• "türküleri yapanlar kanunları yapanlardan daha güçlüdürler"
    60 lı yıllarda ankarada mehmed kemal'in çalıştırdığı "kalem" lokantasında canlı müzik yapıyordu,parasızlıktan...prof.halet çambel destekledi de plakları çıkabildi.siyasal bilgiler fakültesi ve diğer mekanlarda verdiği konserlerde çıt çıkmazdı.en ufak bir fısıltıda ,gürültüde azarlar ve konseri terk ederdi.san'ata saygıyı öğretti. o,türküye başlayınca zaten insan büyülenir nefes bile alamazdı...gençliğimizi şekillendirdi...

    çoğu yetişmiş insanımız gibi ruhi su da,yönetimler tarafından düşman bellenmişti...tedavi için yurt dışına çıkış iznini ö l ü m ü n d e n sonra verdiler..
    şimdi hem o gür sesi beynimde yankılıyor,gönlümü yakıyor hem de öfkemi çogaltıyor...
  • ölümünün üzerinden 38 yıl geçmiş ulu insan.

    nazım hikmet için yazıp söylediği ağıt:

    "karalı bir haber düşmüş geliyor
    bakır antenlere kardeş gümüş tellere
    ne bir ezan sesi ne çan çalıyor
    sabahın seheri kardeş, çıkmış yollara
    sabahın seheri nazım kardeş, çıkmış yollara
    .
    her hali aklımda, aklımdan gitmez
    sol yanım unutsa kardeş sağım unutmaz
    böylesi bir cana ölüm kar etmez
    sürer tazelenir kardeş, gelir dallara
    sürer tazelenir nazım kardeş, gelir dallara
    .
    dedim ki bozkırda bir sarı ota
    ateşin sönmeye kardeş, dumanın tüte
    ola ki bir sabah bir horoz öte
    bu bizim türkümüz kardeş, düşer dillere
    bu bizim türkümüz nazım kardeş, düşer dillere "
  • sıdıka su dan alıntı bir diğer kıssa da şöyle:
    ruhi su askerde. bütün bölük istiklal marşı söylüyor. ama ruhi amca operacı, bas bariton. notasıyla usuluyle inletmiş ortalığı. komutan da yanına gelmiş.
    -adın ne senin evladım.
    -(bas bariton sesle) rruuhii komutanım.
    -ne güzel söyledin sen öyle.
    -komutanım ben bas baritonum.
    -(bölüğe dönerek) hepiniz onun dediğinden olacaksınız ulan!
  • " yıl 1912..
    van’da doğdu..
    adı mehmet’ti..
    mehmet ruhi su..
    küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti..
    onları hiç tanımadı..
    neden kaybettiğini hiç bilmedi..
    kimsesiz kalmıştı..
    çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası..
    ne amcası, ne dayısı..

    “hangi taşı kaldırsam
    anam babam..
    hangi dala uzansam
    hısım akrabam..
    ne güzel bir dünya bu
    iyi ki geldim” derdi.
    neden kimsesizdi?.
    neden tek bir yakını yoktu?..
    yıllar sonra yalçın küçük ruhi su’nun ermeni yetim olabileceğini yazdı..
    bunun üzerine oğlu ilgin ruhi su, “babamın 1912’de van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti..
    kendisi de cevabını bilmediği bu soruyu “birinci dünya savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim” diye yanıtlardı..
    ruhi su’yu adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler..
    1915 ermeni tehcirinde ailesini kaybetmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi..
    bunlar amcan ve yengen dediler..
    onları öyle bildi..
    adana’nın ingiliz işgalinde amcam ve yengem dedikleri ruhi su’yu terketti..
    bunun üzerine öksüzler yurdu’na verildi..
    müziğe meraklıydı..
    yurtta bağlama, keman çalardı..
    çok başarılıydı..
    öksüzler yurdundan, önce adana öğretmen okulu’na, ardından ankara’da musiki muallim mektebi’ne girmeyi başardı.
    yıl 1942..
    ankara devlet konservatuarını bitirdi..
    aynı yıl hasanoğlan köy enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
    cumhurbaşkanlığı orkestrası’nda görev aldı..
    devlet operasında çalıştı..
    yıl 1951..
    devlet, türkülerinden rahatsız oldu..
    komünist diye içeri attılar..
    sansaryan han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
    tabutluğa kondu..
    beş yıl hapis yattı…
    ama yılmadı..
    “mahsus mahal derler kaldım zindanda
    kalırım kalırım dostlar yandadır..
    dirliğim düzenim dermanım canım
    solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.
    yıl 1957
    cezaevinden çıktıktan sonra ankara radyosunda iş buldu..
    işi kısa sürdü..
    kovdular..
    kovulma nedeni şu türküydü..
    “serdari halimiz böyle n’olacak..
    kısa çöp uzundan hakkın alacak..
    mamurlar yıkılıp viran olacak..
    akıbet dağılır elimiz bizim.”
    türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı..
    düşmanı da çoğaldı..
    devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı..
    uzun süre işsiz kaldı..
    27 mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi..
    yıl 1962..
    yapı kredi yayınları için 5 yıllık birçalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
    banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan sadi yaver olarak görünüyordu..
    isyan etti..
    emeği sömürülmüştü..
    mahkemeye gitti
    kazandı..
    ama yapı kredi bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı..
    yılmadı..
    türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi..
    toplumsal olaylara duyarsız kalmadı..
    yıl 1969..
    kanlı pazar..
    16 şubat’ta istanbul taksim meydanı’nda abd’nin 6. filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı..
    “bu meydan kanlı meydan
    ok fırladı çıktı yaydan
    kalkın ayağa, kalkın
    biz şehirden, siz köyden.”
    halkı isyana teşvikten yargılandı..
    yılmadı..
    yıl 1975..
    dostlar korosunu kurdu..
    anadolu halk müziğine büyük katkılar verdi.
    çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
    başta pir sultan ve bir çok ozanın deyişlerini türkü yaparak, alevi kültürünü milyonlara sevdirdi..
    “benim kabem insandır
    kuran da kurtaran da
    insanoğlu insandır.” dedi..
    yılmadı..
    yıl 1977..
    1 mayıs katliamına haykırdı.
    “şişli meydanında üç kız
    biri çiğdem biri nergis
    vuruldular gübegündüz
    sorarlar bir gün sorarlar.”
    yılmadı..
    kahramanlık türküleri çaldı..
    estergon kalesi, çanakkale içinde aynalı çarşı..
    ankara’nın taşına bak, kuvai milli destanı..
    ezilen anadolu halkının sesi oldu..
    “dostlarım, kardeşlerim, canlarım
    kaldırın başlarınızı..
    suçlular gibi yüzümüz yerde
    özümüz darda durup dururuz
    kaldırın başlarınızı yukarı.”
    yıl 1980..
    türkiye’de 12 eylül darbesi oldu..
    ruhi su kemik kanserine yakalandı..
    tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu..
    pasaport vermediler..
    askerler yurtdışına çıkmasını engellediler..
    “ölsün” dediler..
    1985 yılında öldü..
    “ağaç demiş ki baltaya,
    sen beni kesemezdin ama
    ne yapayım ki sapın benden
    bak şu ağacın bilincine sen
    ölen ben, öldüren benden.”
    geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce talebe, milyonlarca hayran bıraktı..
    cenaze töreni 12 eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü..
    güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler şişli camisi’ne aktı..
    medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi..
    cenazesi şişli’den zincirlikuyu’ya giderken, onbinler haykırdı..
    “ruhi su’lar ölmez”
    ön sıralarda haykıranlar göz altına alındı..
    tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı..
    devlet memuru olanlar işinden atıldı..
    yıl 1990..
    zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı..
    saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı..
    başarılı olamayınca kurşunladılar..
    saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı..
    dosya kapatıldı..
    yıl 2010..
    hülya avşar kendi televizyon programında cem karaca’nın eşi ilkim karaca’yı konuk ediyordu..
    ilkim karaca, adının konservatuvarda ruhi su tarafından konulduğunu söyledi.
    bunun üzerine hülya avşar, “ona da buradan selam yollayalım” dedi.
    karaca’nın “ruhi su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen avşar, “aaaa öyle mi.. nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu..

    nazım hikmet’in sözüdür..
    “insanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden.”
    ruhi su’nun türküleri ölümsüzdür..
    çünkü ruhi su, dev bir çınardır; kökü anatolia topraklarındadır..
    çünkü ruhi su, ulu bir dağdır; ağrıdır, munzurdur..hasan dağı gibi dimdik ve anatolia’nın ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
    çünkü ruhi su, sudur; kızılırmaktır, yeşilırmaktır, sakaryadır.. dicledir, fırattır, çoruhtur.. anatolia’nın her yerinde gürül gürül akmaktadır…
    çünkü ruhi su, çeliktir..
    ..ve çelik aldığı suyu unutmaz..
    birgün mutlak hesap sorar..
    “sabahın bir sahibi var
    sorarlar bir gün sorarlar
    biter bu dertler, acılar
    sararlar bir gün, sararlar.
  • (arabada giderken seneler önce ruhi su dinliyoruz kasette. maalesef radyoda duymazdık pek)
    -baba niye ağlıyorsun?
    -boşver sen daha çocuksun, ilerde anlatırım.
  • sesinin tadi ba$ka kimsede alinamayan
    bilincli olarak olume suruklenen
    a$mi$ insan
    degermiydi diyesim geliyo zaman zaman

    ellerin kabesi var
    benim kabem insandir

    dedigi icin...
  • türk halk müziğinin, folklorunun anıt ismi. müziğe türkülerle başlamış bir insan. sesinin güzelliği türküler söylerken fark edilmiş. klasik batı müziği eğitimi alırken türküleri bırakmamış. aynı zamanda bir opera sanatçısıydı, ama türkü de söylüyordu. politik görüşleri türkülerle gelişmiş. âşıkları, türküleri, pir sultan'ı seçmesi bu yüzden.

    sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1951'in sonunda tutuklandı. beş yıl hapis yattı. ruhi su, bu zaman zarfında mahkûmlardan hep türküler derledi. tutuklu kaldığı dönemde harbiye'de bulunan merkez kumandanlığının askeri cezaevinde yattı. ruhi su'ya uzun zaman hiç saz vermediler. saz olmadığı için ruhi su bir koro oluşturdu. tahta paspaslardan bir saz yaptılar. ruhi su saz dersi vermeye başladı cezaevinde. cezası kesinleşinceye kadar orada üç buçuk yıl yattı. ardından kendisini adana cezaevi'ne gönderdiler. o zaman yasaklar kalktı, ruhi su sazını çalabildi.

    hapisten çıktıktan sonra ruhi su'nun yaşamı çok güçleşti. sürekli takip ediliyordu. ankara'daki âşıklarla ilişki içindeydi. veysel, ali izzet, daimi, nesimi çimen hep ziyaretine gelirdi. alevi müziğinin su yüzüne çıkmasında çok büyük faydası oldu ruhi su'nun. âşıkların birlikte konser vermelerini, toplu mücadelelerini hep destekledi. ankara'nın gecekondu semtlerindeki halkla ilişki kurdu.

    istanbul'a geldikten sonra koşullar değişti. 1960 ihtilali sonrası biraz rahattı. tip kurulunca daha da rahattı. o yıllarda da ancak, istanbul'da gideceği yöreden bir tanıdık bulup onun kanalıyla derleme yapmaya gidebiliyordu. pir sultan plağı için malatya'ya, arguvan'a, maraş'a ve antalya'ya gidebildi. bir tanıdık kanalıyla gitmediğinde hep yoldan çevrildi.

    en çok derleme yapmak istediği yöre doğu anadolu'ydu. onu yalnız yapamayacağını biliyordu. bir fotoğrafçı ve bir ressam arkadaşıyla gittiler. herkes kendi alanında derleme yapacaktı. ama doğuyu dolaşmaya başladıklarında arkalarına bir askeri cip takılmaya başladı. bu sefer halk onlara yaklaşmaya cesaret edemedi. onun için geri döndüler.

    nâzım hikmet hapisten çıktıktan sonra abidin dino'nun evine geliyor. vâlâ nurettin, oktay rifat hep orada toplanıyor. ruhi su da behice boran'ı alıp gidiyor. ruhi su saatlerce türkü söylüyor ve nâzım ağlıyor. sonra ruhi su'ya, “senin söylediğin o uzun havaları dinlediğim zaman hiç yeise kapılmıyorum. tam tersine göğsümü yumruklamak istiyorum. ağlıyorum ama, heyecandan ağlıyorum” diyor nâzım.

    ruhi su pek çok kişiyi etkilemiştir. askerinden savcısına kadar pek çok kişiyi… ruhi su'yu emniyet nezaretinde konya'nın çumra kazasına götürdüklerinde bir askeri savcının çok büyük yardımlarını gördü, ankara'ya nakli için. eşi sıdıka su'nun nezareti ankara'ydı. evli oldukları için aynı yerde kalmaları gerekiyordu. savcı sayesinde ruhi su'yu ankara'ya aldırabildiler. aynı savcı ruhi su'dan cura dersi almak istemiş, halka göstermek için. sonradan öğreniliyor ki orada halk ikiye ayrılmış, ruhi su'ya karşı olanlar, olmayanlar diye. savcı da ruhi su'ya kötü davranmasınlar diye ders aldığını göstermek istiyor. bir gün cezaevinin bahçesinde ruhi su'ya türkü söylettiriyor. cezaevinin duvarları çok alçakmış, herkes toplanmış, ruhi su'yu dinlemiş.

    1976'da tarsus'taki kadıncık barajının yapımı sırasında bir mühendis, oradaki işçilerin hep türküler söylediğini, derleme yapabileceğini söylemiş. ruhi su hemen gitmiş. bir işçi, derleme yapması için ruhi su'yu köyüne götürmüş. köylüler elindeki teybe bakıp ne işe yaradığını sormuşlar. “ya içinde bir şey varsa…” diye korkmuşlar. gece yatmak üzere ruhi su, işçiyle evine gidiyor. bir süre sonra kapı çalıyor, köylüler işçiyi çağırıyor. “biz o adamı jandarmaya götüreceğiz. ne bilelim elindeki aletin ne olduğunu” diyorlar. ruhi su'nun anlattığına göre gittikçe çoğalan bir kalabalık birikiyor evin önünde. ruhi su kabul ediyor jandarmaya gitmeyi. hep beraber gidiyorlar. başçavuş ertesi gün ilgileneceklerini, ruhi su'nun o gece orada kalmasını söylüyor. ruhi su'yu askerlerin kaldığı koğuşa koyuyorlar. bu sefer askerlerle ilişki kuruyor, onlara türkü derlediğini anlatıyor. askerler, “bizim de sesimizi alır mısın?” diyerek türkü söylemeye başlıyor. onca güzel türkü söylemelerine rağmen hiçbirisini kaydetmiyor ruhi su. askerlere zarar gelebileceğini düşünüyor. ertesi gün mühendis arkadaşı geliyor. bir astsubay ruhi su ile ilgileniyor. özür dileyerek serbest bırakıyorlar.

    12 eylül sonrası günlerde meşhur dadaloğlu kaydının hazırlıkları hemen hemen bitmiş. anayasa oylamaları yapılıyor… o günlerde adana'nın kadirli ilçesine gidiyor ruhi su. gitmesine yardımcı olan ahbabı bütün âşıkların orada hazır beklediğini söylüyor. gittiği gün adana valisi haber gönderiyor, “ruhi su buradan hemen gitsin!” diye. ruhi su da hemen dönüp geliyor.

    ruhi su'nun bu ülkede rahat dolaştığı hiçbir zaman görülmemiştir. derlemelerini hep büyük şehirlerdeki göçmen gecekondu halkından yapmıştır. ona böyle baskı yapılmasının nedeni sol düşmanlığıydı. bugün yaşasaydı gene aynı eziyeti çekerdi. yıllardır sık sık anıt mezarını kırıyorlar. akrabaları değiştiriyor, bu sefer ateş ediyorlar. düşünebiliyor musunuz, dört bir yanından mezarı kurşun yağmuruna tutmuşlar… ömrü boyunca türkülerin, sazının, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin peşinden koşmuş, anadolu'yu türkülerle yaşatmış, emsalsiz bir okul olmuş kişinin öldükten sonra bile rahat bırakılmaması çok acı.
  • âşık veysel ile tanışmalarını anlatıyor:

    " veysel ile tanışmamız oldukça ilginç. sanırım 1941 yılıydı. ankara'da ahmet kutsi tecer bey'in evindeydik. cevat dursunoğlu, tahsin banguoğlu, bedrettin tuncel ve muzaffer sarısözen de vardı. veysel ankara'ya geldiği için böyle bir toplantı yapılacağını duyup ben de gitmiştim. aslında ben de türkü söylediğim için bir usta karşısında kendimi sınamak istiyordum. bir ara türkü söyleme arzumu belli ettim. bir saz eşliği olmadan birkaç türkü söyledim. sonunda 'nasıl buldun veysel?' sorusu atıldı ortaya. veysel düşündü. 'efendim' dedi, 'dağlarda bir çiçek olur, onu alır şehre getirirsin; güzel saksılarda, güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. belki daha güzel bir çiçek olur ama o eski kokusunu belki bulamayız.' dedi. ben bu davranışa biraz alındım hatta gereken dersi de aldım ama işimin yanlış olmadığını da biliyordum. benim aldığım müzik kültürü, ses eğitimi içinde görevim zaten işte o 'başka çiçek'i bulmaktı, o gelişmiş 'başka çiçek'i.

    bundan sonra da veysel'le ilişkilerim ölünceye kadar sürdü. köy enstitüleri'nde beraber çalıştığımız zamanlar bu ilk konuşmayı hatırladıkça çok üzülürdü. 'fazla kalabalığa kulağasma!' derdi. "

    (milliyet sanat dergisi, 1973)
  • a$ik veysel'in hakkinda "o saksida yeti$mi$ bir bozkir cicegidir" demesi de hakkinda dillerden dillere dola$an efsanelerden biri olan efsane adam.
  • ruhi su, sadece müzikle uğraşmadı. felsefeyle, müziğin felsefesiyle, toplum sorunlarıyla da uğraştı. o dünyayı sadece anlamaya, yorumlamaya değil, aynı zamanda doğru bildiği yönde değiştirmeye de uğraştı. bu konularda düşüncelerini yazıya döktü. bu yazılarını ankara’da çıkan “yağmur ve toprak” dergisinde “hasan güneş” takma adıyla yayımlamıştı.

    yağmur ve toprak dergisi,
    (1) kasım-aralık 1948, c.l s.5-6-8, ve
    (2) şubat 1949, s. 6-7, 12-13

    (hasan güneş takma adı ile...):

    --- spoiler ---

    (1)

    "şu bizim türküler ne kadar da ah'lı, oflu imiş. şen, şakrak türkülerimiz yok muymuş? insanları neşelendirmek lazımmış. halbuki bu hazin türküler insanı bunaltıyormuş."

    şehirlerde oturan, sinemadan, tiyatrodan, bütün oyunlardan ve sanattan anlayan bir zümre var ki, hepsi de okumuş insanlardır. türlü konular üzerinde konuşurlar, ince ince alay eder, gülüşürler. başka işlerde nasıl olduklarını pek bilmem ya türküleri birkaç defa dinledikten sonra verdikleri hükümlerden bazılarını yukarıya aldım. evvela büyük bir heyecanlanma, hayran olmalar, taktir etmeler. sonra, bütün bu hayranlıkların, taktirlerin bir saman alevi gibi söndüğünü ve bir sıkıntının çöktüğünü görürsünüz. "iyi ama canım, hep aynı şeyler, yeni bir türkü yok mu?" derler.

    hayır bu sıkıntı türkülerden gelmiyor. bu zümrenin halinde bir bozukluk var. en yeni oyuncaklardan bile bir iki saatte bıkan çocuklar gibi, her şeyden böyle çabucak bıkıveriyorlar. onlar için esas olan: bir şey üzerinde uzun zaman heyecanlanmayı bilmekten çok her an yeni bir şey görmek merakıdır. daima yeni bir şey, eğlenceli bir şey. çünkü onlar bu dünyaya bir defa gelmişlerdir. bir gün, yabancıların da bulunduğu bir toplantıda türküler söyleniyordu, dileyicilerden birinin," bu yabancılar hazin şeylerden hoşlanmazlar. aman biraz ecnebiler için olsun" diye ihtarı üzerine "vallahi yabancılar için türkü yok" dediğimi hatırlıyorum.

    halkın, bu türküleri, kimseyi eğlendirmek için söylemediği, dış görünüşü ile böyle de olsa, hakikatte onlarla halini anlatmaya çalıştığı bir kere akıllarına gelse, gerisi kolay. o zaman bir milletin halini türkülerinden öğrenmek mümkün olacak. bu türküler halkın hayatının bir ifadesi değil mi? onlar çiçekten, sıtmadan, tarlasını basan selden ve çekirgeden bahsetmiyor mu?

    felaketin nereden geldiğini bildiği halde, feleği diline dolayarak "kahpe felek sana nettim neyledim?/ asiyab'ın misali çarhı başımda söndürdün/ kimine zevki sefa verdin kimine minnet" diyerek yer yüzündeki adaletsizlikleri onlarla anlatmıyor mu? çocuk doğurmayan kadın, toplum düzenine karşı duyduğu korkuyu, acıyı, bu türkülerle anlatmıyor mu? asırlardan beri, bir lokma ekmek için memleketi bir uçtan bir uca dolaşan milyonlarca yurtsuz, yuvasız insanın garipliği, ıstırabı, bu türkülerle anlatılmıyor mu?

    madem ki bu türküler bu kadar hazindir, o halde, halkın hayat şartları tahammül edilemeyecek kadar hazin demektir. hayatın öldürücü şartları o kadar yerleşmiş ve nasırlaşmış ki, bir an, bir nefes gülse, bir günah işlediğini, basma bir felaketin geleceğini vehmederek hemen tövbe istiğfar eder.

    "n’olaydım da n’olaydım / keşke teslim olaydım"

    "sepetçi oğlu bir ananın kuzusu / hiç gitmiyor kollarımdan sızısı"

    biri batı anadolu'nun, diğeri kastamonu'nun iki zeybek havası. bunlarla oynar, fakat islamoğlu ve sepetçioğlu namındaki iki eşkıyanın yiğitliğinin ve nasıl öldürüldüğünün acısını da duyarak. bunun gibi, bütün orta anadolu'nun hareketli oturak havalarından, bir kadın uğruna veya bir ahbap uğruna insanların birbirlerini nasıl bıçakladıklarını, nasıl mahkum olduklarını anlatan mısralar ve bu mısralara uygun melodiler, hep aynı toplum düzeninin etkisi altındadır.

    eğlenmek ve neşelenmek ne demek olursa olsun, biz bunlara bakarak, " eh bu milletin neşesini ifade etmesi de böyle demek" mi diyeceğiz? yoksa, türkülerin hakiki bir neşeyi, huzuru ve saadeti ifade etmesi için, halkın hayat şartlarının değişmesi mi lazım gelecek?

    (2)

    geçen yazıda halk türkülerindeki hüznün sebeplerini araştırırken, türküleri, hayat şartlarının ve toplumsal düzenin dışında bir varlık olarak düşünmenin doğru olmayacağını, okuması yazması olmayan halkın, ritmin ve melodinin devamlılığından faydalanarak, meselelerini ancak kulaktan kulağa duyurabildiğini söylemiştim.

    hiçbir devirde işleri iyi gitmeyen, anlatacak pek çok şeyi olan, fakat türkülerden başka da devamlı bir ifade vasıtası olmayan halk, ağzını açtığı anı fırsat bilerek eğlencesinde bile hayatını bütünü ile hatırlamaktadır. hayatı ise daima kendi kaderine terkedilmiş olmakla, bir gün başka bir yere göçüp gidecekmiş gibi, asırlardan beri kendini bu topraklar üstünde garip hissetmekle, aşiret, zümre ve mezhep anlayışından daha üstün değerlerden ve düzenden mahrum bırakılmakla, hastalık, açlık ve adaletsizlik gibi nesilden nesile devredilen demirbaş felaketlerle geçmektedir. gerçi, türkülerinde halkın daima böyle tek taraflı olmadığı akla gelebilirse de, benim bunları, türkülerdeki hüznün sebeplerini araştırırken söylediğim ve türkülerin kendi bünyesinden çıkardığım unutulmamalıdır.

    "bunlar haydut deyi emir verdiler
    kavim kardeş demediler kırdılar
    beş kişiydik bir mevzide vurdular
    tezkeremden evvel vurdular beni
    sılama hasret koydular beni"

    "haciz geldi ocakları bozuyor
    kimi vergi kimi sorgu yazıyor
    can dayanmaz kul canından beziyor
    böyl'olursa demir kalmaz sivrilir"

    "uzun kavak ne bileyim, ne bileyim
    kıçım kıcım kıcılar
    anne benim sol böğrümde sancı var"

    herhalde bu meselelerin şakaya gelir tarafı yok.

    içerikleri itibariyle hiç de memnun olunmayacak bazı hadiseleri, halkın mizahla karışık olarak anlatması ise, her şeye rağmen bir neşe yaratıp eğlenmek arzusundan çok, başka sebeplerden olsa gerek. bir kere halk, her hadiseyi mizahla karıştırmaz: züğürtlük, görmemişlik, çekirge, fare, kaz, tahta kurusu, pire bit ve sivrisinek gibi konular, halk sanatkarları arasında klasik birer mizah konusudur. gelip geçen ustalar, bu konular üzerinde birer mizah destanı söylemeyi adet edinmişlerdir. hakikatte bunlar geri toplumlara musallat utandırıcı birer afettir.

    gerilik yüzünden, yakasını bir türlü bunlardan kurtaramayan halk, utanç verici bu hayvanlar ve hallerle yüz göz olarak tabiileştirmek istemektedir. halk sanatkarları, bu hayvanların zararları ile cüsseleri arasındaki tezadı yakalamakta ve onu komik bir unsur olarak kullanmaktadır. fakat, halkın sivrisinekten, bitten, fareden mizah yaptığı halde, sıtmadan, vebadan ve lekeli hummadan mizah yaptığı pek görülmemiştir. başından geçen bir hadiseyi veya içinde bulunduğu bir hali sanatkarın bazen böyle şakaya getirerek anlatmasını, biraz da dinleyici ile arasındaki farklarda ve bazı psikolojik sebeplerde aramak lazımdır.

    --- spoiler ---

    .

    aziz hatırası karşısında saygıyla eğiliyoruz.

    .
hesabın var mı? giriş yap