• fotoğraf çekerken en yanaşmadığım alandır. dışarıdaki insanlarla iletişim kurmayı gerektirmesi ve bunda zorlanmamdan olabilir, o yüzden fotoğraf çekerken bana ters ters bakmayan şeyleri tercih ediyorum, dağlar taşlar, makro börtü böcek. neyse beni kim takar, henri cartier bresson demiş ki:

    " fotoğrafın en zor alanıdır. kamerayı fotoğrafladığınız kişinin gömleği ile teni arasında bir yere yerleştirmeye çalışmalısınız."
  • var benim yapılmış portrelerim.

    bir gece bir meyhanede gürdal duyar abim çiziktirmişti.

    1985'te tahsin özgür kardeşim denemişti. bir şeye benzemiyordu. çizgiromancı bu kadar yapar dedik.

    90'larda semih poroy da denedi. kaçınılmaz olarak karikatürize oldu.

    geçen yıl biri mikro boy biri makul küçüklükte armağan portreler geldi bir arkadaştan. tam ben, sanki anı durdurup çizilmiş. hatta büyüğü de söz verildi ama galiba yapılmayacak.

    en iyi portre henüz yapılmayandır biliyorum.
  • kökeni, ortaçağ’da kopyasını yapmak anlamına gelen latince protraho sözcüğünden gelir.portrenin gelişimi, insanlar arasındaki farklılıklara verilen önemin artmasıyla ilişkilidir. örneğin, idealin bireysel özelliklerden daha üstün olduğu klasik yunan’da portrenin yeri yokken roma döneminde ölü kültüyle ilişkili olarak portre, önemli bir yere sahiptir.roma döneminde ölülerin yüzünden balmumu maskeler alınır ve bunlar soyluların villalarındaki atriumlarda yer alan kutsal mekanlarda muhafaza edilirlerdi. anma amacıyla yapılan ve bu nedenle sanat yapıtı olarak değerlendirilmeyen bu maskeler, balmumu dayanıksız bir malzeme olduğu için, i.ö. 1. yüzyılda mermer olarak yapılmaya başlanır.ortaçağ’da dinsel düşünceye bağlı olarak portre önemsizken rönesans döneminde bireye verilen öneme koşut olarak portreler de artar.ilk kez antik roma’da, ölenin ruhuna ve öte dünyaya yönelik mistik semboller olmaktan çıkarak dünyevi bir rol üstlenen portre, ölen ünlü kişilerin anılarının gelecek kuşaklara bırakılması, kahramanların ve önemli kişilerin yaşamlarında yüceltilmesi gibi anlamlar taşımaktadır. ancak roma’daki bu büst geleneği, altında yatan bu dünyevi ve hatta ideolojik düşünceyle birlikte ortaçağ’da kaybolur.15. yüzyıl italya’sında portre geleneği, antik roma’nın kaldığı yerden başlar, ancak tıpkı felsefede olduğu gibi, onu bir adım daha ileri götürür. rönesans döneminde roma büstleri tuval resmine taşınır. portre sanatının gelişimi, 14. yüzyıl sonlarında filippo villani’nin yazmış olduğu ünlü floransalıların biyografileri ile aynı döneme denk düşer. plastik sanatlarda portrenin gelişimi, hümanizmin filizlenmeye başladığı yıllarda biyografi yazıcılığının gelişimiyle paralellik gösterir. portre sanatının tarihinde idealize etme ve modeline benzetme arzusundan kaynaklanan iki karşıt eğilimden söz edilebilir ve bu iki eğilim, sanatın tüm tarihinde sırayla kendini gösterir.
  • gogol'ün inception'ın dibine indiği kısa öyküsü.
  • umut sarıkaya'nın naber'in 2. sayısında çizdiği nikolay vasilyeviç gogol'a ait kısa hikaye.
  • yıllar önce heyecanlı bir erasmus öğrencisiyken, kaplumbağa gibi kocaman sırt çantamla gerek otostop, gerek interrail ile o avrupa ülkesinden bu avrupa ülkesine sürtüp duruyordum.
    bütçem de çok değildi tabii, her şeyin minik minik tadına bakmak gerekiyordu. genelde bir iyi bir de ucuz müzeye giderdim.
    ya zürich ya da amsterdam'dayım, hatırlamıyorum. sanat müzesine girdim, tabloları inceleye inceleye yürüyorum kocaman çantamla.
    -bak şimdi nasıl ilahi ve naif göründü o zamanlarım böyle söyleyince-

    güzelliği severim, insanların güzelliği yorumlayışını ve yaratışını da
    severim. hiçbir zaman ressam olmak istemesem de resimleri, daha da çok heykelleri severim.

    neyse, portreler bölümünde geziyordum. 1... 2... 3... birçok portre geçtim ama birden bir tanesi beni zınk diye kendine kilitledi. açık renk gözleri, kemerli burnu, kumral saçları ve muhteşem aurasıyla müthiş bir erkek portresi.
    "i want this man"
    dedi içimdeki ses, hatta geyik olsun diye saçma bir facebook grubunda paylaşıp "bana bunu bulun" bile dedim.

    bulamadılar,
    bulamadım.
    sonra da unuttum gitti.

    aradan yıllaaar yıllaar geçti. yurt dışına temelli yerleşmeye geldim. o zamanlar ilişkimden de yeni çıkmış olduğumdan o dating app senin, öbürü benim gezip duruyorum hem de daha türkiye'deyken. tatlış bir flört buldum, kalbimde aşkın kıvılcımları gene oynamaya başlamıştı. gelmeden 1 hafta önce de başka bir tanesiyle konuşmaya başladık.
    umursamadım bu yeniyi, fazla 'direkt'ti falan. (hayır hayır sapık değil) ama her nasılsa uçaktan inip, yeni evime girip valizlerimi atar atmaz da onunla telefonda konuştum ilk defa.

    "sesin ne kadar güzel" dedi.
    onunki de çok güzeldi.

    iki hafta sonra ilk defa buluşacaktık ama doğrusu hiç de beklemiyorum. çünkü ne ben mesajlaşmada iyiyim, ne de o.
    beklenmedik bir cumartesi akşamı "bugün programın ne?" diye sordu, müsaitlik durumumu söyledim. sonra da "şu saatte ordayım" dedi.

    heyecanlı bekleyiş başladı.
    çapkın olduğu çok belli, bir kere telefonda konuştuğum, harika resimler yapan bu esrarengiz adam kalkıp şehrin iki saatlik diğer ucundan bana geliyordu; tabii gelirse.
    bekledim, bekledim, bekledim.

    ding!

    "burdayım"

    hemen çıktım, taktım kulaklığımı, hatta ona bir de canlı konum attım ki esrarengiz bir kızı (bkz: ben) görmek için geldiği esrarengiz bir yerde ekildiğini düşünmesin diye.
    o arada da billie eilish'in bellyache'i kulağımda çalmaya başladı, ilk defa.
    o heyecanlı yürüyüşüme çok güzel eşlik etti, tam da bu göreceğim adamla özdeşletirdim şarkıyı.

    köşeyi dönüp metro istasyonuna geldim. gözlerimle onu arıyordum, tam onu buldum ki telefonumun şarjı bitti. ne kadar şanslı olduğumuzu düşündüm.

    upuzun boylu, geniş omuzlu, hafif uzun saçlı, simsiyah giyinmiş bir adam. neden bilmem, daha yanına doğru yürümeye başladığım anda kıkırdamaya başladım.
    "merhabaaa kıh kıh kıh" dedim.
    şoka girmiş gibi anlamsızca bana bakıp "merhaba neden gülüyorsun" dedi.
    "bilmem, gülesim geliyor" dedim. *

    koluna girdim hemen ve yürümeye başladık. nasıl bir tanışmışlık hissi, nasıl bir enerjinin birbirine kilitlenişiydi öyle. hiç beklemiyordum.
    o ise biraz donuktu, sonradan anladığım üzere her şeye şüpheyle yaklaşıyordu çünkü. neden hiç tanımadığı bu kız bu kadar samimi ve güleçti ki?

    karantina zamanları tabii, her yer kapalı. bir marketten biralarımızı aldık, benim evime geçtik. evim dediğime de bakmayın, bir double room aslında. o koltuğa kuruldu, ben sandalyeye oturdum. kuruldu derken baya ayaklarını falan uzatıp ikili koltuğu kapladı. başladık konuşmaya. o soruyor, her cevabımı dikkatle dinleyip akıl süzgecinden geçiriyor ve bir o kadar da akıllı bir cevapla bana karşılık veriyordu. beş saat konuştuk sanırım. gözlerimden uyku akarken artık "gidiyor musun, kalıyor musun" dedim.
    "gidiyorum, taksi çağıracağım" dese de kılını bile kıpırdatmadı.
    sanki aramızda bir mıktanıs vardı da ne onu ne de beni oynatıyordu yerimizden. birden "gitmeni istemiyorum" dedim.
    "neden?"
    "bilmem. gitme bence."
    "hayır gideceğim"...

    uzun süren kararsızlığı artık ben bozdum. eh eyteeara beah! deyip dişlerimi fırçaladım, pijamalarımı giydim.
    "ben yatıyorum, bence kal. ama gitmek istiyorsan da hemen git" dedim.

    "buraya gel" diye buyurdu sonra.
    evet buyurdu.
    çünkü söyleyişi, sesi, duruşu tıpkı bir kralı anımsatıyordu. güldüğü zaman ise sanki güneş odanın içine doğuyordu. (ne betimledim be! )

    gittim.
    sarıldım.
    herhangi bir seksüel çekim hissetmedik çünkü son beş-altı saat süren konuşmamızdan sonra ikimizin de birbirimiz hakkında ortak bir gözlemi olmuştu; ikimiz de çok -tuhaf-tık.

    neden haftalarca hiçbir şey konuşmadığımız halde pat diye çıkıp geldiğini sordum.
    "çünkü" dedi
    "seninle konuşmak istedim ama sen istemedin."

    "ben mi istemedim?"
    "evet, telefonda konuşmak yerine yürüyüşe çıkmayı tercih ederim dedin. ben fırsatını bulduğum gibi geldim"

    bu sefer ben de kendi tuhaflığıma güldüm.
    başım omzunda dururken birden kafamda çlinkk diye bir ses duydum.
    bu tanışmışlık hissi, enerji falan bir tarafa da, ben bu adamı gerçekten tanıyordum be!
    hem de, hem nerden biliyor musunuz?

    bilmiyorsunuz. bilemezzsiiniiz!

    hemen kafamı kaldırdım omzundan.
    gözlerim yaşardı, burnum sızlıyor, ağlıyorum.

    "ne oldu yahu?" dedi, ama ingilizce.
    "biliyor musun" dedim, "ben seni aslında yıllar önce görmüştüm".

    kahkaha attı.
    "nerde gördün ve neden ağlıyorsun?"

    bu anda eminim ki tuhaflıktan deli karılığa güzel keskin bir geçiş yaptım onun gözünde.

    "müzede" dedim.
    "ne müzesi?"
    "zürich'te, bir resimde, bir portrede gördüm seni. ve şu an neden ağladığıma dair hiçbir fikrim yok."
    ...
    "hatta fotoğrafını çekip insanlara bu adamı bana bulun bile demiştim."

    hemen açtım facebook'umu, eski postu ve portreyi buldum.
    burnu, göz rengi, saçları, dudakları hatta kulakları bile aynıydı yahu!

    kahkaha attı, "bu adam çok çirkin!" dedi.
    kendisini yakışıklı bulmadığını da sorumu cevaplayınca fark etti.

    yıllar önce portresi önünde bakakaldığım, "o adam buraya gelecek ülen!" dediğim adam tam karşımda oturuyordu.
    hem de canlı kanlı, tam da istediğim gibi.
    gülüşü güneş açan, gözleri tertemiz ve sevgiyle bakan.
    bir ressam oluşu da garip bir paralellik oldu.

    velhasıl, ilginçtir portreler.
    öyle bir derinden bakarsınız ki, canlanıp hayatınıza giriverirler.
    demedi demeyin.
    ...

    sevgiler.

    not: artık ne tuhaf ne de deli karıyım. witchliğe terfi ettim gözünde.
  • fotoğraf söz konusu olduğunda, genelde insanları konu aldığı sanılır, oysa daha geniş bir spektrumda uygulanabilir:

    http://www.flickr.com/…otos/atakansevgi/3251173249/
  • iki kısımdan oluşan mistik bir gogol hikayesidir ve kanımca paltodan çok daha ürkütücü ama daha az mizahidir.
  • gogol'un harika uzun öyküsü.

    inceleme öncesi giriş notu: bu incelemeyi okumak yerine izlemeyi tercih ediyorum diyenler için:
    https://youtu.be/evbqrz7ligi

    portre, ilk olarak gogol'un 1835 yılında arabeskler adındaki öykü kitabı içerisinde basılan uzun öyküsüdür. bu kitabın içerisinde bir delinin hatıra defteri ve neva caddesi öyküleri de ayrıca yer almaktadır. peki yazarın çok daha bilinen burun, palto ve bir delinin hatıra defteri gibi öyküleri varken ben neden portre'yi inceleme gereği duydum? bu sorunun cevabı öykünün iki aşamalı ve farklı bir anlatıma sahip diğerlerinden ayrılan yapısıdır.

    öykü fakir ressam çartkov'la başlar. karakterimiz, bir gün alelade resimlerin satıldığı bir dükkanın içine girer ve orada yerde bulunan tozlu çerçevelerin içerisinde son derece canlı duran ve gözleri sanki tablonun içinden çıkacakmış görünen bir adamın portresini bulur ve çok değerli olduğunu düşünerek cebindeki son parasıyla alır. tabloyu evine götürür ve resimdeki gözler nedeniyle korku dolu bir gece geçirir. bir gün sonra parasızlıktan kirasını ödenemeyen çartkov'un evine ev sahibi polisle birlikte gelir. polisin portreye çarpmasıyla içinden bir torba altın para düşer ve bizim fakir ressamımızın da hayatı böylece değişir. çartkov elindeki paralarla sanatın peşinden gitmek yerine ünün peşinden gider ve sefahat dolu bir hayatın içine dalar. öykünün ikinci kısmındaysa tablonun yapılış hikayesini ve portrenin yapıldığı adam olan tefeciyi görürüz. yani aslında öykü yazım tekniği olarak sondan başa gider.

    gogol'un birçok öyküsünde olduğu gibi portre adlı bu uzun öyküsünde de fantastik öğelere yer verilir. fakat bu öykünün diğerlerinden farklı en önemli özelliği gogol'un çokça kullandığı yarı alaycı yarı mizahi dil yerine daha öğretici ve edebi manada da çok daha üst düzey bir anlatım dilini kullanması. ayrıca öykünün iki bölümlü oluşu ve aslında her iki bölümün de rahatlıkla birbirinden ayrı okunabilecek şekilde dört başı mamur bir öykü kıvamında olması metni yazarın diğer öykülerinden daha çekici kılmaktadır. fakat belirttiğim üzere bu dil farkı portre'yi yazarın diğer öykülerinin popülerlik bağlamında gerisinde bırakmaktadır.

    öyküde her ne kadar ahlakçı bir yaklaşım olsa da didaktik bir anlatım göze çarpmaz. harikulade bir dil okurları karşılar. öykü bitmiş gibiyken ikinci bölümle aslında uzunca denilebilecek bir öykünün daha karşısına çıkması okuru şaşırtmaktadır. aslında gogol bu tekniği aynı kitapta yer alan neva caddesi öyküsünde de bir bakıma kullanmaktadır. fakat orada yine yazarın alaycı üslubu devreye girip okurla öykü arasına girdiğinden ötürü portre'deki etkiyi bırakmaz okurlar üzerinde.

    son olarak gogol'un az bilinen bu uzun öyküsünü mutlaka okuyun. hem yazarın hiç bilmediğiniz bir anlatım dili ve şekliyle karşılaşacaksınız hem de gogol'a bir kez daha hayran kalacaksınız. bir teşekkürü de bu kitabı son derece özenli bir şekilde çeviren mazlum beyhan hak ediyor. türkçe'nin tüm imkanlarını harikulade bir şekilde kullanan çevirmen muhteşem bir iş çıkarmış.
  • cahit sıtkı tarancı'nın bir şiiri.

    seveceğim hatun kişi
    saçı siyah gözü siyah
    illa ki
    esmer olacak

    dişi öylesine dişi
    aşık kolum akşam sabah
    belinde
    kemer olacak

    edası eda nazı naz
    yolda yordamda bitirmiş
    bir güzel
    bizden olacak

    bir ömür boyunca kış yaz
    doymıyacağım tek yermiş
    sağ yanakta
    ben olacak
hesabın var mı? giriş yap