• filmin başından itibaren ara ara gördüğümüz aile resmi sonunda çok faklı bir açıdan gösterilir. fotoğrafın üstüne kafesli bir gölge düşmüştür; aydınlık kalan bir bölümde carol, diğerinde babası görünür. film boyunca carol o fotoğrafta dalgın dalgın bakan bir kız çocuğudur. ancak sadece o ve babası düşünüldüğünde carol'ın gözlerindeki delici bakışların babaya yönelmiş olduğu aşikardır. film boyunca çeşitli fallik simgelerle gösterilen her şey enseste çıkmış olur bu noktada.
  • 1965 yapimi roman polanski 'nin meshur amerika serüveninden önceki son avrupa filmi olup londra'da cekilmistir. 104 dakika uzunlugunda ve siyah beyaz olarak filme alinmistir. orijinal afisinde film su sekilde tanitilmistir: 'bir bakirenin rüyalarinin korkunc dünyasi beyaz perdenin korkunc gercegine dönüsüyor' . bunun disinda filmin konusu, (spoiler olmaz düsüncesindeyim cünkü filmin konusundan cok nasil filme alindigi daha ön planda bu filmde) kisaca londra'da bir dairede evli bir erkekle iliski yasayan hafifmesrep diye adlandirabilecegimiz ablasiyla (yvonne furneaux) yasayan suskun manikurcu carol ( catherine deneuve)'un ablasinin on günlük bir tatile gitmesi sonucu yasadigi dünyadan kopusu ve aklini yavas yavas nasil yitirdiginin öyküsüdür denebilir.
    öncelikle catherine deneuve'ün tüyler ürperten performansi hakkinda tüm söylenenler dogrudur, bu tüm sinema elestirmenlerinin yillardir söyledikleri gibi, catherine deneuve'ün tasarruflu ve abartisiz oyunculugundan kaynaklanir. film ilerledikce carol rolündeki aktrisin aksanindaki farkliligin sebebini de anlar izleyici. elbette polanski bu aksan meselesini yine göcmen olmak, herkese yabancilasirken kendine de yabancilasmak konsepti icinde cok güzel kullanir.
    yardimci oyuncularin da üstlerine düseni cok güzel kotardiklari filmde o kadar kücük ayrinti, o kadar cok gönderme öyle göze sokmadan yapilmistir ki, belki de filmin en dikkat ceken noktasi budur...(salonun iki sahnede oldugundan daha büyük olmasi, bozulan yiyeceklerle birlikte carol'un gitgide dünyadan kopmasi, duvardaki catlaklar paranoya ve halüsilasyonlarla bölünen ruh hali...v.s.)
    polanski'nin filmografisinde cok ayri bir noktada duran, üclemenin ikinci filmi rosemary'nin bebegi'ne nispeten cok daha yogun psikolojik ögeler iceren insanlarin delilik denen o ince sinira aslinda ne kadar olduklarina dikkat cekme yolu acisindan ilginc bir yol cizen, zaman zaman kendi izledigi yolun tam tersine gitmekten de cekinmeyen cesur bir filmdir.
    filmden bazi resimler ve ayrintilar icin (bkz: http://members.tripod.com/~jtarple/repulsion.html)
    son bir detay: filmde, carol'dan hoslanan adam michael (ian hendry) in arabasina ilk kez bindiklerinde filme görünen sokak calgicilarindan kasik calani roman polanskinin ta kendisidir.
  • alice's adventures in wonderland'in adult versiyonu.

    --- spoiler ---
    bir kaç ipucu: catherine deneuve'ün oynadığı karakterin adı carole'dır. (bkz: lewis carroll)

    (bkz: i think we are having rabbit) der abla ve olaylar gelişir (bkz: the white rabbit)

    ve ayrıca banyonun küçülmesi, salonun büyümesi falan.

    anladın sen.
    --- spoiler ---
  • herhalde psikanaliz üzerine yapılmış en iyi filmlerden bir tanesidir. apartman üçlemesinin diğer filmlerinden* * aşağı kalır bir yanı yok ama hangisini seçersin deseniz karar veremem; hepsini alabilirmiyim der, şımarırım.

    elbette bu filmin de üçlemenin diğer filmleriyle bağlantıları vardır; repulsion'ın sonunda dikkati çekse de özellikle diğer iki filmde komşu kavramı önemli bir yer tutar. karakterler yeni geldikleri ortama yabancıdırlar, ya göçmendirler ya yeni taşınmışlardır ya da aile apartmanında kalan öğrencidirler. tabiki üç filmde de adım adım bir başkalaşma sonucudur, karakterler git gide değişmektedirler.

    filme geri dönersek polanski'nin epizodik anlatımı oldukça etkileyicidir. travmanın su yüzüne çıkmaya başlamasından hemen önce başlayan film, nihayi sonuca giderken patatesler ve saatlerle bölümlendirdiği anlatımını çürüyen yemekler ve bunların üzerinde uçuşan sineklerle mükemmel bir şekilde destekler.

    polanski filmin sonunda da, hikaye boyunca adım adım anlatılan malum süreci o iki dakikalık etkileyici plan sekansla 'geri sarar' ve mevzu bahis planın başında ve sonunda birleşen iki göz metaforuyla adeta karakterinin çocukluğuna inmiş olur. bununla da her şey yerli yerine oturur ve film harika bir şekilde son bulur.
    son olarak da kendisine maddi, manevi bir parantez açmış olayım; (bkz: catherine deneuve)
  • önce sırıtarak "senin tüm derdin verip kurtulmamakta kızım" diyor ediyoruz ama polanski boru değil ya her şeyin bir sebebi var diyor bize, kızcağız ensest kurbanıymış. amma o ensesti nasıl bir ifşa ediştir, şaşıyoruz. polanski esasında aynı filmden iki tane daha çekti. ama le locataire'de delirmenin kökenleri mistiktir, bi olaylar dönmüştür de adamımızı gelip odacığında bulur. rosemary's baby'de yine ikamet edilen ev falsoludur. bu bakımdan repulsion ayakları daha yere basan bir film, yine de bu üçlü arasında seçim yapmak zor ve sanırım bu zorluk yönetmenin kalitesini ortaya koyuyor.

    deneuve'ün odasında diğer odaya geçilen kapıyı engelleyen bir dolap var, hallüsinasyonlar başlayınca bu kapı ve dolap zorlanarak oradan kötü adam içeri giriyor. aynı motif rosemary's baby'de de mevcut, satanist örgütün evine açılan kapı bir dolapla örtülüdür, şeytan oradan içeri sızar. dahası, polanski'nin ünlü kısa filmlerinden biri iki adam ve bir dolap adını taşır * bir diğer kısası morderstwo'da ise içeri gizlice sızan bir adamın işlediği cinayet mevzubahistir.

    yine de ne idüğünü anlayamadığım, ola ki mistik bağlantılar sağlayan motif, deneüve'ün ara ara pencereden gözetlediği rahibe okulu. ama bir türlü pişemeyen tavşanın "cesedi" (ki babasından yaptığı düşük bebeği simgelediğini neden iddia etmeyelim) hallüsinasyonların aniliği ve saat tıkırtısının buna eşlik edişi, evin içini bir korku tüneline çeviren duvarlar ve deneüve'ün bizatihi kendisi muhteşem bir bütünlük yaratıyor. ablayı oynayan yvonne furneaux, la dolce vita'da mastroianni'den bir türlü yüz bulamayan sevgilisiydi, pek üzülmüştük haline. işte o ablanın pisa'dan attığı karttaki dolce vita ibaresi de fellini'ye duble bir selamı polanski'nin.

    repulsion, hem polanski filmografisindeki yeri ve bağları açısından, hem de tek başına ele alındığında çok büyük bir film. belki de en iyi psikolojik gerilim filmi.
  • evde oturup yalnız başına seyredildiğinde tripten tribe koşturan, koskoca adama ışıkları açtıran bir güce sahip geerrrrriiiiilllliiiimmmmm filmi. filmin ne biçim ağzınıza sıçacağı konusunda ilk 15 dakika içinde zerre ipucu verilmiyor. güzel bir catherine deneuve ortalıkla mal mal dolaşıyor, tiksinti hissini zerre vermiyor, ancak gönülsüz bir yalnızlıktan haber veriyor. e sıçarım ben böyle hikayeye diyecekken ne tavşanlar çıkarıyor şapkadan polanski. i think we are having rabbit. o biliyor, biz bilmiyoruz, öğreniyoruz.

    gel gelelim tiksinti hissi değil burada verilen. negatif görsellik bizi sarsan. olamayacakları, bu tepkisiz ve acınası güzelin gerçekleştirdiğini görüyoruz. olası bi mutluluk hikayesinin bozguna uğramasına tanık oluyoruz. carol'un güzelliğini ve masumiyetini yok edişidir burda bizi geren, "aman kızım ne halt ediyon len, koy onu yerine" dedirten. hakkaten artık böyleleri yapılmıyor. başyapıt felan.
  • 'her $ey delilige konu olabilir'i icermesi acisindan manidardir. filmde etkileyici detaylardan biri de catherine deneuve'in ikiye boldugu biskuvinin tamamini yemedigini anladigim andi. biskuvinin yenmedigini iki cinayetten sonra anliyoruz. epey ote yandan, olaylar gelistikce 'yahu karde$ karde$e ya$ayalim, bak ne cicim bir kizsin' deyip durdum.

    ayrica iki cinayet de hukuki acidan garip bir sekilde aklanabilecek turdendir. polanski bunu domuzuna yapmistir, o ayri... yonetmen busbutun hatundan yanadir. zira birinci cinayet, haneye tecavuz, ikinci cinayet tecavuze karsi nefsi mudafaa. ensest mensest derken butun butune carol film boyunca aklanir durur. yani seyircide carol bir katil imaji birakmaz.
  • sinema eleştirmeni falan değilim ama gerilim filmi kategorisine girmediği halde ben böyle gerildiğim bir filmi hatırlamıyorum.özellikle çürüyen patateslerin görünümü, çatlayan duvarlar,evdeki havalandırma deliklerinden gelen sesler, insan ceninine benzeyen tavşan,duvarlardan çıkan kollar ve tecavüzcü amca! kızın delirme sürecinin başlamasıyla birlikte etkisini daha da artırmaktadır.filmle ilgili yazılacak her türlü ayrıntı yazılmış ben herhangi bir kusur görmedim sonunda zaten herşey yerli yerine oturuyor.kusursuz denebilecek güzellikte bir film bence.
  • günlük hayatımızda hepimizin yaptığı sıradan hareketleri de deliliğin emaresi sayan ürkütücü film. örneğin mutfakta bırakabileceğiniz bir tepsiyi elinizde salona götürüp, salondan bir şey alıp tekrar tepisyi mutfağa götürmeniz gibi...
  • durgun akisina karsin bircok carpici sahnesi olan film. bunlardan bir tanesi yasli kadinin guzellik salonunda yuz bakimi yaptirdigi sahnedir. kadinin yuzu yikandiktan sonra geriye kalan krem artiklari spermi andirir. tam o sirada kamera carole'un yuzune zumlar. malum goruntu buyuk ihtimalle carole icin yuze bosalmayi cagristirmaktadir. polanski'nin commentary'sini dinleyip anlamak lazim.
hesabın var mı? giriş yap