• hakkında söylenmiş bazı güzel ifadelere metis ajanda 2024'te rastladığımız kavram.

    olduğunuz kişi, olmayı umduğunuz en iyi oyuncudan bin kat daha ilginçtir. k. stanislavski

    oyunun zıddı ciddi olan değil gerçek olandır. sigmund freud

    oyunun zıddı iş değil depresyondur. brian sutton-smith

    insan sadece oyun oynadığı sırada tümüyle insandır. f. schiller

    sonsuz oyun kazanıldı ve yitirildi. ayırdına varılmadı. samuel beckett

    anlamak oyunu bozmaktır. vladimir jankelevitch

    şayet a hayatta başarıysa, o zaman: a eşittir x artı y artı z. x iş; y oyun; z de çeneni kapalı tutmak. albert einstein

    oyunun sonunda oyundan başka hiçbir şey sona ermez. adam philips

    şiddet kılıktan kıla giren bir oyuncudur. byung-chul han

    yaşlandığımız için oynamayı bırakmayız, oyun oynamayı bıraktığınız için yaşlanıprız. george bernard shaw

    insanların tamamen yararsız görünen faaliyetlere harcadığı çaba öngörülemeyecek bir şekilde son derece önemli hâle gelir çoğu zaman. oyun her zaman kültürün ana kaynağı olmuştur. italo calvino

    böylece korunur düzen: bazıları başka türlü yaşayamayacakları için oyuna katılmak zorunda kalır, başka türlü yaşayabilecek olanlar da oyuna katılmak istemedikleri için dışarda bırakılır. theodor w. adorno

    şiir topluca oynanan bir dil oyunudur. byung-chul han

    susanlar şimdilik / oyunun dışına düşenler / yalnız onlar doğrulup kalkacaklar / gün kıyamete erdiğinde gülten akın

    oyun insan özgürlüğünün en saf biçimidir: kendinden başka hiçbir şeyi hedeflemeyen bir özgürlüktür. david graeber

    hiçbir şeye hazırlıklı değildik / oyunlar oynandı, gökler kapandı yenildik. turgut uyar

    oyun ustalığa giden yoldur. sara genn

    gerçek olan sadece şimdide mevcuttur, geri kalan her şey düşünce oyunundan ibarettir. arthur schopenhauer

    oyunu anlamak için ona katılmak gerekir, çünkü anlamak “deneyimde” yatar. herbert marcuse
  • fransız sosyolog roger caillois, oyunlar ve insanlar kitabında *oyun biçimlerini dört kategoride sınıflandırıyor:

    agon veya rekabet: örneğin, satranç neredeyse tamamen agonistik* bir oyundur.
    alea veya şans: örneğin, bir slot makinesinde oynamak neredeyse tamamen tesadüfi bir oyundur.
    mimesis veya rol oynama: örneğin, bir karakteri canlandırmak için dans etmek, taklit.
    ilinx: * veya vertigo, algıyı değiştirme, baş dönmesi, bozukluk veya kontrol kaybı anlamında. örneğin, halüsinojenler almak, hız trenlerine binmek, düşene kadar dönen çocuklar.

    ayrıca caillois, yapılandırılmış ve kuralları ortaya konulmuş oyunlar (ludus) ve yapılandırılmamış, kuralsız ve spontane gelişen aktiviteler (paidia) olarak da bir ayrım yapar. paidia'dan ludus'a doğru bir eğilim olduğunu söyler. yani, spontane gelişen aktivitelerde ve oyunlarda, kurallı olmaya doğru bir yönelim vardır. bunu da insanın doğası ile ilişkilendirir.

    caillois ayrıca, şans oyunları doğası gereği kısıtlama ve diğer oyuncuların hamlelerini bekleme oyunları olduğundan, paidia ve alea'nın bir arada var olamayacağını vurgular. benzer şekilde, ludus ve ilinx de uyumsuzdur, çünkü yapılandırılmış kurallar yoktur. uygulanan herhangi bir kural ise sadece ilinx'i frenlemek içindir.

    mesela poker hem alea hem de agon'u içerir. çünkü kartların karılması şans unsuruna dayanırken, kurallar çerçevesinde strateji geliştirmek rekabete dayanır. izleyicisi olan sporlarda oyuncuların rekabeti agon'a dayanırken kendilerini sahadaki oyuncuların yerine koyanlar mimesis'e dayanır.

    agon'da, rekabette bir tarafın üstünlüğü artarsa oyun bitebilir. alea'da yani şansta ise, oyuncunun etkisi tamamen belirsizleşirse ya da tamamen pasif, etkisiz olduğunu anlarsa oyun yine sonlanabilir. dolayısıyla oyun kimseye ait olmayan bir noktada konumlanmalıdır.
  • rüyalar olmasın diye gözlerim açık her gece
    şimdi gerçek değilsin bana, kurumuş dudaklarıma
    bak,bunun bir anlamı yoktu
    susamıştım. evet, hepsi bu
    oyunun bir anlamı yoktu
    susamıştım. evet,hepsi bu
    içimde yanıp duran,ruhumu tutuşturan bir oyun
    bir oyun. evet, hepsi bu
    hayeller olmasın diye sözlerim açık her hece
    geçek değilim sana, kurumuş dudaklarına
    bak,bunun bir anlamı yoktu
    susamıştın. evet,hepsi bu
    oyunun bir anlamı yoktu
    susamıştın. evet,hepsi bu
    içinde yanıp duran,ruhunu tutuşturan bir oyun
    bir oyun. evet, hepsi bu

    bir vega şaheseri.
  • cezmi abi güne geldi bugün bana arkadaşlarıyla, dedim abi oyun nedir?
    ''oyun...git'ciğim.....'' dedi.
    ''oyun, biz büyüdükçe arsızlaşan, masumiyetini yitiren, ıssız bir canavardır aslında.. çocuk kalbinin temizliğiyle özetlenemez bizim yaşlarımızda, çünkü ruhumuz yorgun, farkındalığımız eprimiş artık bizim... hissizlik durağına doğru atark''
    ''abi biraz daha kısır alır mısın?'' dedim.
    ''olur ciğerim... ciğerim olur....'' dedi.
    mutfağa giderken halının kenarına basmamak için uzun atlama yaptım, çünkü basarsam iki saat içinde aramayacaktın, boşaltmak için getirdiğim küllükteki izmaritleri saydım, çift sayı çıktı, hihoh beni hep hatırlayacaktın, kısırı doldurduktan sonra bir elimde çay bir elimde tabak varken ışığı burnumla tek hamlede kapatırsam erken gelecek, içeri gittiğimde cezmi abi susmuşsa bir daha hiç gelmeyecektin.
    ''..ngi yalan gerçeğe kendisi kadar benzeyebilmiş ki şimdiye değin?.. hangi maske aynada kendini vermemiş ele.. bakma kadınlar, tapılası varlıklar, ah onlar bilir oyunun hasını, onlar bilir bizim oyundan anlamadığımızı.. oysa oyun kadına yakışmaz miniğim.. çıkarıp o maskeleri, kapatın tüm oyunlarınızı sandıklarınıza, öyle gidin yarinizin yanına.. ah kadınl''
    ''abi tabağın.'' dedim.
    içimden üçe kadar saymadan alırsa, sen beni seviyor olacaktın..

    cezmi abi?
    bunlardı değil mi oyundan kastın?
    çünkü ben henüz iki derken elimden tabağı aldın, halının kenarına zerre basmadım, tek hamlede ışığı burnumla kapattım ve içeri girdiğimde de susmamıştın?
    oynadım ve kazandım olm, kıskanmayın.
  • zaman öldürmek, zamanı boşa geçirmek, zaman harcamak gibi pek çok anlam yüklenebilen, ve söylerken ağzı çemçük yapan bu kelime, aslında zamanın ta kendisi.
    bunu farkedeli çok olmadı ama, bu şekilde yaşamaya başlayalı çok uzun zaman olmuş. kendimi bildiğimden beri kalıbını kullanacak kadar çok hatta.
    sekiz sene kadar önce, hayatımda ilk kez bir patronum oldu. hiç bir şeyden anlamayan ama her şeyi bildiğini sanan bir birinci sınıf hukuk öğrencisiyken, çalışarak okumam icap etti, öyle yaptım. serdar ortaç kadar olmasa da enteresan bir hayaaaaat'ım vardı ve dakika bir gol bir beni çok kodaman, biraz korkunç, gayet irice, yüzü hiç gülmeyen, çatık kaşları gram yumuşamayan bi adamın yanına, değil avukat, değil stajyer sadece öğrenciyken atıvermişti. (kaseti koy, a yüzü, küçük emrah, play e bas) mecburdum çalışmaya.
    uzun bir süre sabah günaydın, akşam günün raporu buyrun dan ibaret iletişimimiz, zamanla ufak samimi dert yanmalar, hayata dair birer cümlelik tanımlamalar derken, ''bi kahve yap gel de içelim minik'' haline geldi. (kaseti çıkar, daha az ajite ama eski, keyifli bir şey olsun burda, hah! ercan saatçi, adını hatırlamadığım bir albümünden, çok şık bir parça gelsin şimdi fona, sayenizde, play)
    çokta güzel bir ofisi vardı. kocaman bahçeli, eski, tarihi bir bina.
    bir gün bahçede, yine bütün ofis (toplamda dört kişi) yemek sonrası sigara keyfi yapıp, güne dair hukuki konuşmalar yaparken, ben, kah geçen üçüncü arabadan benim de olacak oyunu oynuyor, kah on dakikada iki uçak görürsem on yıl içinde maldivlere tatile gidebileceğim oyunu oynuyordum. zaman ilerleyip konuşulan hukuki mevzular artık benim boyumun beş katına çıktığında, iyice sıkıldığımdan olsa gerek oyunların dozunu arttırmaya başlamıştım, kimsenin duyamayacağı kadar sessiz ama kendi duyabileceğim kadar sesli bir şekilde o muhabbetin içine ''portakal'' diyecektim. oyunun ödülü ise otuz yaşıma gelmeden aynı böyle bir ofis sahibi olacağımdı. riskliydi ama ödül süperdi.
    avukat ayşe hanım : şimdi efendim, haklısınız ama konuya dair ne kadar içtihat varsa topladım, inanın gerek bilimsel olanları, gerek kazai içtihatlar hepsi tarafımıza...
    kodaman artiz patron: tamam da ayşe hanım, bilirkişi raporu sakat, o olmasa,her şey pırıl pırıl, onu atlayamayız, hakim hiç atlamaz, başka bir şeyler daha bulmamız lazım.
    ben : portakal!
    başaramamıştım. otuz yaşıma geldiğimde böyle bir ofisim olmayacaktı. şaşkın bakışlara üzgün smayli ile karşılık verip odama kaçtım. kendime bi çay aldım. neyse dedim, maldivlere tatile gidip o süper arabadan alacağım ya oraya gidecek heralde paralar dedim. bir daha ki sefere 35 yaş sınırı koyar daha tehlikeli bir oyun oynarım dedim. (lan hala sayenizde çalıyormuş, stop a bas, yann tiersen çal, bir amelie tadı yakala, ama biraz sesi kıs, tamam)
    patron geldi, arkada çalan fon müziğinden olsa gerek, odaya fırlatmak üzere kafasının üzerinde yer alan sert hatlı soru işaretini tam atacakken, geri alıp, şişko ve yumuşak hatlı bir soru işareti koydu masama sakince.
    ''oyun oynuyordum'' dedim. ve anlattım olanca samimiyetimle, bütün oyunlarımı değil tabi, sadece portakalı. saygısızlık sanmayın, hep yaparım dedim. her zaman oyun oynarım ben, çocukluğumdan beri binlerce oyunum var.
    tamam dedi. kızmadı, şişman soru işaretini masanın üzerinden alıp kendi oyununun kurallarını koydu masanın üzerine, hah, bende de vardı bu, ama hiç iki kişilik oynamamıştım ve ikinci kişiyle birlikte daha tehlikeli ve iddialı kurallar, ödüller gelmişti.
    insan tanıma oyunu. adliyeye gittiğimizde yahut herhangi bir nedenle kalabalık bir yerde otururken oynayacaktık. bir kişiyi seçip, ne iş yapar, şu an ne düşünüyor, çocuğu var mı, aşk acısı çekmiş mi, puştun önde gideni mi, yoksa naif, iyiniyetli bir insan mı, hangi yemeği çok sever, tartışır ve en zor kısmı, adını bulmaya çalışırdık, diğer sorular kavga gürültü bir şekilde birinin diğerini bastırması ve diğerinin de onu haklı bulmasıyla halloluyordu ama adını öğrenmek zor oluyordu. biz diğer soruları tartışırken kişi kaçmışsa, isim bulma mevzusu da kavga gürültü ve ben senden büyüğüm, ayrıca patronum kalıbı ile kaybetmeme yol açsa da eğer kişi gitmemişse, yanına asssslıııııııııııı diye koşarak gider, hanımefendi de ha?? ne?? derken, ''pardon hanımefendi sizi aslı zannettim, güzel adınızı bahşeder misiniz?'' diye bir şekilde adını öğreniyordu. iki hafta tatil kazanmışlığım var bu oyunlardan.
    yıllar geçti tabi. otuz yaşıma 3 yıl kaldı, henüz arabam yok, maldivlere de gidemedim. bahçeli ofisim olur mu bilmem üç sene içinde.
    ama oyunlarım var, her ne kadar hayat geçerken vakit öldürmek için yapılıyor gibi görünse de, hayatımın o günki amacı haline gelebilen, umut veren, hedef gösteren oyunlarım var.
    müzik açık kalmış. sıradaki şarkı bana gelsin oynayalım mı?
  • şimdi: gözlerini kapa, başka şeylere bakarken olmaz. gözlerini kapa, bana bakarken de olmaz. ayna olacağım ben sana, sen içime diktiğin gözlerinle kendini göreceksin. ben de öyle bakacağım sana. sonsuz görüntülere karışacağız. ben senin memeni tutarken kendime dokunacağım misal. sen beni öperken kendi dudağını kanatacaksın. kaptıracağız. ne annen çağıracak seni bu oyundan, ne akşam ezanı benden kurtaracak. sen sıkılınca beni kıracaksın, ama senin de canın yanacak.
  • geçmişteki bazı mesajlaşmalarımı metin haline getirip, daha doğrusu temize çekip, tarihleri ve süreleriyle, word dosyaları olarak saklamışım. az önce belgelerden birine tıkladım. felsefe yüksek lisansı yapan iki kişi arasında yapılmış 7 dakikalık bir yazışma. benim estetik, onun fenomenoloji çalıştığı zaman aralığında oynanmış bir "ben neyim?" oyunudur. gün ışığına çıkarmak istedim. belki bir gün hepsini çıkarırım. kim bilir.

    - oynayalım mı?
    + oynayalım.
    - sana doğru şiddetli bir meyilim var.
    + bilincin mi bana meylediyor?
    - bedenim bilincime dahil mi?
    + bedenin her şeye şiddetle dahil.
    - sana şiddetle meylediyorum.
    + bende sabitleniyor musun?
    - sende sabitlenmiyorum, sende dağılıyorum.
    + ozaman bir düşünce değilsin, bir hissin.
    - sende dağılan bir hissim.
    + yönün neresi?
    - sen.
    + bende bana doğru dağılan bir hissin.
    - beni içerden yıkan daimi olumsuzluksun.
    + bensiz bir hiçsin.
    - sensiz bir hiçim.
    + benimle oynayabiliyor musun?
    - seninle yalnızca oynayabiliyorum.
    + aniden miyim?
    - sen anidensin. ben senden dolayı.
    + beni hatırlıyor musun?
    - çok iyi bildiğim bir ismi unutmuşum gibi.
    + benden bahsediyor musun?
    - seni susuyorum.
    + beni özlüyor musun?
    - sana hiç kavuşamadım.
    + beni yaratıyor musun?
    - her gün, her çağ, yeniden ve yeniden.
    + buldum.
    - nesin?
    + söyler miyim?
    - söyler misin?
    + şiirim?
    - sus.
    + ben şiirim :)
  • en büyük eğlencesi dexter izlemek olan 5 kişilik arkadaş grubumuz 6. sezon finalini ve "9 ay nasıl bekliycez lan" muhabbetini tükettikten sonra olaysız bir şekilde dağılma noktasına geldi. grubun yardımsever kişiliğiyle tanınan elemanı ender, asosyallikte çığır açmış ve dağılmak için ayaklanmış olan grubumuzu kurtarmayı bir sosyal sorumluluk projesi olarak gördüğü için ortaya enteresan bir fikir attı. "beyler daha erken, hadi bir oyun oynayalım lan".

    biri size yüzeysel bir teklifle geldiğinde mutlaka içeriğini öğrenmeye çalışın. biz, yani ender dışındaki dörtlü, "oyun" kelimesinin cazibesine kapılıp detay sormadık kendisine. "tamam abi"ler havada uçuştu ve tekrar salona döndük.

    verdiğiniz kararları uygulamanıza engel olan insanlara sebepsiz bir inançla bağlanırsınız. biz de bu inançla "ee n'apıcaz lan?" diyemedik ender'e. neyse ki kendiliğinden açıkladı. "abi geçen 'zar adam' diye bi kitap okudum. herif zar atıyo ve ne gelirse ona göre davranıyo. biz de öyle bi'şey yapalım lan. zar var mı evde?". gözler hem ev sahibi, hem grubun en fırlaması hem de aramızda kumara en yatkın birey olan koray'a çevrildi. koray "tavlanın içinde olacaktı iki tane" deyip zarları almaya gitti. bu arada ender bizi oyunun detaylarına boğmaya başladı. "bakın şimdi 6 tane yapılması göt isteyen şey yazacaz. herkes attığı zara göre yazdığımız şeyi yapacak tamam mı? dur lan hatta iki zarla oynayalım, diğer zar da yazdığımız şeyi kaç kere yapacağımızı belirlesin uyar mı?" ender dışında hiçbirimiz kitabı okumadığından ilk kez duyduğumuz bu oyun sistemi çok heyecanlı gelmişti. zaten itiraz edecek olana yöneltilecek "korkak, ödlek, sünepe, götü yemedi" gibi rencide edici kelamlar nedeniyle herkes oyunun mantığını çok beğenmiş rolünü oynuyordu.

    ender, zarları getiren koray'a, görev listesini yazmak için bir de kağıt kalem getirmesini söyledi. sonra bize dönerek "evet beyler zor görevler belirliycez şimdi. yalnız bunları belirlerken 'bana çıkarsa ben yapamam' diye korkarak değil, 'başkasına neyi yaptırsam cesurca olur' düşüncesiyle hareket etmeliyiz. bu konuda da hemfikirsek tekliflere geçelim. evet pastor ne diyorsun?" ilk fikrin bana sorulması sinir sistemimde ufak çapta bir gerginlik yaratsa da iyi bir açılış yapmam gerektiğini düşünerek "karşıda kalan kızlardan kapıyı ilk açanı öpelim" dedim. bu sırada koray kağıt ve kalemle geldi. ender kırtasiye malzemeleri fetişistiymiş gibi hemen koray'ın eline atıldı ve aldıklarını kullanarak benim fikrimi birinci sıraya yazdı. ikinci sırayı doldurmak üzere kafasını kaldırınca "beyler yalnız hiçbirimizin kızlarla arası playboy'luk düzeyinde değil, o yüzden listede karşı cinsle ilgili bu kadar madde yeterli bence. sonra üzülüyosunuz ben teskin ediyorum lan. koray sen çok yoruldun, de bakalım ne yapalım?" koray'ın aklında evinden eksilen biralar ve çerezler vardı, yani teklifin ne olacağını az biraz tahmin edebiliyorduk. bizi yanıltmadı ve "köşedeki kuruyemişçiden bira ve çerez çalalım" dedi. ender "ikinci de tamamdır. koray'ım sen evsahibi olman hasebiyle bir madde daha söyleyebilrsin". tekrar evdeki eksiklerini düşünen koray bira ve çerezden başka bir şeye ihtiyaç duymadığını fark edince başka alanlara geçti ve "bu ayki kiramı ödeyin lan" dedi. ender'in "olmaz oğlum onun tehlikesi yok" itirazı anında sonuç getirdi ve koray teklifini "evsahibini dövelim o zaman" diyerek güncelledi.

    üç görev daha belirlememiz gerekiyordu. ender "mustafa'm sen ne diyorsun?" diyerek rotayı grubun en mülayimine çevirdi. mustafa şöyle bir çevresine göz gezdirdi ve tel zımbayı görür görmez durdu "elimizi zımbalayalım". biz kendisini suskun, zararsız ve iyiniyetli biri olarak bilirken, herif muhtemelen dexter izlemenin de katkısıyla saykoya bağlamıştı. ender "mustafa'ma bak hele sen. neyse dördüncü görev de tamamdır. ibo sıra sende topraam. attır şöyle inceden bi teklif". ibo "zaten hazırladıydım topraam. üstümüze kaynar su dökelim". ibo'nun tavrına dexter'ın neden olduğunu düşünmüyordum; çünkü psikopatlık herifin içine işlemişti. antalya'ya tatile gittiğimiz bir nisan gecesinde denize atlamış, bir saatten fazla da orda kalmıştı. suyla ilgili bir sorunu olduğundan emindim.

    son maddeyi ender "aslında daha manyakça bir şey düşünmüştüm ama gördüğüm kadarıyla hepiniz psikopat çıktınız. o yüzden sizinkilere oranla daha light bir teklif yazıyorum altıncı sıraya. geçen gün takıştığım komşumun arabasına zarar veriyoruz".

    böylece listemiz şu şekilde oluşmuştu:

    1) karşı dairedeki kızlardan kapıyı açanı öpmek
    2) köşedeki kuruyemişçiden bira ve çerez çalmak
    3) koray'ın evsahibini dövmek
    4) eli zımbalamak
    5) üste kaynar su dökmek
    6) ender'in komşusunun arabasına zarar vermek

    listenin bütününe baktığımızda gerçekten bize gelmesinden imtina edeceğimiz maddelerin olduğunu gördük. ve bu oyunu sakin gecemizin içine sokan ender'in getirdiği yenilik, yani listedekileri kaç kere yapacağımıza dair zar atmak, telaşımızı ve korkularımızı da atacağımız zar kadar katlayacaktı.

    maddeleri nasıl yapacağımıza dair endişeli bakışlarla birbirimizi süzdüğümüz sırada, ender'in soğukkanlı cümlesini duyup ona odaklandık "şimdi sırayla ikinci zarı atacaz. pastor başla abi".

    teklif sırasına göre zarlar atıldı. hangi maddenin kaç kere yapılacağı saptandıktan sonra sıra en önemli ana, kimin hangi maddeyi yapacağına geldi. yine teklif sırasına göre zarları attık. ben 6 attığım için ender'in komşusunun arabasını hırpalamak bana düştü. bütün veriler toplanınca kağıt üstünde şöyle bir tablo çıktı ortaya:

    1) karşı dairedeki kızlardan kapıyı açanı öpmek
    2) köşedeki kuruyemişçiden bira ve çerez çalmak - 4 kere - mustafa
    3) koray'ın evsahibini dövmek - 6 kere - koray
    4) eli zımbalamak - 5 kere - ibrahim
    5) üste kaynar su dökmek - 2 kere - ender
    6) ender'in komşusunun arabasına zarar vermek - 3 kere - pastor

    bu manyak gecede hiç kimseye kızların çıkmaması bizim için hayal kırıklığı kızlar için (farkında olmasalar bile) sevindiriciydi. mülayimken psikopatlığa terfi eden mustafa'nın, soygun maddesini seçmesiyle bir daha asla eski mustafa olamayacağını çok iyi biliyorduk. koray çok hızlı koşardı, hatta evsahibini 1 kere olmadı 2 kere dövüp çaktırmadan kaçacak kadar hızlı koşardı; ama 6 kerede adam mutlaka bizim koray'ı tanır ve evden atardı. ibo şanına yaraşır bir madde seçmişti. ibo'nun teklif ettiği kaynar su maddesi ise oyunu teklif eden ender'e çıkmıştı. kanımca en zorlanacak olan o'ydu. bense nispeten sıyırabilirdim, komşunun arabasında alarmı öttürmeyecek 3 ölü nokta bulmam yeterliydi.

    ender'in oyuna start vermesi gerekiyordu ama attığı zardan memnun olmadığı için cesaretini toplayamadığı belli oluyordu. beş dakika sonra "beyler başlıyoruz. ben ve ibo dışındakilerin görevi dışarda olduğu için dağılacaz. 1 saat sonra yaptıklarımızın ispatıyla birlikte yine burda buluşacaz. anlaşılmayan bir nokta var mı?"

    ses gelmeyince "haydi" komutuyla herkes ayaklandı. ben, koray ve mustafa aşağı indik. koray'ı evsahibine, mustafa'yı da kuruyemişçiye uğurlayıp ender'in oturduğu apartmana doğru yollandım. apartmanın önüne gelince arabayı hemen tanıdım; çünkü komşusuyla takıştığı gece ender'de toplanmıştık ve kavganın nedeni adamın arabasını yanlış yere park etmesiydi.

    sessizce arabaya sokuldum. önce alarmını kontrol ettim ve gördüğüm manzara karşısında inanılmaz bir rahatlama hissettim. evet, arabanın alarmı yoktu. etrafa bakınıp kimsenin olmadığını görünce iki sileceği söküp, sol aynayı kırdım. aldığım parçaları ceketimin iç cebine koyarak koray'ın evine doğru hızla koşmaya başladım.

    eve vardığımda koray hariç herkesin toplanmış olduğunu gördüm. dikkatimi ilk çeken ibo'nun zımbalı ve kanlı eliydi. mustafa'nin önünde içinde bira ve çerezlerin olduğu siyah bir poşet vardı. ender'in üstü sırılsıklam, yüzü kıpkırmızıydı. ben ceketimin iç ceplerindeki araba parçalarını masaya koyarken koray geldi. ağzı, yüzü ve sağ eli kanamıştı.

    herkes üstüne düşeni yapmış görünüyordu. ender yine sazı eline alarak çığırtkanlığa başladı "beyler bu adrenalin dolu geceyi birlikte paylaştığımız için, korkmadan şansımızın gösterdiği doğrultuda ne gerekiyorsa yapmış olduğumuz için, bu geceyi ilerde çocuklarımıza anlatamayacağımız ama birbirimize bakıp bakıp yıllarca tebessümle hatırlayacağımız için onur ve gurur duyuyorum".

    uygulayacağınız kararları sizin yerinize veren insanlara sebepsiz bir nefret duyarsınız. bu nefret, böyle hamasi bir nutku hak edenler tarafından, hak etmeyenlere karşı hissedilebilir.

    işte sinirli olduğu nefes alma sıklığından belli olan ibo'nun "beyler ender yapmadı, kendini ılık suyla ıslattı, yüzünü de karşıdaki kızlardan aldığı allıkla kızarttı" sözleri, itiraflardan oluşan bir domino diziliminde yanındaki domino taşını düşüren ilk parçaydı.

    bizi bu hezeyana sürükleyen, üstüne üstlük bağıra çağıra gurur duyduğunu söyleyen ender hiç konuşmadı, "niye ispiyonladın" diye ibo'ya çıkışmadı. zaten düştüğü durum karşısında başka birine yönelttiği hiçbir saldırı onu temize çıkaramazdı.

    ender'in yaptığının şokunu atlatamadan mustafa'dan "ben de biralarla çerezleri parayla aldım" itirafı geldi. hemen akabinde de ilk ağızdan koray'ın evsahibini dövmediği, mahalle kahvesinin arkasındaki boş arazide kendini yumrukladığı bilgisi. anlaşılan kendi seçtiğimiz bir oyunda, kendi attığımız zarların belirlediği görevleri sadece ben ve ibo yapmıştık.

    özetle, herkesin yapabileceği, altından kalkabileceği, baş edemeyeceği, baş edemediği halde havasını atabileceği şeyler vardır. o gece üstümüze düşen görevler daha farklı olsaydı yine fire verir miydik bilmiyorum. bildiğim tek şey, kendini yakmadığı, evsiz kalmadığı ve cebinde parası varken çalmadığı için arkadaşlarıma asla kızamayacağımdır.

    oyunlar, kaybedenin üzüntüsünün, kazananın sevincinden daha az sürdüğü zaman güzeldir. ve hiçbir oyun kazanmaya değecek kadar önemsenmemelidir.
  • dilimizi böyle kelimeler yüzünden çok seviyorum. nefis bir emir kipi. oy-un. altını oyun, içini oyun, didikleyin. (burada parantez açıp muhammed isa aşkına, yattığım ranza aşkına bu kelime oradan gelmiyor diye düzeltmeyin rica ederim. iki dakka o bilinçli bağlantıyı tahayyül edip sevinmemin kime ne zararı var)

    ne diyordum, evet oy-un. sıkıcılıkla başa çıkmanın süper yolu. çocuklukla özdeşleştirilmesi çok anlaşılır. niye? çünkü çocuklar sıkıldıklarını bilir. benim mesela, dünya denen bu gezegendeki ilk 12-13 yılımda en çok duyduğum kalıpları sıklığına göre sıralayabilsem ilk sırada açık ara “sıkıcı can iyidir, kolay çıkmaz” kalıbı çıkar. günde 5 kez falan duyuyordum bunu. niye? çünkü “canım çooook sıkılıyor” diyordum hep. dikkat ettim çocuklar ne çok “canım sıkıldı, canım sıkılıyor, çok sıkıldım” diyorlar. oysa yetişkinlerden bu sıklıkta asla duymuyoruz bu şikayeti. yetişkinler sıkılmadıkları için mi? alakası yok. hatta bilakis, büyüdükçe pat pat pat yığılan sorumluluklar, üzerimizde devleşen toplum baskısı vs canımız çok çok daha fazla sıkılıyor aslında. ama büyümek belki de sıkılmaya alışmaktır. büyümek, can sıkıntısını omzundaki güneş lekesi gibi benimsemektir. arada bir omzunu çıplak görğnce aynada fark eder dudak bükersin ama 3 saniye sonra unutursun çünkü eline krem sürecek veya çamaşır katlayacak veya ayakkabı seçeceksindir. can sıkıntın derine işlemiş artık parçan olmuştur. çocukken ama niye canım sıkılıyor isyanın canlıdır hala, gölgen gibi ayaklarına yapışmış o karaltıdan çifteler atarak kurtulmaya çalışacak kadar toysundur.

    çocuklar o yüzden oyunlarını göstere göstere oynar, göstere göstere arar. ehlileştirilmiş can sıkıntısı çuvalları olarak böyle uysalca koltuğa çöreklenmez.
  • ezginin günlüğü'nün yıllar önce çıkardığı albüm ve albüme adını veren parçası...şimdi sözlerini yazmaz isek ayıp olur;

    "...
    yundun yıkandın suyumda
    yangınımdan ziyansız çıktın
    bulutuma dokundun güneşimi tuttun
    dağlarımı denizimi göğümü aştın

    dize geldi zaman eğildi önünde
    ah efendim bırak beni

    bir başım var alıp gideyim
    ah efendim bırak gideyim

    oyun bu, sen kazandın ben kaybettim
    küçücüktüm
    neler neler gelirdi aklıma, hala gelir
    sarhoş olurdum geceden

    yıldızlara böceklere hesap verirdim sade
    ah efendim, bir başım var alıp gideyim ben kaybettim

    geldin oturdun soframa
    yaktın beni canımı küle çevirdin
    ateşim suyum gülüm vardı
    yedin beni herşeyimi tükettin

    dize geldi zaman eğildi önünde
    ah efendim bırak beni
    bir başım var alıp gideyim

    ah efendim hiç anlamadın
    sen kazandın ama ben haklıydım
    ..."
hesabın var mı? giriş yap