• new jersey sinirlari icinde yer almasina ragmen giresun ilimize bagli sirin bir kasabamizdir. new york'tan "dolmus"la 40 dakikada ulasabilirsiniz. buradaki (onemli bir kismi giresun yaglidereli veya karacayli) turkler genelde main street civarinda yasarlar. kahvehanelerinde yasi biraz ileri olanlarin "ne olacak bu amerikanin hali?" diyaloglarina ya da okey oynayan genclerin "abi burada ingilizce ogrenemiyorum, yurt disina gitmeyi dusunuyorum" sizlanmalarina kulak misafiri olabilirsiniz. hele turk lokantasina gelmis amerikali musteriyi goren garsonun sef garsona "abi turist geldi, hangi masaya oturtalim?" diye sordugunu anlatirlarsa sasirmayin, burasi paterson.!
  • bir avuç hayalperestin hikayesi bana göre paterson. bir şeyler yapmak isteyen ama hiçbir şey yapamayanların.

    10 yaşındaki bir kız çocuğundan daha kötü şiirler yazan ve bundandır şiirlerini kimseye göstermeyen ama ben şairim diye ortalarda gezen paterson, her gün farklı bir şeye sarıp hiçbirinin sonunu getiremeyen, kek satarak çok zengin olacağını düşleyen, bir gün evi boyayan bir gün perde yapan sevgilisi, eşinin tüm birikimini çalıp satranç turnuvasına gömen ve iggy pop'un resmini sırf patersonda alalade bir barda bulunduğu için duvarına asan bar sahibi, kadınların kendileriyle yatmak istediğini ama ertesi gün erken kalkmak ya da çok yorgun oldukları gerekçesiyle reddettikleri söyleyen iki fabrika işçisi ve diğerleri.

    patersondan kaçmaya çalışan ama oraya takılıp kalmış bir avuç insan işte.

    güzel film. gerçekten güzel film. yalnız paterson yüzünden şiirden soğuyabilirsiniz o ayrı. onun şiirine benzer bir şiir de ben yazayım hatta;

    "evimizde bulundururuz sigarayı
    evde bir çok sigaraya sahibiz biz
    camel white marka
    önceden marlboro bulundururduk
    ama o eskidendi
    artık camella tanıştık
    beyaz bir kutusu var kendisinin
    ve üzerinde bir deve resmi
    türk tütününden
    sarı filtreli"
  • insanın bir şey üretimeye çalıştığında yaşadığı psikolojik aşamaları anlatan filmdir.
    kendi yaptıklarını başkalarıyla karşılaştırma, kendisinden şüphe duyma vb...

    ayrıca aşıklar arasındaki ego savaşını çok çok iyi anlatır. aşık olduğun kişinin senden iyi olmasını istememek, çünkü bunun onu kaybetme korkusunu arttırması ama aynı zamanda onun belli bir seviyenin de altında olmasını da istememek... aşağıda filmin bizi oturttuğu bu tahteravallileri sahne sahne -bol spoilerlı- bir şekilde anlatmaya çalıştım. filmi bir kere izledim, o yüzden unuttuğum ya da yanlış yazdığım şeyler varsa şimdiden özür dilerim.

    - - -

    filmde şiire tutkuyla bağlı paterson adlı bir otobüs şöforunun bir haftası anlatılıyor. o yüzde gün gün gideceğim.

    p a z a r t e s i:

    paterson'un aşağıdaki gibi olan günlük rutini ile ilk kez karşılaşıyoruz...

    1 - sevgilisi laura'yla uyandığı bir sabahın ardından kahvaltı ediyor

    (-bu arada gün başladığından itibaren ona şiirlerini yazmasında ilham veren küçük detaylar da işlenmeye başlanıyor, tüm filmde olacağı gibi)

    2- iş arkadaşıyla sohbet edip vardiyaya başlıyor. gün içerisinde otobüste insanların konuşmalarını dinlediğini, nasıl tepkiler verdiğini görüyoruz.

    3- bir bankta oturup laura'nın onun için hazırladığı öğle yemeğini yiyor.

    4- eve döndüğünde laura ile vakit geçiriyor. bugün laura ona yeni boyadığı perdeleri gösteriyor. cupcake dükkanı açmak istediğinden heyecanla bahsediyor.

    5- köpeği gezdirmeye çıkıyor ve bu sırada hep aynı pub'a uğrayıp pub'ın müdavimleri ve sahibi doktor'la birkaç bira içiyor.

    s a l ı - ç a r ş a m b a

    yine aynı rutin, fakat bu sefer bu günlük rutin detaylandırılmaya başlanıyor. farklı olarak iş yerinde otobüslerin kaydını tutan arkadaşının hayatı hakkında hayıflanmasını, laura'nın harlequin bir gitar almak istediğini öğreniyoruz. paterson'un otobüste kulak misafiri olduğu konuşmaları biz de dinliyoruz. pub'da geçen olaylara şahit oluyoruz.

    p e r ş e m b e

    bugün diğer günlerden farklı olarak paterson'un moralini bozan bir şeye şahit oluyoruz.

    paterson küçük bir kızla karşılaşıyor, onun da şiir yazdığını öğreniyor. kız paterson'a şiirini okuyor.

    paterson çok beğeniyor. ama aklına bir soru düşüyor (bence)

    bir çocuk onun kadar güzel yazabiliyorsa paterson'un yazmasındaki amaç nedir ki?

    üstelik de kızın son sözü ağırına gidiyor,

    emily dickinson seven bir otobüs şöforü ha? 'cool.'

    paterson'un günlük hayatında çok da düşündüğü bir şey değildir bu. otobüs şöforü olarak şiir yazıyor olduğu. hatta itinayla düşünmekten kaçtığı bir şeydir.

    belki de bu yüzden yazdıklarını kimseyle paylaşmak istemiyordur. sanatın bulaşmadığı düşünülen bir alanda sanat yapıyor olmanın insanlarda yaratacağı streotypic can sıkıntılarıyla uğraşmak istemediği için.
    şiiri ve sevdiği kadınla sadece kendine bir hayat kurmak onun için yeterlidir. fakat bu sahne onu kendi gerçekliğinden çıkarıp tatsız bir gerçekliğe doğru savurur.

    bu andan itibaren paterson çökmeye başlayacaktır.

    bunu cuma günü her zamankinden geç kalkmasından da anlayabiliriz.(çünkü saatle değil kendi kendine uyanmaktadır 'your secret alarm clock')

    geç kalkmıştır çünkü artık sanatı için yani hayatı için heyecan duymamaktadır.

    c u m a

    laura'nın gitarı gelmiştir.

    paterson işten geldikten sonra sorar, 'nasıl çaldığımı dinlemek istiyor musun?'

    paterson evet dedikten sonra biraz geriliriz.

    çünkü laura o zamana dek birgün cupcake dükkanı hayali, başka gün çok ünlü bir folk şarkıcısı olma hayali derken bize biraz, her işe bulaşan ama hakkını vermeyen biri gibi çizilmiştir.

    ve, ve ve bence filmin en heyecanlı, gerilimli anlamlı gerçek sahnesidir burası bu yüzden.

    ama korkulan olmaz ve aynı paterson gibi biz de laura'nın çok güzel olan sesini ve gitar çalışını duyarız ve rahatlarız. ... paterson'un hali hazırda başlamış çöküşü ile beraber bu sefer bu andan itibaren laura'nın yükselişi başlar... bu yüzden paterson terkedilme korkusu yaşamaya başlayacak ve cumartesi sabahı bu konuda bir şiir yazacaktır.

    (bir başka detay olarak, paterson'un çöküşü kapsamında, oyuncak silahla ortalığı pub'da birbirine katan adamı fazlaca ciddiye alıp bir kahramanlık göstermesi ama bunun sahte kahramanlık olması paterson'un sinirini bozduğunu görürüz.)

    c u m a r t e s i

    laura, farmer's market'e cupcakelerini satmaya gider. artık laura'nın sesiyle beraber mutfaktaki yeteneklerini de görmeye başlarız. cupcake'ler oldukça lezzetli görünüyorlardır.

    laura pazardayken paterson laura'yı kaybetmekle ilgili bir şiir yazar.

    bugünün akşamında laura en yükseğe çıktığı anda, severek yaptığı, kendi kazandığı işte kazandığı parasıyla paterson'a yemek ve sinema ısmarlamışken, paterson'un en dibe batışını görürüz: köpekleri marvin paterson'un ısrarla kopyasını almadığı, bütün şiirlerinin saklı olduğu defteri tamir edilemez şekilde parçalamıştır.

    p a z a r

    defterinin parçalanmasından sonra paterson dipte bir müddet kalır. kendi başına depresif bir modda dolaşırken bir banka oturur. daha sonra yanına bir japon turist oturur ve paterson'la konuşmaya başlar. ortaya çıkmıştır ki bu adam buraya paterson'un da hayranı olduğu büyük şair william carlos williams'ın izini sürmeye gelmiştir.

    japon adam paterson'un filmde defalarca bahsettiği william carlos williams'ı 'tanıyor musun?' diye ona sorduğunda, paterson'un cevabı çok buruktur: yarım ağızla
    'yani, evet...'
    minvalinde bir şeyler der. şu anda ilham perisini düşünmek onun içini burkmaktadır.

    sen de yazıyor musun der adam, hayır der, paterson, ben sadece bir otobüs şöforüyüm.

    a-haa,der adam.

    konuşmaya devam ederler, adam da şiir yazıyordur. ama sadece japonca. şiirin tercüme edilemez olduğunu söyler. şiiri tercüme etmek duşta yağmurluk giymek kadar aptalca bir çabadır ona göre.

    burada adam alttan alta paterson'a mesaj vermeye çalışmaktadır,

    şiir tercüme edilemez. bir dilin anlattığını başka bir dil anlatamaz. bir insanın anlattığını başka bir insan anlatamaz. bu yüzden kendi şiirini başkasının şiiriyle karşılaştıramassın, bu duşta yağmurluk giymek gibi bir şey olur.
    ama bunları açık açık söyleyemiyor,
    a-haa diyerek bunları anlatmaya çalışıyor. (bence)

    sonunda paterson'a yeni bir defter hediye eder. 'boş bir sayfa varsa her zaman yaşanacak güzel şeyler vardır'

    y e n i d e n p a z a r t e s i

    paterson'u büyük bir ilhamla yataktan kalkarken görürüz ve film biter.

    - - -

    sonuç olarak paterson'un derin bir güzellemesi yapılıyor filmde, o bir sanatçı. şiire neden ilgi duyduğu, laura'yı neden sevdiği, etrafını ve kendini algılamak konusunda üstün biri olduğuna bağlanmış. paterson hayatının her dakikasını değerlendiren ve onu sanata çevirmeye çalışan çok iyi bir gözlemci.
    paterson'un bir kişisel dönüşümünü, büyümesini değil hayatına giren kısa bir depresyonu izliyoruz. başladığı noktaya dönen bir ruh hali salınımı var.

    hiç unutmayacağım bu filmi, aklına sağlık jim jarmusch!!!
  • --- ufak tefek spoiler ---

    budizmle haşır neşir olduğunu bildiğimiz jim jarmusch'tan güzel bir zen koanı.
    evvela en bariz olanı söyleyelim: paterson şehrinde şoför paterson, paterson içinde paterson. insan küçük evrendir. kendi içinde kendini arar. (dönüp dolaşıp geleceği yer de yine kendisi olacaktır. bir pazartesi sabahı başlayan hikaye yine bir pazartesi sabahı çemberi tamamlayacaktır.)
    filmdeki siyah-beyaz birlikteliği dikkatinizi çekti mi? hep bir arada olmaları? yaşamda birbirinin zıttı gibi görünen her şey her zaman birlikte, yan yana dururlar. aralarında bir çatışmadan ziyade uyum söz konusudur. ve karşımızda paterson ve sevgili eşi laura: iranlı olduğunu bildiğimiz, nispeten esmer laura ve eski deniz subayı, beyaz tenli, amerikalı paterson.
    paterson laura'nın perdelerindeki çemberleri çok beğenmişti. "hepsinin farklı büyüklükte olmasını beğendim," demişti. bu arada, çemberler, enso çemberine ne kadar benziyordu.
    madem çember dedik, bir de şu dönüp durma, rutine binme meselesi var. tabi böyle bir şey yok aslında. bir rutin yani. ya da bir tekrar. uzaktan baktığımız için bize her şey hep aynıymış gibi geliyor. evet paterson her sabah benzer şekilde uyanıyor, saatine bakıyor, vs. ama durumun tam tersi olduğunu göstermek için jarmusch paterson'ın her uyanışında kadraja saati de alıyor. her sabah farklı saatlerde uyanıyor paterson: 6:15, 6:35, vs. birbirlerine ne kadar benzeseler de hiçbiri bir diğerinin aynı değil.
    şiir konusuna geliyoruz yavaş yavaş. bu arada ben de filmi izlerken farkettim. filmde adı geçen şairlerin ve dahil oldukları new york ekolünün şiirleri (en azından biçimsel olarak) haikuya ne kadar benziyor. mümkün olduğunca süssüz, sıradan şeylere dair. dolaptaki erikler filan. benzer bir tutum paterson'in karaladigi şiirlerde de göze çarpıyor. şiirden çok günlük hayatın, şeylerin birer betimlemesi gibiler. peki haikunun da hemen hemen böyle bir biçime sahip olmasının nedeni nedir acaba? çünkü bir gerçeğe, hakikate ulaşılacaksa, niyet bir satori ise, bu yine günlük hayatin içinden, şeylerin kendisinden çıkacaktır. hakikat öyle yerin dibinde ya da göğün tepesinde bir yerde değil. şeylerin kendisinde, hatta şeylerin bizzat kendisi. bu satori konusuna tekrar döneriz ama bir de şiir yazan şu küçük kız vardı. paterson ne kadar etkilendi kızın şiirinden, eve dönene kadar kendi kendine mırıldandı durdu. böyle güzel bir şiiri ancak bir çocuk yazabilir çünkü. şeyleri oldukları gibi görebilmek için bir çocuk olmak gerekir.
    ve final. şelaleyi izleyen paterson'ın yanına gelip bir japonun oturması sanırım tesadüften daha fazla bir şey. dönüp gidecekken son bir kez paterson'a bakıp "aha!" demesi. nedir bu "aha!"? belki paterson'a bir satori yaşaması için edilen küçük bir yardım. satori, zaten, tanımlanırken de, kolay anlaşılsın diye, bir "aha moment" ya da eureka, olarak anlatılır. çember tamamlanıp paterson başa, ama bir biçimde yine de başka bir yere dönerken satorinin yeni bir olanağı da sunulur kendine. "aha!"

    --- ufak tefek spoiler ---
  • --- spoiler ---

    konple aşşaa kadar spoyler ya da değil
    --- spoiler ---

    jarmush, paterson'un bir çok yerinde en azından bu film için normal anlatım kurallarıyla ilgilenmediğini belirtmiş:
    - köpeğin çalınmasını bekledin
    - ilişkide bir kopuş bekledin
    - "2nd act, 3rd act" bekledin
    - şiirlerde uyak bekledin
    - otobüsün alev topuna dönüşüp patlamasını bekledin
    - en önemlisi rutinin bozulup daha heyecanlı olayların gelişmesini bekledin
    ama hayat beklentileri karşılamak zorunda değildi. öyle şeyler sadece filmlerde olur; nitekim o tip bir heyecanın yaşandığı tek an bardaki silah sahnesi ve silahı çeken bir aktör ve silah sahte.. uzakdoğu minimalist felsefelerine her zaman gönderme yapan jarmush bir şelaleye bakarak mutlu olabilecek zen kafa yapısına sahip olmayanların bu filminden de tatmin olamayacağını net olarak gösteriyor.
    ...ki şelale de bu film gibi ilk bakışta sabit bir tekrar gibi görünürken dikkatle izlendiğinde sürekli değişen rutin bir güzelliktir..
  • izlenimci şiirleri inşa eden sözcüklerin ufalandığı jarmusch filmi. laura'nın yapamadığını köpeği yapmıştır: sinema dönüşü şiir defterinin evin köpeği tarafından unufak edildiğini görürler. sinemadan edebiyata, görüntüden metne; nedir bu? görselliğin daha mühim olduğuna dair bir işaret mi? nitekim laura sinema dönüşü filmleri över, paterson ise bilim kurgu filmindeki kadının ona benzediğini söyler. anlarız ki laura için sinema (görüntü dili ) mühimdir, paterson içinse edebiyat ( yazı dili). nitekim laura evi süsler, kapıları boyar, perdeleri elden geçirir; yaptığı kekler de siyah beyazdır evin diğer geri kalanı gibi. hayatı da siyah-beyaz mı görür bu kadın? belki. ama sinema düşler karmaşasıdır welles'in dediği gibi. o da bol bol düş görür. paterson ise çok sade bir adamdır; şiirleri de öyle.

    gene de bu çift mutludur. çünkü paterson her sabah aynı saatte uyandığında laura'yı omzundan öper. o da ona aynı sevecenlikle karşılık verir.

    nefis bir film.
  • bildiğin köy bakkalı var lan burda.

    kahvede lig tv keyfi de cabası.

    american dream'in sonu amk.
  • aylardan ekim’di ve sıkı bir jim jarmuschsever olarak paterson’ı izlediğimde baya baya içerlediğimi hatırlıyorum. hani filmi tek kelime ile anlat deselerdi, hemen “sıkıcı” derdim. (itiraf ediyorum, dedim de!)

    sevgilisinin günbegün değişen ilgi alanları, iş arkadaşının sürekli yenilenen şikayetleri arasında, kendi küçük dünyasında bu kadar “aynı” yaşayabilen bir paterson canımı çok sıkmıştı. hoş, aynı hat üzerinde gidip gelen, aynı duraklarda durup kalkan bir otobüsün şoförüne de bu yakışırdı zaten! evet, yazdığı şiirler gibi zevksizdi hayatı, renksiz ve birbirinin aynıydı günleri. pazartesiyi perşembeden, salıyı cumadan ayırabilmek mümkün değildi, ki hala mümkün değil.

    peki sonra ne mi oldu? sadece şunu farkettim; paterson’da yaşayan ve yaşadığı yerle aynı adı taşıyan paterson ile tanışalı 18 hafta geçmiş, 18 koca hafta. yani birbirinin neredeyse aynı 18 pazartesi, 18 salı, 18 çarşamba, 18 perşembe, 18 cuma, 18 cumartesi, 18 pazar... paterson’a sıkıcı derken, kendi sıkıcılığımı da teyit ettiğimi işte bu sayede anladım.

    paterson filmde şöyle diyordu, “bize küçükken üç boyut olduğu öğretildi; uzunluk, genişlik ve derinlik... sonra, dördüncü bir boyut daha olduğunu öğrendik; zaman.”

    bunca "zaman"ı varken; bu kadar boyutsuz, bu denli derinliksiz yaşayabilenler toplanın! hep beraber, paterson ile kısa bir şehir turuna çıkacağız;

    https://www.youtube.com/watch?v=awgmkqpb5zy
  • bir adamın şair kimliğinde sorgulamaya gidişini anlatan film.

    belli ki paterson eski bir savaş kahramanı. laura'nın başucundaki fotoğrafta, göğsünde madalyalar dizili. yani bir başarı hikayesi var. duruşunun aksine ezik bir sünepe değil. ve enteresan şekilde şiir ürettiği zaman da bakışları, duruşu değişiyor ve sanki ruhu, bedenine o an kavuşuyormuş gibi bambaşka bir şeye dönüşüyor.

    laura'yla çok zıt karakterler. tamam, ikisinin sanatsal yönleri var ve üretiyorlar ama laura ne kadar dışa dönükse, paterson o kadar kapalı. laura performansını tüm dünyaya gösterme ve "ünlü" olma hayalleri kuruyor. hatta evin her tarafını sanki işgal etmiş ve işaret bırakıyormuş gibi takıntısı siyah-beyaz renk ve desenlerle döşüyor. paterson ise zihninin ürettiklerini bodrumda sıkı sıkı kendine saklıyor.

    bütün bunlardan başka takıldığım ve bir anlamı olduğunu düşündüğüm şu işaret var: monozigotik ikizler. yani bütünlüğünü koruyamamış ve ikiye ayrılmış embriyo. ve bunlar, laura, rüyasında gördüğünü söyledikten sonra kozmik bir işaret gibi sürekli paterson'ın karşısına çıkıyorlar. sanki ona bir otobüs şoförünün şair olamayacağını, daha doğrusu bu iki farklılığın bir bütün oluşturamayacağını söylemek istiyorlar. hatta şair kız*, ona emily dickenson'ı sevip sevmediğini sorduktan sonra "emily dickenson'ı seven otobüs şoförü" diye hitap etmişti, şiirle ilgilendiğini bildiği halde. ve son damla olarak eve döndükleri akşam, köpeğin tüm şiirlerini yok etmesi, onu vazgeçme noktasına getirmişti. ta ki japon turiste kadar. turist, aykırılığa rağmen yüzük ve serçe parmağını bir bant yardımıyla da olsa bütünleştirmişti. yani farklılığın önemi yoktu. *. ayrıca paterson ona, şiire olan ilgisinden bahsetmediği ve kendisini yenilmiş halde sadece "otobüs şoförü" olarak tanıttığı halde, sanki biliyormuş gibi şiir defteri hediye ederek paterson'ı yeniden motive etti ve dokunuşuyla hayatına "şair otobüs şoförü" olarak kaldığı yerden devam etmesini sağladı.

    bu yorumum haricinde, filmde çok fazla işaret ya da lafı geçtikten sonra gerçekleşen şey vardı. özellikle cep telefonu konusu aşırı karmikti. bir gece önce barmene "laura bana telefon konusunda baskı yapmaz" dedi. sabah otobüs arızalandı ve telefona ihtiyaç duydu. eve gidince de laura ona telefon konusunda talepte bulundu.

    filmde bir gün başlangıcını izlediğimiz olay ya da konunun devamını başka bir gün mutlaka gördük. ama tek göremediğimiz, barmenin hafta sonu gerçekleşen satranç turnuvasında ne sonuç elde ettiği.
  • şimdiye kadar yazılmamış bir ayrıntı: çamaşırhanede rap yapan kişi dünyaca ünlü rap grubu wu tang clan'den method man'dir. iyi bir rap müzik sever olarak güzel bir detay oldu benim için.

    film bana 'sanat için asla geç değil' mesajı verdi. 30'a doğru koşar adım gittiğim şu dönemde sanattan ve sanatla uğraşmaktan nolursa olsun kopmamam gerektiğini hissettirdi.
hesabın var mı? giriş yap