• spoiler

    geçmişinde halledemediğin mevzular varsa, ilerleyemiyosun.
    yaşadığın hatalardan almadığın dersler, tekrar ama başka surette karşına tekrar çıkar. hayat sana, dersini alana ve sana öğretene kadar burnunu sürte sürte anlatır, öldürür öldürür gene diriltir.
    artık anla; geçmişi hallet, affet ve devam et.
    benim bu diziden anladığım buydu. çok da iyi olmuş.

    spoiler bitdi.
  • gayet ağır bir konuyu eğlenceli ve ilgi çekici biçimde işleyen, zekice yazılmış, derinlikli bir dizi. ikinci sezon ilki kadar eğlenceli olamasa da ilk sezonun doğal bir devamı olmuş. beğendim o yüzden. ayrıca kadının saçları muhteşem.

    --- spoiler ---

    bu yüzeysel yorumlardan sonra asıl mevzuya gelelim: arkadaşlar bu dizinin olayı travma. özellikle de aile kaynaklı çocukluk travması. biraz malumun ilamı gibi gelse de bunu vurgulamak istedim zira dizi öyle "travmayı da konu alıyor" denecek bir dizi değil. baştan sona bir nevi bir psikoterapi metaforu.

    zaten ikinci bölümde ruth’un bi adama emdr terapisi yaptığını görüyoruz
    bu terapi özellikle travmayla yüzleşmede kullanılıyor. bu sahneyle ruth’u direkt terapide görerek biraz daha yakından tanımış oluyoruz evet, ama isteseler bunu komikli veya üstünkörü bi şekilde de yapabilirlerdi. emdr’ı seçmeleri ve gayet saygılı bi biçimde göstermeleri bu konuyu ciddiye aldıklarını gösteriyor. dizide olacaklara dair bir foreshadowing aynı zamanda.

    ikinci sezonu incelerken bariz bir örnek daha vereceğim ama önce ilk sezonu bu açıdan ele alalım. uzunca bir entry olacak. sıkılanlar veya konunun ağırlığı nedeniyle rahatsız olanlar olabilir, baştan uyarayım.

    öncelikle çocukluk travmaları, öyle ha deyince aşılabilen şeyler değil. bilinçaltında derin yaralar açmış oluyor ama erken yaşta olduklarından hatırlamayabiliyoruz. hatırlasak bile yaşadığımız şeyler bize normal gibi geliyor, çünkü “normal”in ne olduğu zaten o dönemlerde şekilleniyor. yani anormale doğan çocuk, başka şey görmediği için o anormal durumu normal olarak kabulleniyor. yaşadığı sorunlarla baş edebilmek için bahaneler uyduruyor, olanları rasyonalize ediyor, belki kendini suçluyor. bunlar ilerde binbir türlü soruna yol açsa da sorunun esas nedenini sorgulamak aklımıza bile gelmiyor.

    o yüzden böyle derin mevzularla yüzleşmek genellikle alakasız görünen, daha güncel bir sorunu eşelemekle mümkün oluyor. eşeledikçe ilk sorunun altından bir başkası, onun da altından bir başkası çıkıyor. matruşka gibi. russian doll yani.

    oyuncakları aça aça en son en içteki oyuncağı buluyorsunuz, ki genellikle çocukluğunuzla ilgili mevzulara denk geliyor bu. yani terapide “çocukluğa inme” olayı gerçek. ama terapistin “hadi çocukluğuna inelim” demesiyle olmuyor, kendiliğinden oraya gidiyor muhabbet.

    en önemli aşamalardan biri yüzleşme. travmatik durumu güvenli bir ortamda tekrar tekrar yaşıyor ve yaşadıkça hissizleşiyorsunuz. böylece yüzleşmekten korktuğunuz şeye daha korkusuzca, objektif bi biçimde bakabiliyorsunuz. bir alttaki oyuncağa inmek bu sayede mümkün oluyor.

    dizide de nadia’nın ilk derdi, yani en dıştaki oyuncak ölüm korkusu. ilk sahnelerde şunları öğreniyoruz: nadia 36 yaşına giriyor ve bir nevi orta yaş bunalımı yaşıyor. hayatı, ölümü sorguluyor. derken, ölüyor.

    ilk ölümden sonra ruth’la konuşurken öğreniyoruz ki annesi 36 yaşında ölmüş. eğer bu yaşı atlatırsa annesinden uzun yaşamış olacak yani. aslında burda önemli bir ipucu var ama nadia bunu pek sallamıyor. ya da yüzleşmekten korktuğu için sallamıyormuş gibi görünüyor.

    zaten genel olarak duygusal mevzuları pek sallamayan, fazla rasyonel düşünen ve bağlanmayı sevmeyen, biraz dismissive bir karakter kendisi. (bkz: kaçıngan bağlanma)
    görebildiğimiz kadarıyla hayatında uzun, ciddi bir ilişki yok, aşk meşk yok. partiden kaldırdığı adamla seviştikten sonra, muhabbetin ortasında uber çağırıp adamı postalaması, 6 ay önce ayrıldığı sevgilisinin hala kendisini düşündüğünü öğrenince küçümsemesi hatta sinirlenmesi, sürekli adamı kendisini darlamakla suçlaması falan da onu gösteriyor.
    hatta kedisiyle ilişkisi bile biraz öyle. new york’ta sürekli sokakta gezmek bir ev kedisi için tehlikeli, herkes bu konuda uyarıyor nadia’yı. o ise “kedim de benim gibi özgür ruhlu, kafasına göre takılıyo işte, eve hapsedemem” diyor. doğru-yanlış bi şey diyemem ama kedi öldü mü kaldı mı diye sık sık endişelenip onu aramaya çıktığını, bakkalla olan muhabbetinden biliyoruz. çok sevdiği ve endişelendiği halde kediyle ilişkisi bile belli bir mesafede.

    dugyusal mevzulara bu kadar uzak bi karakter olduğundan olsa gerek, ruth’un dediklerini sallamayıp önce rasyonel bi çözüm bulmaya çalışıyor. “kesin maxine’in verdiği sigaradan oldu”. ondan olmadığını anlayınca bu kez “eskiden burası yahudi okuluymuş, lanetlendim heralde” gibi triplere giriyor. ki yahudilikle, dinle, doğaüstü şeylerle falan alakası olan biri değil. burda sanırım yahudiliği yani ailesinin kültürel mirasını umursamaması, hatta küçümsemesi yüzünden biraz pişmanlık duyduğunu düşünebiliriz.

    alan’la karşılaştıklarında kafa kafaya verip bu durumu birlikte anlamaya çalışıyolar. burda nadia yine rasyonel açıklamalar getirmeye çalışıyor. alan ise “kötü şeyler yaptığımız için cezalandırılıyoruz kesin. yaptığımız yanlışı bulup düzeltmemiz lazım” falan diyor.

    alan’ın olayı da o. sürekli bi şeyleri düzeltmeye çalışan, mükemmeliyetçi ve biraz fazla duygusal bir tip. sevgilisi ayrılmayı düşünürken o evlenme teklif etmeyi düşünüyor. artık farketmediğinden mi, düzeltirim diye mi tam anlamadım ama ölüp ölüp dirilirken de bunu sürekli sevgilisiyle arasını düzeltmek için kullanıyor. tabii başaramıyor.

    nadia’yla birlikte sevgilisine gittikleri sahne önemliydi. nadia kadına bi güzel giydiriyor. belki alan’ın söylemek istediği şeyleri söylüyor. travmatik durumlarla baş etmede böyle bir metot var: travmatik anıyı zihninizde canlandırıp, o an yanınızda biri olduğunu ve size yardım ettiğini hayal ediyorsunuz. nadia’nın alan’a yaptığı da bu aslında. bunun verdiği rahatlamayla alan’ın kafası açılıyor ve yapması gerekeni anlıyor: sevgilisiyle son bi kez doğru düzgün konuşacak, içini dökecek, durumu düzeltemeyeceğini kabullenecek ve kendi hayatına bakacak.

    nadia’nın kendi derdini çözmesi ise biraz zorla oluyor. çocuk hali karşısına çıkmaya başlıyor ve bunu gördüğünde kalp krizi geçirerek ölüyor. çünkü yüzleşmekten en çok korktuğu, travmatik zamanları hatırlatıyor o çocuk.

    annesinin akıl sağlığının yerinde olmadığını, bu yüzden çocuğu ihmal ettiğini ruth’la konuşmasından biliyorduk. ama detayları öğrenememiştik, çünkü olayı direkt “annem deliydi, ben de bu yüzden deliriyorum”a bağlamışlardı. aslında ruth’un orda dediği şey önemliydi: “annenle, onun sende bıraktığı hasarı karıştırma”. nadia’nın esas üzerinde durması gereken şey annesinin sorunları değil, çocukluğunda kendisine verdiği hasar.

    nadia, annesinin ölümünden dolayı kendisini suçluyor. “annemi terk ettim, ruth’u seçtim, o da hastaneye kapatıldı ve öldü”. oysa durum hiç de böyle değilmiş. annesiyle kalmak istediğini söylemiş ama annesinin akıl sağlığı baya kötüleşmiş olduğundan buna izin vermemişler. yani o çocuğun bi suçu yok. nadia başta bunu da kabullenmek istemiyor: annemle kalmak istiyorum demiş olabilirim, ama aslında ruth’la kalmak istiyodum.

    ve flashback.

    annesi iyice saçma sapan şeyler yapıyor. gidip her yerden karpuz topluyor. çocuktan da bunları kabullenmesini, sanki normalmiş gibi davranmasını bekliyor. manavdaki eleman noluyo la dediğinde elemana çıkışıyor. ve nadia’ya dönüp “içeri gir de şu herifi müdürüne şikayet et” diye emir veriyor. kendi saçmalıklarına çocuğu ortak ediyor.

    yani nadia, o yaşlarda annesinin saçmalıklarını kabullenmek veya kabullenmiş gibi yapmak zorunda kalmış. o yaştaki çocuk annesine moral vermek, dert ortağı hatta “suç ortağı” olmak zorunda kalmış. yeri gelmiş, sadece karpuz yemiş. ruth “yau sırf karpuzla yaşanmaz, al bari konserve ye evladım” dediğinde annesini kırmamak için kabul etmemiş. burda sürekli annesinin yarattığı sorunlara katlanmak, kendi ihtiyaçlarını bırakıp annesine göre yaşamak, bir nevi annesine annelik etmek zorunda kalan bir çocuk var. (bkz: duygusal ensest)

    böylece nadia’nın en içteki oyuncağına inmiş oluyoruz. annesinin başına gelenler nadia’nın suçu değil. tam aksine, nadia’nın bunları yaşamış olması büyük bir sorun ve bunun sorumlusu da annesi. bunu farkettiğinde o çocuk halini affetmeyi başarıyor ve özgürleşiyor.

    bu arada nadia’nın o travmatik çocukluğunda sığındığı bir kitap var: emily of new moon. yazarın başka bi kitabı daha meşhurmuş, ama emily daha karanlık bi kitap olduğundan nadia bunu daha çok seviyomuş. kitabı şöyle bi google’ladım, özetle baş kahramanı emily adında yetim bir kız ve yine her biri kendi ailesiyle sorunlar yaşayan, travmatize olmuş çocuklar var kitapta. demek ki küçük nadia’mız bu kitabı bir dert ortağı gibi görmüş. kitap sayesinde bu saçma dünyada yalnız olmadığını anlamış.

    kitaplara sığınmak travmatik durumlarla baş etmede yardımcı olabiliyor gerçekten. hatta bunu ileriki yaşlarda da travma tedavisi için önerenler var (bkz: bibliyoterapi)

    nadia kendi çocukluğuyla barıştıktan sonra gidip bu kitabı eski sevgilisinin kızına hediye ediyor. bu kızcağzın da anne-babası ayrı. bu yüzden kızı kendine yakın hissediyor sanırım. kitabı verirken “bunu bir hediyeden çok, paylaştığımız bir şey olarak gör” diyor. ortak noktaları yani. kıza “sen de yalnız değilsin” demiş oluyor. tatlı bir sahneydi.

    sonra ölüyo gerçi yine. ama bu son ölüm ve tam bir katharsis durumu: annesinin aynaları kırdığı gece yaşadığı korkuyu, içinden cam kırıkları çıkmasıyla atıyor.

    "onun ölmesine izin vermeye hazır mısın?"
    "bugün bizim özgürleşeceğimiz gün"

    ondan sonra orijinal geceye geri dönüyoruz. o ilk gece nadia ve alan’ın yolları kesişti, ama birbirlerine yardım edemediler. edemezlerdi de. önce kendi sorunlarıyla yüzleşmeleri gerekiyordu. uçaklarda “oksijen maskesini önce kendinize takın, sonra yanınızdakine yardım edin” derler ya, aynı mantık. önce kendinizi sağlama alacaksınız ki başkasına yardım edebilesiniz. nadia ve alan tüm bu loop’lardan güçlenerek çıkıyor ve ancak ondan sonra birbirlerini kurtarabiliyorlar.

    çatıda nadia ve alan’ın diyaloğu iyiydi.
    - bana mutlu olacağımın garantisini verebilir misin?
    - yoo veremem. ama yalnız olmayacağını söyleyebilirim.

    mutlu olmamayı da kabullenmek gerekiyor bu hayatta. mutlu olmak bir zorunluluk değil. mutluluk erişmemiz gereken bir yer değil, hayat kazanmamız gereken bir sınav değil. yaşıyoruz. ve kendimiz gibi "hasarlı" insanlarla da olsa (belki de en çok onlarla) kurduğumuz ilişkiler bizi güçlü kılıyor, yalnız olmadığımızı hissettiriyor.

    her iki timeline son sahnede, evsizlerin karnavalında buluşuyor. "hasarlı" kahramanlarımız kendileri gibi insanlarla bir araya gelmiş, kutlama yapar gibi geçiyolar sokaktan. müthiş bi sahneydi bu da. sorunlarıyla yüzleşmiş, yaşadıklarını ve kendilerini olduğu gibi kabullenmiş, biraz buruk, biraz gururlu bi biçimde, yarı ağlar yarı gülümser halde ama yaşama sevinci ve coşkuyla yürüyorlar.

    --- spoiler ---

    ikinci sezon

    --- spoiler ---

    “i tell my inner child that, if time travel is ever possible, i will travel back into the past and put a stop to my parents’ abusiveness.”

    “içimdeki çocuğa şunu söylüyorum: eğer bir gün zaman yolculuğu mümkün olursa, geçmişe gidecek ve anne-babamın kötü muamelelerini durduracağım.”

    pete walker’ın hayat boyu iyileşme* kitabından. kitaptaki bölümün adı: "zaman makinası kurtarma operasyonu".

    aile kaynaklı çocukluk travmalarıyla baş etmenin yollarını anlatan bu kitabın alt başlığı, “from surviving to thriving”. yani “sadece hayatta kalmaktan, dolu dizgin yaşamaya”.

    russian doll’un ilk sezonunda hayatta kalmayı başaran kahramanlarımız bu sezonda yolculuklarını yeni bir aşamaya taşıyor ve hayatta kalmanın ötesinde, "gerçekten" yaşamanın yollarını arıyorlar.

    burda özellikle nadia’nın yolculuğu, kitapta anlatılan aşamalarla baya bi örtüşüyor. öfke, kabullenme, yas tutma ve kendine bakma* aşamalarını açıkça görebiliyoruz. natasha lyonne veya dizinin diğer yapımcıları direkt bu kitabı okumuşlar mıdır bilmiyorum, doğrudan bi referans görmedim ama literatürü baya etkilemiş bir kitap ve travma terapilerinin çoğunda da benzer şeyler mevcut zaten.

    geçen sezonda nadia travmasının kökenine inmiş ve çocukluğunda olanlardan dolayı kendini suçlamaktan vazgeçmişti. bundan sonraki ilk aşama, öfke. çocuk halimizle maruz bırakıldığımız haksızlıklardan doğan öfkeyi, doğru yere ve doğru bir şekilde kanalize etmek gerekiyor.

    nadia’nın da bu sezonda annesine öfkelendiğini görüyoruz. telefon konuşmasında açıkça “sürekli her şeyi berbat ettin” falan diye içini döküyor. bi yandan da altınları bularak durumu düzeltmeye çalışıyor.

    şu altın mevzusuna kısaca değinelim. dizide sürekli bahsi geçen altınlar bi yandan nesiller arası travmanın, bi yandan da umudun simgesi. ellerinden kayıp giden, sonra tekrar karşılarına çıkan, sonra tekrar kaybolan umut. her nesilde bi şeyleri düzeltme fırsatı var aslında, ama olmuyor. beceremiyorlar. nadia annesinin gözünden o dönemi yaşamaya başladığında da ilk olarak altınları yerine koyup düzeltmeye çalışıyor. burda yine işin duygusal derinliğini hiç önemsemeden rasyonel bir çözüm bulmaya çalışması ilginç.

    neyse, düzeltemiyor tabii. çünkü ne kadar isteseniz de geçmişi değiştiremezsiniz. olan oldu. travmayla yüzleşirken “eğer başıma bunlar gelmeseydi her şey çok farklı olabilirdi” diye düşünmek çok doğal bi şey. ama dizide dendiği gibi, bu bir “coney island”. keşke şöyle olsaydı şeklindeki düşüncelerde takılıp kalmak yerine yaşananların yasını tutmak ve hayata devam etmek gerekiyor.

    düşünürseniz, annesi ve anneannesinin yaptıkları şey de birebir aynı. anneannesi gidip eşyaları buluyor, saklıyor ve altına çeviriyor. bunları bir kurtarıcı veya en azından bir güvenlik garantisi olarak görüyor. ama kızı bunları kaybettiğinde yıkılıyor. ve ondan sonraki hayatı boyunca kızını bu yüzden suçluyor, aşağılıyor vs.

    lenora da altınlara "bizi özgürleştirecek" şeyler olarak bakıyor. annesi gibi garanticilik edip altınları saklamakla uğraşmayacak, bunları çalıp yiyecek. annesi hayatı yaşamasına izin vermemişti, o gidip hayatını yaşayacak. ama olmayacak ve bu yüzden kendi çocuğunun geleceğini karartacak.

    yani durumu kabullenmek, "coney island"lara takılıp kalmamak gerekiyor. aksi takdirde hayatını çarçur eder, nesilden nesile aktarılan bu travma zincirini kıramaz, devam ettirirsiniz.

    nadia aynı zamanda geçmişi değiştirmeye çalışırken annesinin yaşadıklarını bizzat yaşıyor. akıl sağlığı problemlerinin getirdiği zorlukların yanı sıra, annesinin de kendi annesiyle nasıl sorunlu bi ilişkisi olduğunun farkına varıyor. annesini de anlamaya başlıyor. hatta daha geriye gittikçe anneannesinin yaşadığı zorlukları da görüyor. travmanın ta o zamanlardan nasıl birikip nesilden nesle aktarıldığını anlıyor. ruth’un dediği gibi, “travma çocukların üzerine çizilmiş bir topoğrafi haritasıdır”.

    kısaca alan’ın hikayesine de değinelim. bu sezonda çok bi olayı yok gibi. gerçek hayatta annesinin önerdiği kızlarla yemeğe çıkmaktan bıkmış. zaman yolculuğuyla anneannesinin hoşlandığı elemanı tanıması buna bi kaçış sağlıyor. ödipalin de ödipali süper absürt bi durum ama alan bundan gayet memnun. hayatı yaşamak yerine yitip gitmiş, belki de hiç olmamış bir "asr-ı saadet"te takılı kalıyor. nadia gelip “geçmişi düzeltmem lazım” diyince bi tribe giriyor gerçi ve elemanı kurtarmaya kafayı takıyor. çünkü yani adamın olayı o, bi şeyleri düzeltmeye çalışmak. bu yüzden geçmişten de keyif alamaz oluyor. batı berlin’e geçtiklerini gördüğünde ise yapabileceği bir şey kalmıyor. zaten sarnıç sahnesinde de önünde bi seçim filan yok, yürüyüp çıkıyor. anneannesiyle konuşup durumu kabulleniyor.

    nadia ise sarnıca bebekle düşüyor.

    bu bebek halini kaçırıp kurtarma olayı tabii başta alıntıladığım, zaman makinası kurtarma operasyona aşırı bariz bir gönderme. bu teknik, “self-parenting” yani kendine anne-babalık etme aşamasının özel bir versiyonu. natasha lyonne bi röportajında, "bu self-parenting mevzusu gerçek hayatta nasıl bi şeye benzerdi?" diye sorduğunu ve ikinci sezonun bu şekilde ortaya çıktığını anlatıyordu. metaforu gerçek kılmanın ötesinde nası bi mesaj var tam emin değilim. ama bebeğe en azından bi süre arkadaşlarının bakması, kendisinin de kucağında gezdirmesi bunu yapmaya çalıştığını gösteriyo heralde?

    neyse. sarnıca düştüğünde, altınlarla bebek arasında bi tercih yapmak zorunda kalıyor. nesiller boyunca aktarılan travmayı, geçmişi değiştirme umudunu simgeleyen altınlar mı, yoksa kendine bakmanın, kendini yeniden yetiştirmenin sembolü olan kendi bebekliği mi? altınların bir “coney island” olduğunu farkettiğinden altınları bırakıp bebekle beraber çıkıp gidiyor.

    ve bebeği gidip annesine teslim ediyor. bu da bir kabullenme. annesiyle olan diyalog bu kabullenmenin ve kendi geçmişi için yas tutma hissinin en saf, en güzel ifadesi:

    lenora: bi daha seçme şansın olsa yine beni seçer miydin?
    nadia: ilk seferde de seçmemiştim aslında ama napalım, bizim hikayemiz de böyleymiş.

    alan’ın anneannesinin dediği gibi: şehrin altında unuttuğumuz ne çok boşluk var! ayakta durması bile mucize.

    evet ne yapalım, bizim hikayemiz de böyleymiş. zor zamanlardan geçmiş insanlar olarak açılmış yaralara, boşluklara rağmen ayakta durmamız bile mucize. bunu düşünmek bana şiir gibi geliyor, güçlü hissettiriyor.

    hayatı ilk sezonun sonundaki karnaval gibi karşılayabilmek dileğiyle.

    --- spoiler ---

    sigarayı bırakayım bari.
  • cocukken okudugum bir kitap vardi. genc bir kiz dogum gununde takilip duruyordu. uyuyordu ve yine dogum gunune uyaniyordu. sonradan baska bir arkadasinin da ayni seyi yasadigini farkediyordu. daha hala diziyi izliyorum ama gidisata gore cok cok benziyorlar. kitabi bulursam ismini yazarim.

    dizi fena degil bu arada.

    edit: 11.yaş günü, yazar wendy mass.
  • mükemmel bir dizi. bir çırpıda bitirdim. yazılanları tekrarlamayacağım ancak dizide farkettiğim enteresan bir ayrıntıyı aşağıda yazdım.
    --- spoiler ---

    bölümlerden birinde bizim kızıl işyerine gider ve çalışma gurubundaki karakterlerden biri üzerinde çalıştıkları bilgisayar oyununun nadia'nın üzerine düşen kısımında kod hatası olduğunu söyler. nadia ise bunun yanındaki kişinin hatası olduğunu söyler ve onun laptop'ını önüne çekerek bir kaç şey düzeltir ve arka fonda donmuş olan avatar hareket etmeye başlar. aslında bu dizinin ana temasına göndermedir. kendi hayatlarındaki kod hatasını başkasının düzeltmesi gerekmektedir.

    --- spoiler ---
  • son zamanlarda izlediğim en dolu mini diziydi. çıtır çerez diyen olmuş hakkında; bana kalırsa epey dolu, hiç öyle çerezlik bir hali yok. bölümlerin kısa kısa olması konunun ağırlığını düşününce aslında bir çeşit şartmış diye düşünüyorum.

    --- spoiler ---

    bu gibi zaman döngüsü anlatan yapımlardaki bayıklık kesinlikle yok, ha bir de ders alma/verme tandansı üstüne kurulu değil bana göre russian doll. elbette bir şekilde karakterler ders alıyorlar her ölümün ardından, ama asıl olay derinlerde başa çıkamadıkları o şeyi idrak edip, onunla yüzleşmek. bu yüzdendir ki dizi, birbirini tanıyan nadia ve alan ile değil, iki ayrı evrende yalnızca birinin diğerini hatırladığı ve diğerini hayata tutundurduğu şekliyle bitiyor. fevkalade!

    --- spoiler ---
  • son zamanlarda izlediğim en iyi ikinci netflix dizisi. birincisi kingdom. o son bölüm yok mu arkadaş, dağıttı resmen çok güzeldi ya. sonunu anlamayanlara da cidden üzüldüm.

    dizi hakkında anlatılacak çok şey var da dağıldım. bi ara felsefesine değineceğim ahahahah şimdilik böyle kalsın.

    --- spoiler ---

    muhtemelen benim gibi alone again or dinledikten sonra buraya geldiniz. eski bir şarkıdır duymayı ben de beklemiyordum ve sonuna çok yakışmış gerçekten.

    aslında sonu güzel bitiyor ama ağlamak istiyoruz. işte felsefesi bu arkadaşım. yaşam hem çok acı çok ağır hem de inanılmaz derecede güzel bir şey. dizi bunu gerçekten güzel anlatmış. o yüzden mutlu sonla bitmesine rağmen duygulanıyoruz.

    gençler pek bu hissiyatı şu an anlamayabilir, normaldir. daha hayatın başında olduklarından muhtemelen “paralel evren miymiş, görecelik falan noluyor?” gibi şeylere takılacaklar. fakat mevzu şu ki bunlar ikinci plan. aynı günü sürekli yaşamak, paralel evren vs çoğu kez zilyon kere işlendi. ve çoğunun bok gibi olmasının sebebi de bu dizi gibi insana, hayata dair olmamasıdır.

    bence dizinin ikinci sezonu olmamalıdır. çünkü olursa, sanırım bundan sonra kendini tekrar edecektir.

    --- spoiler ---
  • buradaki “1 bölüm izledim önermiyorum”culara bakmayın.
    diziyi bitirdim deyip yorum yapanların neredeyse hepsi beğenmiş .

    kişisel yorum : çok iyi iş.
  • ıkinci bolumde;
    bir diyalogda nadia soyle der.

    “süslü su istemiyorum.”
    çay kahveye bakış açım bir anda değişti. hiç böyle düşünmemiştim. süslü su, çok ilginç.
  • (bkz: groundhog day) filmini seven bu diziyi de sevdi.
  • "netflix, russian doll dizisi ile yine gündem olmuş durumda. russian doll’ a eğilmeden evvel şunu belirteyim: normalde, yazılarımı takip etmişseniz, genel olarak netflix’in sosyal dokuyu zedeleyen, kapalı bir amerikan propagandası güden, gittikçe bir tirana dönüşmüş halinden ne kadar şikayetçi olduğumu bilirsiniz.

    örneğin aşağıdaki yazılara bakarsanız tavrımı daha net anlayacağınızı düşünüyorum;

    you polar sex education ıo

    elbette the haunting of hill house’u da yazdım ama ona çok yüklenmemişim. gözden kaçmış ?? .

    tabi doctor who ile titans da sonradan netflix’in yayın haklarını satın almasıyla platforma düştü. onları da incelemiştik ama bunlar netflix kontrolünde geliştirilmediği için onları da dahil etmeyelim.

    peki deseniz ki; “ne diye şimdi eski defterleri açıyorsun?”

    şu yüzden: russian doll, ilk defa ağır yüklenmeyeceğim bir iş olduğundan.

    neden diğer netflix yapımlarından farklı?

    russian doll, diğer netflix dizilerinde var olması haşa ayetle inmiş kadar kesin olan gereksiz cinsellik, zorlama lgbt+ (aman aman fobik olmaktan değil, netflix’in piyasa olarak görmesinden), alkolden, uyuşturucudan, kandan, ölümden münezzeh mi? kesinlikle hayır. hepsi tıpkı diğer dizilerde olduğu gibi burada da mevcut. hafazanallah bir iç yapım yaparlar da biz de ailecek, çoluk çocuk izleriz demenizin mümkünü yok.

    ancak russian doll’u ayıran bir şey var. senaryo ve işleniş.

    pre prodüksiyonda russian doll, sınırlı bir düzleme sahip olmasına, net bir şekilde zorlayıcı bir senaryo olmasına rağmen, senaristler (ki hepsi kadın.. hatta bütün yapım neredeyse kadınlardan oluşuyor. büyük bir artı olmuş.) bu işin hakkından çok iyi gelmiş. en minimal durumlar nasıl “genişletilebilir”, nasıl çatışma diri tutulur, kara komedi nasıl yapılır dersi vermişler.

    prodüksiyonda ise detaylar, renk paleti seçimleri, kıyafetler, görüntü yönetmeninin başarısı, yönetmenlerin de başarısı göz boyuyor. cast seçimi de o kadar yerinde ki… evet hiç bir efsanevi ünlü yok, ama iyi ki de yok. çünkü hepsi o kadar başarılı ve doğru oyuncular ki seyirciye çok uzak hayatlar yaşamasına rağmen empati kurulabilmesini sağlamışlar.

    post prodüksiyonda da doğru ve estetik geçişler, korkmadan sahneleri ikiye bölebilme, deneysellikten kaçınmama, diziyi bir level yukarıya taşımış.

    ne anlatıyor?

    russian doll, ölüp ölüp aynı anda güne tekrar başlayan bir kadının (sonra da bir erkeğin) hikayesini işliyor. bu döngünün neden olduğu, niçin olduğunu anlamanın yanı sıra bir de karakterimizin bu döngüden kaçmaya çabalamasını seyrediyoruz. işin en acı tarafı döngü ile birlikte aynı günü tam 18 kere seyirci de yaşıyor. buna rağmen sıkılmamayı başarıyoruz.

    bütün bu döngü sürecinde metafizik, psikoloji-sosyoloji, dram, komedi hepsi bir potada eriyor. seyirciye net cevaplar verilmiyor. bilim mi mesele yoksa metafizik mi? hiçbir fikrimiz yok. 1. sezon bittikten sonra da yok. çünkü mesele gerçekten bu değil. dizinin meselesi nedenlerin peşinde koşmak üzerine kurulmamış.

    peki dizinin meselesi ne o zaman?

    dizinin meselesi: karakterlerin, yaşadıkları bu bol ölümlü olayın ardından kişiliklerini yavaş yavaş değiştirmesi. bencil olan nadia ile saplantılı, kontrolcü alan’ın gitgide değiştiğini izliyoruz. iki zıt kutbun birbirini çekmesi, itmesi üzerine bir garip romantizmin de yaşanması söz konusu.

    bol bol ilişki biçimlerine yorumlar ve incelemeler getiriyor. bir kadın elinden çıktığı belli olan projede (her ne kadar bizim kültürümüze ters olsa da) bazı doğrular çok şık bir şekilde işleniyor.

    dizide neler dikkat çekiyor?

    öncelikle dizide bir ayna meselesi var. aynanın ters gösterdiğini bilirsiniz. sağı sol, solu sağ gibi… alan ile nadia birbirinin aynası. birbirine daha evvel de belirttiğimiz gibi tam zıtlar. alan, kontrolcü, düzenli, planlı ve sıkıcı bir kişilik. nadia ise kontrolsüz, otantik, dağıtmayı ve eğlenmeyi seven bir kişilik. bu kişiler birbirini yansıtıyorlar. özellikle de dizinin feminist damarı, normalde erk’e, erkek’e izafe edilen özellikleri nadia’ya, dişi’ye, dişilliğe izafe edilen özellikleri de alan’a vererek “sizin kalıplarınız benim umrumda değil” diyor. (demek ki bir senaryoya bu kadar naif bir şekilde ideoloji ve mesaj taşınabiliyormuş, hem de senaryonun akıcılığını bozmadan – ilgililere duyrulur)

    nadia vulvokov (nadia, rusça’da umut, vulvokov ise kadın cinsel uzvu vulva’dan apartılmış)’u canlandıran natasha lyonne hem yapımcılık, hem senaristlik hem de yönetmenlik koltuğuna ara ara oturmuş durumda. yani dizinin her noktasında. yapımcılarda da, yazarlarda da, yönetmenlerde de sadece kadınların olması da umut’un vulva’da olmasına ne güzel bir gönderme :))).

    dizinin bir çok yerine semboller yerleştirilmiş elbette. tuvalet kapısının dizaynından, döngünün başlangıcında çalan “gotta get up” tan tutun… her noktada tatlı tatlı serpiştirmişler. (ama bu sefer saygılı olup tek tek gözünüze sokmayacağım.. bulduklarınızı ise yorum olarak yazabilirsiniz)

    güzel olan detaylar içinde bir başkası: gittikçe küçülen matruşkada olduğu gibi, öldükçe dünyanın da küçülmesi. yani kişilerin ya da belirli nesnelerin -detayların- kaybolması… bununla birlikte de hinduizmin reankarnasyon-karma felsefesinde bir önceki hayatında yaptıklarının kötülüğün ya da iyiliğin bir sonraki hayatında oynayacağı belirleyici rol oynaması buraya da aktarılmış. bizim ezoteriklerin pek sevdiği tekamül’e uğramak yani. ama aynı zamanda bu işin bilimsel bir alt yapısına da kaçıp, her seçimin bir başka paralel evren oluşturması üzerinde de durulmuş durumda. eğer biraz romantikseniz -kaçınılmaz aşk-ı da tam olarak anlatmış da olabilir. artık seçimi size bırakıyorlar.

    nadia’nın her bölüm bencillikten çıkışını izlemek size çok büyük bir zevk veriyor. karakterin evrimini takip etmek çok keyifli.

    alan’ın ise bir sahnede nadia’nın geliştirdiği oyunda karakteri her seferinde öldürüp başa dönmesi “özellikle bir bölümde” çok sevimli bir imgesel gönderim olmuş. hatta nadia’nın da eline oyunu alıp onun da geçememesi…

    sonuç olarak
    işte bu tarz detaylar bu diziyi tamamen izlenebilir kılmış, netflix’in olanca garip yapımlarının içerisinden sıyrılan, izlenibilirliğini senaryonun işlenebilirliğinden alan bir dizi. tabiki nadia’nın yaşam tarzı, hatta dizinin içerisindeki bütün yaşamların tarzı şappadanak bir empatiyi bize bahşetmiyor. hatta ilk başta bize çok itici gelebilecek bir karakter nadia. hele bir de bizim yaşamlar amerikan stili yaşantıyla malumunuz paralel evrenlerde olunca…

    ancak russian doll; senaristler, yapımcılar için bir ders niteliğinde. nasıl bir tempo, nasıl bir işleniş, nasıl bir dialog, nasıl bir oyunculuk konusunda profesyonel bir bakışı hakkediyor. üstüne üstlük toplumsal cinsiyet ve sosyoloji konusundaki fikirlerini son derece naif ve alttan bir şekilde aktarabiliyor."

    kaynak: yazıyı yektacan özçift yazmış. sineg'de yayınlamış.
hesabın var mı? giriş yap