram sayılır mı sayılmaz mı? hacı ali bunca malı mülkü, bunca parayı nereden elde etmiş? fabrikalarından mı? peki kendisi mi çalışmış o fabrikalarında? yoo. üstelik bu hacı ali, elini sıcak sudan soğuk suya sokmaz. hiçbir şeye elini sürmeden yalnızca fabrikaların getirdiği kârları cebine atar. bir de bol bol eğlenir. peki ama bunca kazanç nasıl, nereden sağlanır? kafanı iyice çalıştır da soracağım sorulara doğru karşılık ver bakalım. insanlar çalışmasa, fabrikalar ne olur? kapanır değil mi? kapandığına göre gene kâr sağlar mı? sağlamaz elbet. peki o zaman vardığımız sonuç ne?işçiler çalışıyor, kârın hepsini hacı ali alıyor. ancak ölmeyecekleri kadar işçilere veriyor. öyleyse kel kardeş, hacı’nın malı kendisinin malı değil. sana da helâl.”

    ulduz ve kargalar’da erdem kargalar tarafından ödüllendirilir. kargaların en gün görmüşünün ağzından çocuklara şöyle seslenir behrengi: “sevgili dostlarım! iyi yürekli kargalarım” dedi. “şimdi ulduz bana ölen yavru karganın birkaç tüyünü verdi.biz bunları canımız gibi saklayacağız. çünkü onlar iyi yürekli ve özverili bir oğlun geride kalan tek anısıdır ve bu tüyler bize yiğit olmayı, iyi yürekli olmayı öğretecektir ama bu emziği de atalım. çünkü bu emziği analık ulduz'a almıştı hep emsin ve konuşacak, derdini anlatacak hali olmasın diye. (…) ulduz’un üvey anası, ana karga'yı öldürdü, karga bey’in ölümüne de yol açtı. ama ne ulduz ne yaşar ölülerimizi unutmadılar. öyleyse yaşasın şehit edilen arkadaşlarını unutmayan çocuklar! (…) uzaktan yüksek yüksek dağlar görülüyordu. nine karga aşağı süzülüp dedi ki “şu yüce dağların başında kargalar şehri var, dağlarda yaşayan kargaların”

    behrengi okumak kişiliğimi biçimlendirmenin yanında nesnelere bakışımı bile belirlemişti. onun etkisiyle şeftali hiçbir zaman sadece bir meyve olarak görünmedi bana; o, meyve yemekten yoksun olan çocuklar için kendisini fedâ eden bir kahramandı; kargalar âdeta bilge hayvanlardı; oyuncaklar sadece bir oyun aracı değildi. her varlığın bir değeri, hâsılı her şeyin kendince bir dili vardı anlamına vâkıf olunca. o, ulduz’un konuşan bebeğinin ağzından, hikâyelerini dadılar tarafından nazlandırılan, özel arabalarla okula götürülen ve fakir çocuklara caka satan tatminsiz zengin çocukları için yazmadığını, ama eğer davranışlarını gözden geçirirlerse onların da okuyabileceklerini söylemişti. bir sene, okuldan hayli uzak bir yerde oturduğumuz için ortaklaşa tutulan bir arabayla okula gitmek durumunda kaldığımda behrengi’nin buna nasıl bakacağını düşünmüştüm; hiçbir şey beni onun kabilesi dışındaki çocuklar sınıfına düşmek kadar üzemezdi.
    behrengi ve içinde bulunduğu vasat, uğrunda savaştığı ve en sonunda canını verdiği davası hakkında çocukken öğrendiğim bilgi kırıntıları, elbette zamanla bütünlenerek bir bakışın parçasına dönüştüler. samed behrengi yoksul bir işçi ailesine mensuptu. doğup büyüdüğü şartları daha sonra şöyle ifâde edecekti: “bir mantar gibi annesiz babasız doğmadım elbette, ama bir mantar gibi büyüdüm, kimse beni bakıp beslemedi, tek başıma yetiştim ve azerî köylerinde öğretmenliğe başladım” behrengi öğretmenlik yaparken geceleri de tebriz üniversitesi ingiliz edebiyatı bölümünde okuyor, bir yandan da yazılarını kaleme alıyordu. her türlü geri bıraktırılmaya, zulme, baskıya, sosyal, etnik ve sınıf farkından doğan eşitsizliklere ve azerîce ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara karşı ileri sürdüğü fikirler sebebiyle, şah rejiminin hedefi hâline gelmişti. tek dil, tek kültür, tek millet politikasının, çok dilli, çok kültürlü, çok milletli bir hâle dönüşmesi için mücadele ediyordu. bu görüşlerini mesleği aracılığıyla öğrencilerine ve hikâyeleri yoluyla diğer çocuklara iletmekle kalmıyor, gerek yüz yüze görüştüğü, gerekse değişik dergi ve gazetelerde kimi zaman mahlasla yazarak ulaştığı yetişkin insanlara da aktarıyordu.
    bütün bu yorucu mesainin yanı sıra milletinin kültürel birikiminin ifade şekillerinden biri olan masal ve efsaneleri, bazılarını daha sonra kendisi gibi şah’ın adamlarınca işkenceyle öldürülecek dostu behruz dehkânî ile derleyip kayda geçiriyordu. bunlardan köroğlu destanı ve dede korkut destanlarından deli dumrul hikâyesi gibi hem kültürel kodların açıkça sergilendiği çok eski bir ortak figür olan, hem de zulme karşı içerikleri ile dikkati çeken destanların bazılarını yeniden yazarak yorumlamıştır. böylece yaşadığı ortama dolaylı bir tepki vermiş ve yeni nesillerin bu kültürel mirasa ilgisini canlı tutmaya çalışmıştır. kendi dilini kullanma konusundaki sıkıntısını ise yine ulduz’un bebeğinin ağzından çocuklara şu şekilde duyurmuştur: “behreng bey'in öyküsünü başından sonuna kadar okudum ve baktım bayağı güzel bir öykü olmuş. ama bazı cümleler farsçaya uyum sağlamıyordu. bunun üzerine elime kalemi alıp o cümleleri düzelttim. yine de cümlelerde, sözcüklerde, tamlamalarda hata görülürse, bunlar bana ait. niye farsça bilmiyor diye yüklenmeyin ona artık, inanın o da öz dili azeri türkçesiyle değil de başka bir dille yazmaya zorlandığından kahroluyor. ama ne gelir elden, başka çare var mı?”
    bununla birlikte behrengi, azerî çocuklarının farsçayı çok iyi bilmeleri gerektiğinin bilincindedir. kendinden önceki öğretmenler farsîler için hazırlanmış metod ve araçlarla ders verdiklerinden başarılı olamamışken behrengi, farsça bilmeyenler için iki dil arasındaki gramer farklılıklarını ve öğrencilerinin kelime bilgisini göz önünde tutarak yeni bir metod geliştirir ve bunda da başarılı olur. behrengi eğitmen olarak da çok çalışkan ve özverilidir. meşhur oyun yazarı gulam hüseyn saadî’nin anlattıkları onun nasıl çalıştığı konusunda epey fikir vermektedir:
    “o anadilini hayal edileceğin fevkinde sevmekteydi ve kullanmakta da olağanüstü kabiliyetliydi. bir köyden ötekine yaya giderdi. çocuklara nerede olursa ders verirdi; derslikte, ahırda, köy alanında, mezarlıkta.. her yerde vardı, tarlada, cenazede, düğünde, câmide.. halkını böyle tanımış ve sevmişti. köylülerle arasında hiçbir ayrım gözetmezdi..”
    halkı da onun bu sevgisini karşılıksız bırakmamış ve “semed emmi” diye hitap ettikleri behrengi’yi, gerek saçları yerine kara bir balığın yerleştirildiği bir resmin altında yattığı mezarında, gerekse türkülerle anmaya ve böylece gönüllerinde yaşatmaya devam etmiştir. azerî halkinin ortak bilincinde aras irmaği ile kurduğu sarsintili ilişki, behrengi’nin son nefesini verdiği yer olmasi hasebiyle yeni bir boyut kazanmiş olur:

    aras aras ay aras
    sultan aras han aras
    görüm seni yanasan
    bir derdimi kan aras

    aras üste buz üste
    kebab yanar köz üste
    koy meni öldürsünler
    danişdiğim söz üste

    semed gelir güle güle
    bah döşünde kizil güle
    her elinde dörd kitab
    dönderib bizim dile

    aras senden kim geçdi?
    kim gark oldu, kim geçdi?

    arasi ayirdilar
    kumulan doyurdular
    men senden ayrilmazdim
    zulmle ayirdilar

    ay uşaklar semed emi gelmedi
    gelin gidek deryalari ahtarak
    o kara baliğin nişanin tapak

    onu ilk okuduğumdan bu yana 23 yıl geçmiş. bugün behrengi’nin öldüğü yaştayım. hayat kimi yerde girdaplar içinde döne döne, kimi yerde dümdüz akıp geçiyor. behrengi, bu akışta bir küçük kara balık olarak denize varmak istedi, vardı da. karabataklar onu bir avuç suda boğmuşlar, artık ne gam, ebediyet deryasına varan biri için.. o hep yirmi dokuz yaşında kalacak ve bir sürü küçük kırmızı balık onun hikayesini dinleyip denize ulaşmak isteyecek, sonsuza kadar.
    bu yazıda adı geçen ya da geçmeyen behrengi kitapları:
    kel güvercinci, çev. şule akyüz, arkadaş kitaplar, cem yayınevi, istanbul, 1975
    inatçı kediler, çev. aydın tebrizî, 4. baskı, arkadaş kitaplar, cem yayınevi, istanbul, 1980
    pancarcı çocuk, çocuklar için öyküler, çev. aydın tebrizî, 4. baskı, arkadaş kitaplar, cem yayınevi, istanbul, 1980
    bu gelen köroğludur, çocuklar için bir destan, çev. şule akyüz, erdal öz, çev. 4. baskı, arkadaş kitaplar, cem yayınevi, istanbul, 1980
    bir günlük düş ve gerçek, çev. ildeniz kurtulan, oda çocuk kitapları, 1980
    küçük kara balık, çev. ildeniz kurtulan, oda çocuk kitapları, 1980
    ulduz ve konuşan bebek, çev. ildeniz kurtulan, oda çocuk kitapları, 1980
    ulduz ve kargalar, çev. ildeniz kurtulan, oda çocuk kitapları, 1980
    sevgi masalı, çev. ildeniz kurtulan, gendaş, tarihsiz.
    bir şeftali bin şeftali, çev. ildeniz kurtulan, gendaş, tarihsiz.
  • çocukluğumun en etkileyici hikayelerinin yazarıdır iranlı samed behrengi.
    kitaplarıyla tanıştıktan sonra, tüm çocukluğumu onun uslubunu taklit ederek yeni behrengi hikayeleri kurmakla geçirdim. gittiğim her coğrafyaya öyle baktım, toprağı, adaleti ve "doğu"yu sevdim.
    yıllar sonra tesadüftür belki, sadece çocukluğunda behrengi okumuş olanlarla en iyi dostluklarımı kurdum..
    ne acı birşey bu kadar fena bir ölüm. lakin bence, ölümünün değiştirmediği ve artık zamanın da değiştiremeyeceği bir gerçek bu gökkubbede bakidir ;

    bir büyük adamdır behrengi ve binlerce çocuk sever onu.
  • ilkokulda, sınıf kütüphanesine kitaplarını götürdükten üç gün sonra, bu kitaplar olmaz diye bana geri iade edilen yazar
  • okuyanların, çocukluklarının rengini belirleyen, hatta sonraki hayatlarında dahi belirleyici olduğuna inandığım büyük iranlı-azeri yazar.
    behrengi etkisi öyle bir etkidir ki, bir insanı biraz olsun tanıdıktan sonra çocukluğunda behrengi okuyup okumadığını tahmin edebilirsiniz. ve ilginç bir içgüdü ile çocukken behrengi okuyanları farklı bir yere koyarsınız hayatınızda. ve de yanılmazsınız. behrengi okumuş çocukla okumamış bir olmaz asla.
    behrengi kitaplarının fiziki özellikleri bile insanın zihninde derin izler bırakır. arkadaş kitaplar serisinin arka kapaklarındaki, banka oturmuş bir çocuk ve sarıldığı köpeğinin arkadan görüntüsü örneğin. ya da kitabın içindeki çizimler; yıllar sonra bile ara ara gelir geri, durup dururken.
    kesin olan bir şeyde, çocukluğunda behrengi okuyanların daha mutlu çocuklar ya da yetişkinler olmadığıdır. hatta hüzünle tanışmasıdır çocuğun behrengi kitaplarının. küçük yaşlarda duyarlı olmayı aşılar insana.
    buna rağmen, yıllar sonra bakıldığında, behrengi okumaktan pişman birini görmedim diyebilirim.
    bir de kopi peyst bölümümüz var:

    samed behrengi (d. tebriz, haziran 1939 / ö. tebriz, ağustos 1968)
    iranlı öğretmen, çocuk hikayeleri ve halk masalları yazarı, derleyicisi, araştırmacı ve mütercim.
    haziran 1939'da tebriz'in çerendâb mahallesinde dünyaya geldi. babasının adı izzet, annesinin adı sârâ idi. samed'in iki erkek ve üç kızkardeşi daha vardır. ilk okulu bitirdikten sonra tebriz'deki "debîristân-i terbiyet" ve "dânişserâ-yi âlî" adlı öğretmen okullarında okudu. öğrenimini tamamladıktan sonra mamkan, gogan, ahircan gibi köy okullarında öğretmenliğine başladı ve kısa ömrünün sonuna kadar bu görevde kaldı. öğretmenlik yaparken bir taraftan da tebriz edebiyat fakültesi ingiliz dili ve edebiyatı bölümünde gece derslerine devam etti. azerbaycanlı köylü çocuklarına rehberlik hizmetleri sunarken onlar için masallar yazdı. azerbaycan halk edebiyatını inceledi. ağızdan ağıza dolaşan halk masallarını toplayarak bu malzemeyi azerî türkçesi ve farsça olarak yeniden kaleme aldı. edebî faaliyetlerinin belki de en önemlisi olan bu çalışmasının yanı sıra azerbaycan folkloru ve iran eğitim sistemi üzerine eğildi; eğitim sisteminin aksayan yanlarını tespit ettikten sonra çözüm yolları üretti. o dönemin önemli gazetelerinde ve dergilerinde çıkan yazılarında s. garanguş, çingiz, merâtî, bâbek, behreng, adıbatmış, daryûş, nevvâb merâgî, s. adam, solma gibi takma adlar kullandı. âdîne adlı haftalık bir gazete çıkardıysa da, o dönemin baskıcı yönetimi altında bu gazete varlığını sürdüremedi. 1968 yılı ağustos ayında aras ırmağında boğularak can verdi.
    behrengî'nin belli başlı eserleri:
    i. inceleme, gözlem ve makale dalındaki yapıtları:
    kondukâv der mesâil-i terbiyetî-yi iran (iran eğitim sorunlarına ilişkin bir inceleme); folklor u zebân-i âzerbaycan (azerbaycan dili ve folkloru); mecmû'a-yi makâlehâ (makaleler mecmuası); bihrûz-i dihkânî ile birlikte hazırladığı ve bu kitapta çevirisi sunulan efsânehâ-yi âzerbaycan (azerbaycan masalları) (iki cilt bir arada; birinci baskı tahran 1354 şemsî/1975; dördüncü baskı tahran 1357/1978), tapmacalar ve koşmacalar (tebriz 1345/1966).
    ii. masal ve hikaye dalındaki yapıtları:
    ulduz u kelâğhâ (yıldız ile kargalar), behrengî'nin ilk çocuk kitabıdır ve dostlarından birinin üvey çocuğunun yaşamından esinlenerek kaleme almış ve bu kitabın gördüğü ilgi behrengî'yi başka kitaplar yazmaya teşvik etmiştir. bu kitap 1345/1966 yılında tebriz'de basılmıştır.
    italya ve çekoslovakya'da ödül aldığı mâhi-yi siyâh-i kuçulu (küçük kara balık). türk ressamı ve karikatürcüsü mehmet sönmez tarafından resimlenen bu yapıt uluslararası fuarlarda iki onur madalyası aldı. iran'da da 1968 yılında şûrâ-yi kitâb-i kûdek (çocuk kitapları şurası) tarafından yılın kitabı seçildi.
    sergozeşt-i dâne-yi berf (kar tanesinin serüveni)
    peserek-i lebûfurûş (pancarcı çocuk)
    keçel-i kefterbâz (kel güvercinci).
    behrengî'nin çocuk edebiyatı hakkındaki bir makalesi 12 hikayesi ile birlikte "kıssehâ-yi behreng" (behreng masalları) (3. baskı, tahran 2536/1977) ve beş masal ile beş derleme halk masalı "telhûn" adıyla yayımlanmış (tahran 1349/1970), bu hikayelerden bazıları "bu gelen köroğludur", "püsküllü deve", "bir şeftali bin şeftali", "küçük kara balık", "sevgi masalı" ve "inatçı kediler" adlarıyla türkçe'ye çevirilmiştir (arkadaş yayınları, istanbul, 1975-1979)
  • sevgi masalını herkeslere okutmak istediğim. nahifliklerimin müsebbibi. güzelliği paylaşmaktan söz eden her insan gibi katledilmiştir.
    (bkz: sabahattin ali)
    (bkz: madımak oteli)
  • nedense sabahattin ali ile arasinda hep bir kan bagi olduguna inandigim adamdir... olumlerinden degil, yasamlarindan, yazimlarindan belki... bilmiyorum, ama sanki birbirlerini bilmis insanlar gibi gelirler bana o ikisi...
  • 11 kasım 2005 cuma tarihli radikal gazetesi kitap ekinde, daha evvel "çemberimde gül oya" dizisinden behrengi'ye hayranlığını bildiğimiz çağan ırmak'ın yine yazar ile ilgili bir yazısı yayınlandı. noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum:

    küçük kara balık'ı defalalarca yüzdürmek lazım okyanusta

    "o zamanlar "cemrenin suya düştüğü ilk geceydi..." diye başlardı "küçük kara balık" kitabı... sene 1978, çeviri o yıllara ait. sene bilmem kaç diye başlayan cümleler kurmaya başlamışsanız artık büyümeye başlamışsınız demektir. "küçük kara balık" ismi de nedense tuhaf bir şekilde çocukluk ve büyümek kelimelerinin hep yan konmuşu gibidir sanki. okumayı yeni söküyorum, kırmızı kurdeleyi ilk takanlardanım sınıfta...
    yanımda yöremde en çok kurulan cümleler "teyzesi zehir gibi okuyo artık, bak okusun da gör", "amcası, bak nasıl okuyo artık, hadi bakalım çağan göster amcanlara..." kitaplığa fırlıyorum hevesle, bir kasaba evi için dev sayılabilecek kitaplığımızdaki sıra sıra kitapların sırtlarını görmek çin kafamı yan döndürüp başlıyorum bağıra bağıra okumaya... doss-too-yevsss-ki, aaa-leek-sandır sol-jeenis-tııın, naa-zıım hik-meeet...
    okuduğum yazar isimleri ya bir gülümseme ya da bir tedirginlik yaratıyor eve gelen misafirlerin yüzünde. tedirgin olanların fısır fısır konuşmalarını duyuyorum annem çay koymaya gidince "çocuğu da kendilerine benzetecekler!" olsun, annemle babamı seviyorum, neden onlara benzemeyeyim ki. "ama bunnar çok kalın, daha okuyamıyom bunları" diyorum. "benim kitaplarım bunnar..."
    gösteriyorum onlara cin ali ve berber fil, ayşegül bilmemnerede, cin ali bilmemneyapıyor... rahatlıyo misafirler.
    derken bir akşam yemeğinde babam yeni bir kitap getiriyor eve. "bu senin..."bağırarak okuyorum en üst köşedeki yazıyı "bejrengi..." babam "oğlum doğru okusana... behrengi... küçük kara balık..." resimleri çok az, kitap kalın bir çocuğa göre, büyük adam kitabı. "bu çok kalın okuyamam daha" diyorum... "olsun, yavaş yavaş okursun..." yavaş yavaş okumaya başlıyorum... "cemrenin suya düştüğü ilk geceydi..." anneannem derdi bunu, "cemre düştü artık ısınır havalar." demek ki bunlar da biliyormuş cemreyi...
    ilk gözağrısı
    o gece eve bir cemre düşüyor. cemre yüreğime düşüyor. küçük kara balık aklıma düşüyor okudukça... çocuk aklımda yeni şeyler oluyor. hiçbirine benzemiyor bu kitap, kara balık, pembe romantik havalarda çiçek toplayıp hayat ne güzel diye şarkılar söylemiyor. cin ali gibi alık alık gülümseyip çocuk aklınızla bile aptal yerine konduğunuzu haykırmıyor suratınıza. kara balığın bir derdi var diğerlerine benzemez...
    o okyanusa ulaşmaya çabalıyor... allahım ulaşsın ne olur... annesi üzülmez mi o gidince... ama dönecek eve okyanusa ulaşınca... sonra küçük kara balık'tan bir daha haber alamıyor kimse. cemre boğazımı yakıyor. cemre midemde bir alev topu... ne hakları var üzmeye bizi... dönsün eve... ninesi bekler onu... küskünüm herkese. bu kitabın sonu yok diyorum babama. dönmesini yazmamış. öldü mü küçük kara balık... babam kitabın son cümlelerini gösteriyor... bak küçük kırmızı balık da uyumadı bu hikayeyi dinleyince gidip arkadaşını bulacak okyanusta üzülme. üzülmüyorum babalar doğru söyler. onlara inanmak lazım. kitaplığın küçük bir köşesi bana ayrılıyor. en alt raf. sağdan alt köşe. çağan'ın kitapları. etiket yazıyoruz o rafa. çağan'ın kitapları. kimse elleyemez. bi tane kitapla olmaz ki... kitapları yazdık etikete bak... iyi bakalım diyor babam yenilerini alırız. bir şeftali bin şeftali'yi koyuyoruz ikinci olarak... küçük prens'i, şeker portakalı'nı, doluyor yavaş yavaş... kara balık ilk göz ağrım ama onun yeri ayrı.
    bir kaç yıl sonra öğreniyorum ki yazarı derede boğulmuş, şüpheliymiş ölümü.
    cemre alev alıyor yeniden midemi yakıyor. ne zamandır oradaymış demek unutmuştum varlığını. bişeyler yapmak lazım bişeyler yapmak. yoksa sönmeyecek başka türlü... bişeyler yazmaya başlıyorum yıllar sonra, yaptığım kovalarca su dökmek içimdeki ateşin üstüne.
    "çemberimde gül oya"nın bir bölümünü ona armağan ediyorum "çocukluğumun masalcısı samed behrengi'ye" diye... yeter mi yetmez elbet. bizim intikamımız öldürmek derelerde boğmak olmayacak elbet. yapacak tek şey var... yeni çocuklara yeni kitaplar almak. defalarca yüzdürmek lazım küçük kara balık'ı okyanusta, inadına şeftali vermeyen o ağacı sulayıp büyütmek bir gün şeftali vereceğine inanarak..."
  • 29 yasinda gencecik katledilmis simdi ogrendim icim burkuldu.
hesabın var mı? giriş yap