• neden bilmiyorum ama anders'ın kafedeki konuşmalara kulak misafiri olduğu sahneden ayrı bir etkilendim. ki başlığa yazılanlara bakıyorum ve evet yalnız değilmişim diyorum. ama ben hakikaten nedenini bilmek istiyorum. anders karşı masada oturan kızın konuşmasını dinlerken içim acıdı resmen; tutamadım biraz da ağladım. atlas'ın o sıkış tıkış koltuklarına ilk defa bu filmde lanet ettim hatta; bir rahat ağlanılmıyormuş burada be diye söylendim içimden. bitiş sahnesi de ayrı bir vurucuydu tabii ama yok ben bu filmi hep bu sahneyle hatırlayacağım.

    filmi izlemeyecek bile olsanız okumaya değer:

    --- spoiler ---

    evlenip çocuk yapmak istiyorum.
    dünyayı dolaşmak, bir ev almak...

    romantik tatillere gitmek, gün boyu
    sadece dondurma yemek istiyorum.

    başka ülkelerde yaşamak.
    ideal kiloma inip orada kalmak.

    harika bir roman yazmak.
    eski arkadaşlarla haberleşmek.

    bir ağaç dikmek istiyorum.
    nefis bir akşam yemeği hazırlamak.

    kendimi başarılı hissetmek.

    buz banyosu yapmak, yunuslarla yüzmek.
    gerçek bir doğum günü partisi vermek.

    yüz yaşına kadar yaşamak.
    ölene dek evli kalmak.

    bir şişede coşkulu bir mesaj yollayıp,
    aynı derecede ilginç bir cevap almak.

    tüm korkularımın üstesinden gelmek.
    bütün gün bulutları izleyerek yatmak.

    antikalarla dolu eski bir ev almak.
    bir maratonu sonuna dek koşmak.

    harika bir kitap okuyup, güzel
    cümleleri hayatım boyunca hatırlamak.

    hislerimi yansıtan
    harika resimler yapmak.

    bir duvarı sevdiğim resimlerle
    ve sözcüklerle kaplamak.

    sevdiğim dizilerin
    tüm sezonlarına sahip olmak.

    önemli bir konuya dikkat çekip,
    insanların beni dinlemesini sağlamak.

    paraşütle atlamak, helikopter kullanmak,
    çırılçıplak yüzmek.

    her gün aradığım türden
    iyi işi bulmak.

    romantik ve eşsiz bir evlenme
    teklifi almak. gece açık havada uyumak.

    besseggen dağına tırmanmak, bir filmde
    ya da ulusal tiyatroda rol almak.

    piyangoda milyon kazanmak.
    faydalı işler yapmak.

    ve sevilmek istiyorum.

    --- spoiler ---
  • insanın kendi zihnine sıkışmasının nasıl bir şey olduğunu gözümüze soka soka anlatan film. aslında ana karakterin etrafında bir ton pozitif şey yaşanıyor. partide tanıştığı kız, iş görüşmesinde eski bir uyuşturucu bağımlısı olduğunu anlatmasına rağmen onu işe almak isteyen adam, evine misafir olduğu arkadaşı, birbirini hala çok seven bir anne ve baba. orospu çocuğu kardeş dışında hayatına olumlu yönde devam edebilmesi için bir çok şans çıkıyor karşısına.

    buna rağmen filmin başladığı gibi bitmesi çok güzel olmuş. çünkü asıl anlaşılması gereken nokta: insan o zihin zehirlenmesini yaşadığı zaman önüne gelen fırsatlar bile anlamını yitiriyor, olumsuzluklar dışında kalan her şeye kör kalıyor. zıtlıklarla birlikte anlamaya alışkın olduğumuz dünya beyaz olmadan siyaha bürünüyor. tahminimce o evreye gelindiğinde halihazırda beyin eror vermiş oluyor.

    filmin o kadar çok övülecek sahnesi var ama benim için en vurucu sahne: partide tanıştığı kızın havuza sensiz girmeyeceğim dedikten sonra 2-3 saniye kadar bekleyip havuza atlamasıydı. bu sahneyi tam olarak açıklayamıyorum ama hayatının bir kısmında eylemsizliği denemiş insanlara çok tanıdık duygular hissettireceğine eminim.
  • oslo'dan ayrilacagim gun filmdeki cafe sahnesinin gectigi yeri nasil bulurum acaba diye dusunmekteydim. karl johans gate'in ara sokaklarinin birinde sinematek'i bulmamla iceri girmem 1 oldu. resepsiyondaki gorevliyi darlamamin ardindan yerini tarif etti. 1 gun once -farkinda olmadan- onunden gectigim cafeye gittigimde garson kizlar burasi degil dediler. haydaa demeye kalmadan yakindaki kunsthaus dedikleri mekandaki elemanlari gormem iyi oldu. biraz norvec sinemasi uzerinden sohbetin ardindan cafeye geri dondum. 2 ay once el degistirdigi icin garsonlarin cogu filmden habersiz vs. cafemi alip anders'in oturdugu masaya gectim. tek 1 kelime norvecce bilmedigim icin cevreye ilgi ceken gozlerle baktim vs. mekan hakkaten etkileyici adresini de yazalim da yolunuz duserse bir kahve siz de icin : espresso house, parkveien 27
  • dünyanın neresinde olursanız olun, ne imkanlar önünüze serilmiş veya serilmemiş olsun, küçük dünyanıza sıkıştınız mı, içinden kolay kolay çıkamayacağınızı, dış dünyada yaşananları "hiç" bulacağınızı, en ufak şeylerde bile nasıl kolay kırılacağınızı ama kimse ya da hiçbir şey sizi eskisi kadar ilgilendirmediği için bir o kadar da kolay kırabileceğinizi yine de hayatta en çok istediğinizin "sevilmek", "bir işe yaramak" olduğunu hiç dolambaçsız anlatan güzel bir film. hele ki böyle bir hayata tanıklık etmişseniz, birkaç huzme yaş akar gider.
  • anders "uygun görülmeyen" şeylere bağımlı, çünkü hayatında bağımlı olabileceği başka bişey yok, bağlanma ihtiyacını gidermeli.
    her şey yolunda giderken, bunun aslında bir yanıltmaca olduğunu görmek insanı yoldan çıkmaya ve yoldan çıkmayı savunmaya itebilir, anders bunu yapmalı.
    tek bir doğru yok, olabilir mi zaten? tepeden inme "evet artık her şey yolunda" saçmalığı da neyin nesi? aslında tedavi ya da başka bişey yok, aslında sadece ikna var. "evet her şey tamam hadi bunu kabul et ve seni kontrol etmemize izin ver" daha neler... ikna bir tedavi değil, zaten bağımlılığın tedavisine de inanmıyorum.
    her şeyin sonunda, anders'ın yürüdüğü sokakların, yüzmediği havuzun, dolandığı bahçenin anders'siz halini görüyoruz. şu dünyadan yok olup gitmemizin hiç bir anlam ifade etmediğini ama var olmamızın bir fark yaratabileceğini anlıyoruz.

    film ilk on dakikasında bir yerlerde, lykke li posteri var.

    not: bu filmin tam metnine ihtiyaç duyuyorum ama bulamıyorum. nerden bulacağımı da bilemiyorum.
  • hani birbirimize sorup duruyoruz ya, "ne iş yapıyorsun? diye. verilen cevapları beğeniyoruz, beğenmiyoruz, yorumlar yapıyoruz, kıskanıyoruz, halimize şükrediyoruz... işte yaptığımız tüm mesleklerin üzerinde olan ve yeryüzündeki tüm insanlar için ortak olan tek gerçek mesleği, bu film sayesinde buldum.

    önce; kafe sahnesindeki kızın, hayatı boyunca yaşamak istedikleri ile ilgili yaptığı upuzun listenin tüm maddelerini boşverin ve son dileğine bakın;

    "ve sevilmek istiyorum."

    sonra; kendisine ne iş yaptığını soran kıza, anders'in verdiği cevabı dinleyin;

    "sevgi arıyorum. birileri bana acısın istiyorum."

    her gün, her gün, sevgi aradığımız, sevilmek istediğimiz bir dünyada, diğer tüm meslekler anlamsız kalıyor. üstelik karşılığında para da almıyoruz... keşke hepimiz aynı cevabı versek. en azından birbirimizin ağzından duyardık, ortaklığımızı. belki birbirimize, hiç olmadığımız ve olmayacağımız kadar, yakın hissederdik.

    https://www.youtube.com/watch?v=crbldrrcunq
  • bir hiçsin. yoksun aslında. şimdilik var olduğun yanılgısı içerisindesin. senden önce yüz milyara yakın insan var oldu, toprağa karıştı ve yok oldu. senden sonra da milyarlarca insan doğacak ve yaşayacak. ölümünün ardından üç gün sonra arkandan ağlayan kimse kalmayacak. en fazla yıl dönümlerinde hatırlanacaksın. o da en iyi ihtimalle kırk, elli sene sürecek. yüz sene sonra adını kimse hatırlamayacak. neler yaptığını, kiminle seviştiğini, en sevdiğin yemeği, hangi üniversitede hangi bölümü okuduğunu kimse bilmeyecek. hayat, sensiz olduğu gibi devam edecek. güneş doğacak, batacak, insanlar işlerine koşuşturacak... büyük bir eser bırakmanın da teoride bir önemi yok. hatırlanman bir şeyi değiştirmiyor. çürümüş bedenin, hakkında yapılan iltifatları duyamayacak. zaten milyonlarca yıl sonra belki insanlık bile kalmayacak. birkaç milyar sonra dünyada bir yaşamın olduğuna dair iz bile bulunamayacak. on milyar yıl sonra güneş sistemin dağılacak, parçalanacak. yüz milyar yıl sonra...

    anlayacağın gerçek anlamda bir hiçsin. yazdığın akademik makalelerin bir önemi yok. çocuğunun diş kaşıyıcısının nerede olduğunun ise hiçbir önemi yok. girdiğin iş mülakatları, arkadaşların, ailen, sevgililerin, bunların hepsi bir ilüzyondan ibaret.

    -spoiler-

    sağlık merkezinden çıkar çıkmaz yanına uğradığın dostun seni zerre umursamıyor. onun aklı fikri kimsenin okumadığı makaleleri. sen ona dertlerini anlatırken onun tek derdi proust'tan hiçbir şeye hizmet etmeyen alıntılar yapmak. seni dinlemiyor bile. dinliyormuş gibi yapıyor. sen konuşurken onun aklından geçen bebeğin diş kaşıyıcısının nerede olduğu. akşama gelmen için davet ettiği yere kendisi gitmeyecek kadar umursamaz bir insan. sana haber vermeyecek kadar da unutkan. sabah görüştüğün arkadaşın seni çoktan aklından silmiş. senin için endişeleniyorum demesi tamamıyla bir vicdan rahatlatması. sen onun vicdanen yaptığı bir mastürbasyondan ötesi değilsin.

    gittiğin anlamsız iş görüşmesine ne demeli. mülakatta söylediğin onca zekice şey... karşındakinin umurunda mı sanıyorsun. aradığı, çıkardıkları boktan dergiyi öven yalaka bir tip sadece. dertlerinden bahsettiğin an adamın gülmeye başlamasına ne demeli. senin dertlerin başkalarına mizah malzemesi olur. bu hep böyle değil midir zaten?

    kız kardeşine ne demeli? seni görmeye bile tenezzül etmeyen bir insan seni ne kadar umursayabilir? tek düşündüğü senin kendini öldürmemen. onu da muhtemelen senin ölünle uğraşmamak için istiyor. şimdi intihar edeceksin, millete bunu anlatacaklar, cenazenle uğraşacaklar, ağlayacaklar filan. onların rutinini bozmaya ne hakkın var.

    eski arkadaşların... seni gördüklerinde nasıl olduğunu kimse sormuyor bile. akıllarına gelen tek şey eski, saçma bir hikaye. onu da sırf eğlenmek için hatırlıyorlar. insanların sohbetine bir malzeme olmaktan fazlası değilsin. eski kız arkadaşın seninle azıcık konuşuyor. onun da tek derdi çocuk yapmak. boktan evliliğini çocukla süslemek. ne büyük dert.

    dans ettiğin o kız. seviştiğin hani. azıcık bir şeyler hisseder gibi olduğun. sen girmeden havuza girmem diyen ama saniyesinde söylediğini unutup kendi eğlencesine dalan kız.

    ve telefonlarına cevap vermeyen eski sevgilin...

    hepsi kendince haklı aslında. sen de haklıydın intihar etmekle. varlığının bir şeyleri etkilemediği bir dünyada yokluğunun da bir önemi yoktu.

    -spoiler-
  • nasıl ki albert camus’nün varoluş sıkıntısı çeken kahramanı meursault, bambaşka bir yaşam biçimi ile türkiye’de aylak adam’ın c.’si olarak can buldu; bu filmde de yine farklı bir yaşam ama ortak sıkıntı kimliğiyle, norveç semalarından anders olarak var oldu. eh, var oldu ama sorun da zaten tam olarak burada başladı; ne için var oldu?
    varoluş sıkıntısı çeken meurasult’nun, sinir bozucu bir donukluğu, c.’nin de vurdumduymazlık maskesinin altına gizlediği ama dönem dönem saman alevi gibi parlayıp-sönen bir asabiyeti vardı. gel gelelim ki anders’in tavırlarında ise, o ikisinde olmayan huzursuz bir telaş havası kol geziyordu ve bu yönleriyle her ne kadar birbirlerine uzakmış gibi dursalar da, en başta dediğim gibi: hepsinin sıkıntısı aynıydı aslında*.

    --- spoiler ---

    filmin ilk çeyreği sona erdiğinde, anders’in, arkadaşı thomas ile dışarıda yürüyüş yaparken ettiği cümlelerden, iselin’e ses kaydı bırakırkenki mimiklerinden ya da ablasının sevgilisyle kurduğu kısacık diyalogdan bile anlaşılıyordu anders’teki bu telaş havası. bu detay, önemli bir detaydı çünkü filmin başındaki intihar teşebbüsüyle uyum sağlaması ve filmin inandırıcılığını arttırması için, bu telaş havasının anders’te her daim olması gerekiyordu. (telaş, ancak teşebbüse vardırır, nihayete erdirmez. filmin sonunda bu detayı da görüyoruz)

    şimdi, gelelim filmin kilit noktasına; yani anders’in intiharının sorumlusuna ya da sorumlularına...
    sanırım kimse bu detayı fark etmemiş ama anders’i intihara sürükleyenler, thomas ya da thomas gibi bireylerdir; açıklamama izin verin.
    ilk olarak, her ne kadar thomas, izleyiciye çizdiği portre ile sempatik ve de merhametli bir karakter gibi gözükmüş olsa da, anders ya da anders gibileri bir türlü doğru(!) anlayamadığı için, anders ve de anders gibilerin tepkisini toplamıştır. örneğin, anders gibi adamlar, sırtının pışpışlanmasından nefret ederler ve bu, sinir bozucu ya da aptalca bir takıntı falan değildir. sahiden de onları psikolojik olarak oldukça gerilere iter bu tip merhamet kokulu pışpışlamalar .

    anders: halime baksana! 34 yaşındayım ve elimde, avucumda hiçbir şey yok. sıfırdan başlayamam, anlıyor musun?
    thomas: kolay değil, biliyorum ama... (sırt pışpışlama işlemlerine girişiyor)
    anders: bak, ben merhamet dilenmiyorum!
    thomas: biliyorum. ben sadece “yine de yapabilirsin” diyorum.
    anders: neyi yapabilirim?
    thomas: birçok şeyi. sana destek olan bir ailen var, dostların var, zekisin. hadi ama! klinikteki diğerlerini düşün; onların önünde bu tip fırsatlar yok. (düz adam mantığı: devrede)
    anders: doğru. ama onlar bir depoda iş bulup, eski bir alem arkadaşıyla çocuk yaparsa, mutlu oluyorlar.
    thomas: eh, istediğin buysa, sen de ezik ol o zaman! (burada, thomas, içinden şöyle geçiriyor: “daha ne diyeyim, amına koyayım!? ona yok, buna yok!” oysaki illa bir şey demek zorunda olmadığı, nedense hiç aklına gelmiyor)
    anders: hayır, istediğim bu değil! kahretsin! buraya bunun için gelmedim! bana, kendimi toparlamamı söylemene ihtiyacım yok!

    ikinci olarak, şu “insan, kendini yok etmek istiyorsa, toplum, buna izin vermeli.” konusu. anders’in, intihar konusunu, thomas’ın vakti zamanında kurduğu bu cümle ile açmasından ve de cümlelerinin arasına derin sessizlikler serpiştirmesinden şunu anlıyoruz; anders, bir yandan thomas’a sessiz çığlıklarla “kurtar beni!” diye bağırıyor ama diğer yandan da onun ettiği tüm o merhamet dolu laflara sinir oluyor. bunu da şuradan anlıyoruz; thomas, klişeleşmiş merhamet cümlelerini ardı arkasına sıralayınca, anders, işaret parmağını şakağına koyup derin derin düşünüyor ve sonrasında da bakışlarını hızla thomas’a çevirip, “neyse thomas, sikeyim senin edeceğin lafları, siktir et bu konuyu” dercesine yalandan umut dolu laflar ediyor.

    thomas: önceden de böyle düşüncelerin olmuştu. sonunda daima geçti. gerçi o süreç cehennemden farksızdı ama...
    anders: her şey düzelecek. her şey yoluna girecek.

    ve ikisi de bunun üzerine kahkaha atıyor. ama thomas’ın kahkahası, rahatlamış bir adamın kahkahası iken, anders’inki, bıçağın sivri tarafını yalayan bir psikopatın kahkahasıydı. haliyle, çok uzun sürmüyor bu kahkaha tufanı ve anders, yeniden ciddileşiyor.

    anders: öyle olmayacağı dışında...

    ve ağlamaya başlıyor anders. eh, thomas ne yapıyor? tabii ki yine uyduruk bir teselli çabası içine giriyor:

    thomas: yapmaaaa...
    anders: neyi yapmayayım!? (bu cümleyi kurarken, anders’in oyunculuğu zirve yapıyor)
    thomas: daha önce üstesinden geldin. (senin ben amına koyayım, thomas!)

    üçünü olarak, anders’in, “her zaman, mutlu insanların geri zekalı olduğunu düşünürüm.” diyerek açtığı konu... buradaki kritik nokta şu; anders, bu cümleyi kurmadan önce thomas şöyle diyor: "kendi yaşamına dışarıdan bakabilsen, senin yaşadıklarını kim yaşasa... yani, bence kim olsa, depresyona girerdi." sonrasında da anders'in ona hak vermesi, ama etrafında mutlu insanlar gördüğünü söylemesi ve bunu tuhaf bulduğunu dile getirmesi geliyor. sonrasında da onların geri zekalı olduğunu düşünmesi vs... buraya 3 tane yıldız koyalım(***) çünkü birazdan dönüş yapacağız buraya.
    buradaki sahnede thomas, kendi var oluşunun özetini sunmaya başlıyor anders’e ve aslında birçok insanın imreneceği bir yaşantıyı (hem iş, hem de özel yaşam) o kadar çok itin götüne sokarak anlatıyor ki, izleyiciye şu mesaj gönderiliyor: “andersin bok gibi bir hayatı var ve mutsuz; thomasın da kendine göre sıkıcı bir hayatı var fakat o, mutlu.”

    işte, o anda her ne kadar filmin henüz 1/3’i tamamlanmış olsa da, tam olarak bu sahneden sonra kesinleşmişti(belki %99) anders’in intihar edeceği. çünkü thomas’ın ettiği tüm laflar, i never promised you a rose garden kitabında geçen bir cümleye dönüşüp, anders’in suratına tokat gibi inmişti: “acı çekmek, sizin tekelinizde değil!”
    oysaki zaten anders ve anders gibiler de bunu istemiyordu ki. allah aşkına, kim isterdi ki acı çekmeyi tekelleştirmeyi? ama thomas bile, cillop gibi yaşantısına rağmen sıkıcılıktan dem vuruyorduysa ve bu sıkıcılıktan dem vururken, hâlâ mutlu-mesut bir şekilde yaşantısına devam edebiliyorduysa; anders, nasıl bir umutla bakabilecekti ki geleceğine? thomas, kendisinin de sıkıcı bir yaşantısı olduğunu anlatarak, anders'e iyilik yaptığını zannederken, aslında ona her şeyin anlamsızlığını hatırlattığının farkında bile değil. oysaki bunu yapmaması gerektiğini henüz birkaç dakika öncesinde, dolaylı yollardan(***) belli etmişti ona anders ama thomas, bunu bir türlü anlamadı.

    zaten anders’in, bu sahnedeki oyunculuğuna çok dikkat edin; hem vücut diliyle, hem de mimikleriyle o kadar harika bir iş çıkarıyor ki, buram buram hissediyorsunuz ondaki o “bunun bir faydası yok” havasını, buram buram hissediyorsunuz ondaki o vazgeçişi. thomas, kendi boktan(?) yaşantısını anlatırken, anders’in bakışlarındaki hüzün, samimiyetsizce gülmesi, buruk bir tebessüm ile yerdeki sabit bir noktaya gözünün dalması... bunları, yaşamayan pek anlayamaz elbette ama olağanüstü bir oyunculuk var o sahnede; intihar fikrini %99 oranında benimsemiş bir adam var.
    misal, aylak adam’ın c.’si, böylesine bir intihar fikrine kapılmamıştı, çünkü yazının başında dediğim gibi, onda huzursuz bir telaş değil, saman alevi gibi parlayıp-sönen bir asabiyet vardı. eğer ki anders’in yerinde c. olsaydı, muhtemelen thomas’a karşı samimiyetsiz gülücükler atmaz, anlattığı o sıkıcı yaşantıya rağmen, onun hâlâ nasıl böylesine mutlu olabildiğinin hesabını sorardı. nitekim benzer bir diyalog, kitapta şöyle geçmişti:

    güler: neden bu katar kötümsersin?
    c.: sen neden değilsin!? çevrene bakmıyor musun? en mutlu görünenlerine bile? bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. sonra? haydi bayanlar, baylar! bu fırsatı kaçırmayın. siz de girin, siz de görün. üç perdelik dram. birinci kısım: dağlar dümdüz. ikinci kısım: ne çok tepe! üçüncü kısım: ova batak. bugünlük bu kadar baylar. iyi geceler. yarın gene bekleriz.

    evet, anders’i intihara sürükleyen, elbette ki thomas’ın o günkü tavrı ve de kurduğu cümleleri değildi yalnızca; yıllardır o kadar çok duymuştu ki bu tip cümleleri ve o kadar çok şahit olmuştu ki bu tavra, hepsi birikmişti ve en sonunda düşürmüştü anders’i varoluş sıkıntısının kucağına. ve bu sıkıntı, öyle bir sıkıntı ki, içinde bu sıkıntıyı hissetmeyenlere, ondan bahsetmesi oldukça kolay olsa da, karşı tarafın seni anlaması bir o kadar zor oluyor aslında. bu yüzden, varoluş sıkıntısını, varoluşçulukla ilgili herhangi bir bilgisi olmayan birisine anlatmak için kendi cümlelerini değil, onun cümlelerini kullanman gerekir. bu, belki gündelik hayattan verilebilecek bir örnek olur, belki de yalnızca basit bir cümle... çünkü sen, kendi cümlelerinle ona bir şeyler anlatmaya çalıştıkça, alabileceğin tepkiler, maksimum thomas’ın yukarıda yer alan tepkileri gibi olacaktır. ama sorun da şu ki, onun cümlelerini kullanırken bile kendi cümlelerini kullandığının(***) farkında olamayacak ve de tam olarak bu noktada tıkanmaya başlayacaksın. işte, zaten esas sınavının da bu noktada başlayacak: tıkandığında, ne yapacaksın? anders de böyle tıkandı nitekim. sessiz çığlıklarıyla birlikte son çırpınışlarını sergiledi film boyunca ama ne thomas’tan, ne iselin’den, ne ablasından, ne de başka herhangi birinden, bu çığlıklarına beklediği yanıtları alamadı ve artık tamamen tıkandığında, should i kill myself or have a cup of coffee cümlesiyle bütünleşti ve de tam havuza girecekken vazgeçip, intihar etmek için eve gitti. burada dikkat edilmesi gereken nokta; o anlarda anders’in vücut dilinde, filmin başlarında olduğu gibi ne bir huzursuzluk kalmıştı, ne de bir telaş... çünkü benliğinin tamamında varoluş sıkıntısı çeken bir adamın, ‘yok oluş korkusu’na ayıracak ne yer kalmıştır içinde, ne de zaman kalmıştır önünde... ona göre artık o saatten sonra ha kahve içmişsin, ha intihar etmişsin; ne farkı var ki?

    --- spoiler ---

    not 1: (#52245817)

    not 2: anders gibilerin değil, thomas gibi iyi niyetlilerin(?) izlemesi gereken bir film.

    not 3: "peki, ne yapsaydı ya da ne deseydi thomas!?" gibisinden isyankar bir soruya cevabım, samimiyetle "bilmiyorum," olur. eh, zaten sıkıntı da bu ya; thomaslar'ın söyleyecek bir sözünün galiba(!) olmaması ve haliyle sonrasında gelen acı bir tıkanmışlık hissi... daha da sonrası..? hah, sanırım kahve molası. ya da ona benzer bir diğer saçmalık, ne önemi var ki..?
  • 31. istanbul film festivalinin yönetmenlik açısından en dikkat edilmesi gereken filmlerinden biri. özellikle anders'in kafede oturup diğer insanları gözlemlediği sekans bir point of view, bir circle of action dersi adeta.
  • film değil bu, başka bir şey. sanat eseri aq. 10 puan verdim. izleyip izleyip ağlıyorum.
hesabın var mı? giriş yap