• çağ sınıflandırmaları ispanya'nın en batı ucu ile istanbul arasında meydana gelen olaylara dayanmaktadır. çünkü şu an dünyanın yöneticisi olan batı medeniyetidir ve doğal olarak kendi tarihlerini okutma hakkın sahip batının ortaçağıdır. (hala ortaçağda olanlar olduğu düşünülürse her coğrafyanın ilkçağı, ortaçağı ayrıdır.)

    kitaplarda şöyle geçer:
    "kavimler göçü ile başlayan ve istanbul'un fethi ile sona eren çağdır."
    aslında şöyledir:
    "bir teknolojik buluşun (aletin) kullanılmaya başlaması ile başlayıp, bir teknolojik buluşun avrupa'da kullanılması ile sona ermiştir."

    kavimler göçü ile başlayan olayları hepimiz az buçuk okul kitaplarından hatırlarız ama unutmayın ki kavimleri göç etmek için de arkadan bir ittiren vardır. orta asya'dan bir ittirme başlamıştır, avrupa etnik yapısının neredeyse bugünkü şekline gelmesini sağlayan bir ittirme söz konusudur.
    milliyetçi ağızdan söylersek "türklerin", tarihçi ağızdan söylersek "hunların" ittirmesiyle, tuna nehrinin batısındaki (sonu got'la biten) kavimler, otobüsün arkasına doğru ilerlemişlerdir. bu da işte yeni bir çağın başlangıcıdır. roma imparatorluğunun ikiye ayrılması madalyonun ön yüzüdür. arka yüze bakarsak; burada bazı sorular sormamız lazım kendimize:

    soru: orta asya'dan gelen kavimler (türkler) nasıl diğer kavimleri ittirebilmişlerdir?
    cevap: mücadelelerde, savaşlarda galip geldikleri için.

    soru: peki neden savaşlarda galip gelmişlerdir?
    (o zaman müslüman da değillerdi, iman gücü olmadan nasıl yeniyorlardı? :)
    cevap: çok iyi at binicileriydiler ve kodumu oturtabiliyorlardı. kılıçla daha dengeli bir biçimde ve daha kuvvetli vurabiliyorlardı. ayrıca at üstünde geriye dönüp ok atabiliyorlardı.

    soru: ee peki gavurların (-ki o zaman daha gavur denmiyordu onlar için) eli armut mu topluyordu? onlar vuramıyorlar mıydı?
    cevap: onlar da vuruyorlardı ama onların vuruşları daha dengesizdi. çoğu zaman kılıç sallayıp attan düşüyorlardı. bu sebeple at kullanmayı pek istemiyorlardı. piyade savaşını tercih ediyorlardı. iyi savaşçı atsız savaşçı demekti.

    soru: nasıl yani ya, herkes bilir ki atlı savaşçı her zaman üstündür. bunu akıl edememişler miydi?
    cevap: hayır. atlı savaşçı, eğer üzengi kullanıyorsa üstündür. üzengi kullandığında atlı savaşçıdır. eğer üzengi kullanmıyorsa boğanın sırtına binmiş insandan farkı yoktur.

    soru: üzengi nedir? ve nasıl bu kadar fark yaratabilir?
    cevap: üzengi atın üzerinde iken ayaklarınızı koyabildiğiniz yere denir. eyer oturduğunuz yerdir, oturursunuz ve ayaklarınızı üzengiye koyarsınız. üzengiye sağlam basıp at üstünde dikilebilirsiniz ve vücut ağırlığınızı kullanarak daha kuvvetli vuruşlar yapabilirsiniz. şöyle düşünün: otururken elinizde bir sopa ile duvara vurun, bir de ayakta iken bir sopa ile duvara vurun. hangisi ile daha güçlü bir vuruş yapabiliyorsunuz? tabi ki ayakta iken. çünkü böylece sadece kolunuzdaki kuvveti değil vücudunuzun ağırlığını da katarak vuruş yapabiliyorsunuz. aynı şekilde ayaklarınızı sağlam bir yere koyup at üstünde geri dönebilirsiniz ve ok atabilirsiniz ama eğer ayaklarınızı bir yere basmıyorsanız at üstünde geri dönmeyi düşünmeyin. zira attan düşmek arkadaşlarınız için espri konusu olabilir. (kavimler göçü döneminde attan düşerseniz yani yerde iseniz hayatta kalmanızın zaten hiç bir şansı yoktur.)

    soru: peki o dönem avrupa kavimleri neden üzengi kullanmıyorlardı?
    cevap: çünkü bilmiyorlardı. şimdiki gibi bir buluş bir yerden başka bir yere anında değil yüzlerce yılda ulaşıyordu. aynı barutun ve kağıdın avrupaya geç ulaşması gibi. hunlar üzengi üzerinde dönemin en güçlü savaşçı grubu idi. avrupalılar ise her çatışmada-çarpışmada kayıp veriyorlardı ve avrupanın batısına doğru göç etmeye başladılar.

    işte kavimler göçü, üzengi kullanan ve bu sayede üstün olan hunların diğer kavimleri çatışa çatışa ittirmesi ile başlamıştır ve kavimler göçü ortaçağ'ın başlangıcı olarak kabul edilir.

    ortaçağ'ın karakteristik özelliği:
    kavimler göçü ile birlikte göç eden kavimler de üzengi kullanmayı öğrenmişlerdir. zaten ittirmenin de bir yerde durmasının sebebi budur. onlar da üzengi kullanmaya başlayınca pek ittirilemez olmuşlardır. aynı zamanda insan kayıplarını en aza indirmek için zırh da kullanmaya başlamışlardır. zırh giymiş ve ata binen bir savaşçı dönemin en büyük askeri silahıdır. (şimdiki çelik yelek giymiş ve gece görüş dürbünü olan bir asker gibi düşünün. eğer yeter sayıda çelik yeleğiniz ve geçe görüş dürbününüz varsa sadece gündüzleri değil geceleri de savaşabilirsiniz, bu da fark yaratır)

    işte bu çağı silahına da herkes sahip olmak istiyordu. ee bu dışarıdan ithal edilemeyecek bir silah olmadığı için kendilerinin üretmesi gerekiyordu. önceden şöyle idi. (örnekle açıklayalım. o zaman kavimler vardı ama biz krallıkmış gibi açıklayalım zira kavimler böyle krallık oldu) bir kral vardı ve köyler vardı. kralın ordusu vardı. o kadar. ama yeni dönemde bu tek bir merkezden idare edilemeyecek bir işti. zira kral sadece çok etkin olduğu bölgede vergi toplayabiliyor ve asker yetiştirebiliyordu. bu sefer yeni bir yönetim şekli geliştirildi. istanbul'un parsel parsel satılması gibi krallık da parsel parsel vassal'lara verildi. vassal'ın tek amacı kral'a verdiği askeri güç destağini sağlamak ve yaya yaya kıçının üzerine oturmaktı. çünküüüüüü yeni askeri güce sahip olmak istiyorsanız gerekenler:
    1) eti budu kuvvetli, kılıç kullanmakta yetenekli, iyi beslenmiş bir insan
    2) askerin silahları, kılıç ve zırhı, atının zırhı ve eyeri, üzengisi
    3) madde 1 ve 2 de sayılan büyük ağırlıyı taşıyabilecek güçlü kuvvetli bir at

    bu da kral için kendi topladıkları ile yapamayacağı bir şeydir ama eğer ülkeyi küçük parçalara ayırırsa yerinden yönetimle istediğini daha kolay elde edebilir (dinsizin hakkından imansız gelir mantığı) hatta bu vassallar soylu insanlardır (kral soylu derse soylusundur)

    işte böyle başladı hikaye... vassallar kendisine bağlı köylere sahipti, bir de önce malikane, sonra kale yaptırdılar kendilerine, kalede köylü kölelerini sömürerek asker ve at sahibi oldular. kral çağırdığında da savaşa gittiler. bazıları gitmedi, bazıları gitti, bazıları kralın yanında gitmeyenlere karşı savaştı, bazıları krala karşı savaştı. bazıları bağımsızlık ilan etti v.s. yani braveheart - cesur yürek filminde izledikleriniz oldu.

    bir dönem geldi ki vassal'lar krala değil, kral vassal'a mecbur olmaya başladı. bunun sebebi de atlı savaşçı çok iyidir ama yüksek duvarları aşamaz. yüksek duvarlı ve iyi korunan bir kaleye sahipseniz sittin sene kral sizi yerinizden edemez. mancınık falan da hikaye, taşla taş yıkmak ancak dokuz taş oynarken üstüste dizilen daşlar varsa mümkündür. iyi örülmüş bir duvarı mancınıkla yıkmak neredeyse imkansızdır. (zaten ondan hep kapıya saldırırlar ya) böylece vassallar krala karşı kuvvetlendiler. ama kral hırs yaptı, 'ulan gün gelecek hepinizi o taş duvarların altına gömecem şerefsizim' dedi.

    ortaçağ'ın sona ermesi
    nasıl ki bir yenilik ortaçağ'ı başlattıysa yine yeni bir teknolojik buluş ortaçağ'ın sona ermesini sağladı. bu yeni teknoloji ise barut'tur. ha barutu avrupalılar mı buldu? hayır. yeni bir şey miyid? hayır. çin'de çok çok daha önce bulunmuştu ve kullanılıyordu. ama avrupalılar da bunu öğrendiler ve kullanmaya başladılar.
    dediğimiz gibi kral vassallara karşı zaten ateş gibiydi. barut kullanılmaya başlayınca da vassal massal komadı. taş duvarlar barut karşısında bir hiçtiler ve yıkıldılar. vassalların devri sona eriyordu. bu barut kullanılarak taş gülleler çok büyük ivmelerle fırlatılabiliyordu. mancınığın attığı taş dönmeden dümdüz gider ve bir yere çarpar. çarptığı yerin direncinden daha yüksek bir hızla çarparsa yıkar, çarpamazsa yıkamaz. ama top namlusu ile ivme ve yön verilmiş bir taş, barutun verdiği muazzam itme kuvvetiyle mancınığın attığı taştan neredeyse 10-15 kat hızlı bir güçle ilerler ve çarptığı noktanın direncinden genelde daha yüksektir ve yıkar ya da yıpratır. iyi örülmüş duvarlar bile arka arkaya atılan güllelere dayanamaz ve yıkılır. işte vassalları da yıkan budur.

    ha bu okulda öğretilen ve kafamızı hollywood'a yönelik düşünmemizi sağlayan madalyonun bir yüzüdür. asıl yukarıda anlatılan fiziksel olayların kullanıldığı en büyük olay istanbul'un fethi dir. çünkü kral-vassal gibi düşünmeyin saldıranlar-savunmacılar düşüncesinde istanbul surlarının top atışları karşısında dayanamaması yatırımların yönünü ve kafaları değiştirmiştir. zira baruttan sonra artık arkasına saklanabilecek bir şey yoktur. işte asıl ortaçağ'ı bitiren barut'un keşfi ve askeri, ekonomik ve sosyal düzenin değişmesidir.
  • adını kimin koyduğunu merak ettiğim çağ.. aslında bu merak tüm çağlar için geçerlidir..
    - çağımızın adı ortaçağ olsun arkadaşlar
    - niye eskisine ne oldu?
    - kavimler göçü başladı.. sanki yeni bir çağa girdik gibi geldi bana
    - peki adı niye ortaçağ olcak?
    - nanınımı diye.. it..
    - pardon şef..
    - kes kes.. bi gün birileri istanbulu fethederse bitirin bu çağı.. vasiyetimdir yeni nesillere..
    - peki şef..
    - lan kes demedim mi ben sa.. kesin lan şunun kafasını.. it..
  • bize istanbul'un fethiyle beraber kapandığı şeklinde öğretilmiş olan çağ, mamafih yabancı kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlamış değilim henüz.
  • sözümona "ilerleme" temsilcisi kapitalizm tarafından şekillendirilen kavram parametrelerince karanlık olarak nitelenen geçmiş devir. kabaca batı romanın çöküşü ile istanbul'un türklerce fethi arasını kapsamaktadır.

    bu "karanlık" çağda en basit köylüden roma-germen imparatoruna; sıradan türkmenden sultanlara dek hem doğuda hem batıda mevcut olan imgelem zenginliği ve genel dünya görüşünün temiz saflığı iş-aş-uykunun yıkıcı kısır döngüsüne sıkışıp kalmış olan biz günümüz insanlarının anlayamayacağı kadar yücedir.bu devir, insanların mümkün mertebe sabit kaldıkları, tabiatın dengesine uyum sağlama gerekliliğinin bilincinde oldukları bir zaman dilimiydi. sıradan insanlar tevazu sahibiydi çünkü açgözlülüğün sonunun hüsran, hatta felaket olduğunu acı tecrübeler (bkz: kara ölüm) onlara öğretmişti. yöneticilerin gösterişliliği ise günümüzdeki gibi tüketim eğilimli değil yüksek derece törensel nitelikteydi. bu çağlarda onur, şeref ya da adanmışlık günümüzdeki gibi alay konusu değil her şerefli erkeğin yürekten inandığı değerlerdi. bir diğer çok önemli nokta cinsiyetler arasındaki dengedir. kadınlara yönelik avam bakışı her çağda baki kalırken günümüzde elitlerin bakışı da avamınkine benzemiştir. oysa ortaçağ eliti için kadın saygıdeğer, ulaşılması için fedakarlıklara katlanmak gereken,nezaketin odağı ulvi varlıktı. bundan da öte, kadınların 20.yüzyılın son çeyreğine dek toplumun yönetimine ortaçağdaki kadar karıştığı görülememiştir. ortaçağ elitinin kadınları genellikle savaşta olan kocaları yerine toprakları denetler, malikanenin ekonomisini yönetirlerdi. benzer koşullar tastamam islam dünyası için de geçerlidir. çağımızın önde gelen ortaçağ uzmanlarından olan prof. david nicolle'ün araştırmaları her iki dünyada da** kadının gerçek yerini aydınlatmıştır.

    kültür ve kavrayışın yanında teknoloji ve bilime dair birkaç kelime etmeden de olmaz. ortaçağda bilimin durduğu kocaman bir palavradan ibarettir. bu çağ bilginin her şeyin üstünde tutulduğu, arandığı ve araştırıldığı bir çağ idi. avrupanın tüm büyük üniversiteleri ve islam dünyasının medreseleri bu çağda kuruldular; araştırmalar coşkuyla desteklendi, teknoloji büyük ilerlemeler kaydetti. bunların göze çarpmamaları veya önemsizleşitirilmeleri rönesansın hümanist yalancılarının en büyük başarılarından(!) biridir. gerçeklerin anlaşılması ancak son 50 yılda, devirden kalan belgelerin yeniden ele alınmasıyla mümkün olabildi. dar görüşlülük ve dini bağnazlığa dair söylenegelen tekerlemelere gelince; püritenizm ve kalvinizm gibi yeni çağ dini uygulamalarının katolik kiliseye rahmet okuttuğunu, veya onları da bırakalım, 20. yüzyıl olaylarına özne olan kuşakların uygulamalarının "karanlık" denilen devrin insanlarını bile utandıracağını görmek sadece okuduğunu anlama yetisi istemektedir.

    özetle; yabani ortaçağ dönemi kavramı , savunucuları gerçeklerin harcanması pahasına yeni dünya düzeninin borazanlığını yapmak için kıvranan rönesans'ın bir icadıydı. eğer "karanlık" ortaçağın dayanıklı bir yanlış kavramlaştırma olduğu kanıtlandıysa, bu onun üzerine titrenen -türümüzün her zaman daha iyi daha aydınlanmış yaşama biçimlerine doğru ilerlediğine dair- bir güncel inancı onaylamasındandır. bu inanç tam bir fanteziydi ve sonuçları da ortadadır. günümüz insanları için bizim modern, bilimsel çağımızın bilim öncesi çağa göre bir gelişme olmayabileceğini kabul etmek gerçekten de zor gözükmektedir.
  • islamiyet için aydınlık,
    avrupa içinse karanlık dönem olmuştur...
    (klasik okul bilgisi)
  • dördüncü ve sekizinci yüzyılları arasındaki dönemi batıda karanlık çağ olarak adlandırılan çağdır. bu düşünce dünyaya avrupa merkezli bakmaktan kaynaklanan önemli bir yanılgıdır zira avrupa'nın karanlık çağı, doğunun en parlak dönemidir.
    hz. muhammed'in ölümünden iki asır sonra ortaçağın bağdat'ında, beytülhikme adı verilen üniversitede pek çok dilde yazılmış bilim, tıp ve felsefe eseri arapça'ya çevrilmeye başlanmıştır. islam dünyası, bilim adamları, düşünürleri ve zengin kitaplıklarıyla dünyanın uygarlık düzeyi en yüksek toplum haline gelmiştir. öyle ki, yunanca asılları bulunamayan aristoteles ve platon gibi filozofların eserleri, arapça'dan çevrilerek okunmuştur.
    bilim tarihidisiplininin kurusucu kabul edilen george sarton, bilim tarihine girişkitabında, her yarım asırı o dönemin en üstün bilim adamının adıyla değerlendirmiş ve 350 yıllık insanlık tarihi, cabir bin hayyan, harizmi, razi, mesudi, ebu'l vefa, biruni ve ömer hayyamla anılmıştır.
    ortaçağ'ın ozanları bağdat'ı: "yerleri gülsuyuyla yıkanmış, yolların tozu ise mistiktir. yeşillik ve çiçeklerle doludur bağdat ve ötüşen kuşların sesleriyle dolar hava. lutlar cıvıldar, flütler ahenkle şakır ve şarkı söyleyen hurilerin gümüş sesi, yeşilliklerle coşmuş koca bahçelerin ortasındaki sarayların pencerelerinden uyum içinde alçalıp yükselir" şeklinde tasfir etmiştir.
  • avrupa için karanlıktır çünkü,

    antikçağda girit ve akdeniz menşeili avrupa medeniyeti bu çağa gelindiğinde karaya çekilmiştir. deniz yoktur, dolayısıyla ticaret de yoktur.*

    ticaretin durması ile paraya dayalı ekonomi kaybolmuş takas usulüne geri dönülmüştür.

    yine ticaretin yokluğu şehirlerin de yok olmasına neden olmuştur.

    ve yine ticaret'in yokluğu ile ortaçağ'ın büyük bir bölümünde ekonomi tarıma dayalıdır.

    okuma-yazma bilen sayısı kilise bilginleriyle sınırlıdır. öyle bir çağ düşünün ki krallar bile okuma-yazma bilmesin, bu çağ o çağdır.

    patriyarkal örgütlenmede insanlar ya toprak sahibidir ya da köle. (slav ırkının hristiyanlaşmasına rağmen köle olarak satılması, köle ticaretinin en önemli unsuru olması bu çağa tekabül eder. etimolojik olarak da slave kelimesi slav'dan türemiştir.)

    liste böyle uzar gider. tüm bunlara rağmen ortaçağda avrupa'da görece olarak gelişmeler söz konusu olmuştur fakat bu sözlükte de bazılarının söylediği "dogunun bugun bile erisemedigi zirai, fenni ve tibbi bilgiye sahiptiler" gibi komik iddialardan oldukça uzaktır. yani böyle bir şey nasıl iddia edilebilir anlayamıyorum. avrupa kendisini temellendirdiği antik yunan'ı bile 12. yüzyıla kadar araplar sayesinde tanımıştır.

    11 ve 14. yüzyıl arasındaki gelişmeler ticaretin biraz canlanması ile birlikte şehirlerin yeniden kurulması ve insanların bir nebze olsun rahat nefes almasından ibarettir. o bahsedilen büyüklükteki katedrallerin yapılması kilise egemen bir örgütlenmenin en büyük isbatıdır. her türlü gücü elinde bulunduran kilise, bu gücü inşa ettirdiği görkemli binalarla gösterme girişiminde bulunmuştur. bunlar bir medeniyetin ileride olduğunu gösteren kıstaslar değildir.

    ilaveten, 14. yüzyılda vuku bulan kıtlık, veba salgını ve yüzyıl savaşları toplumsal bir cinnete neden olmuş, bunun sorumlusu olarak yahudiler toplu bir şekilde avrupa'da katledilmeye başlanmıştır.

    ayrıca haçlı seferleri gibi tamamen yakmaya, yıkmaya, öldürmeye yönelik barbarca bir düşünce bu dönemde ortaya çıkmış, yaklaşık üç yüz yıl sadece müslümanlar'a değil, yahudi ve hristiyanlar'a da dehşet verici anlar yaşatmıştır.

    son olarak avrupa'nın bu döneminin karanlık olarak adlandırılması doğulular değil bizzat avrupalıların kendileri tarafından verilmiştir. inanmayanlar aydınlanma çağını düşünsünler biraz, bir şey neden aydınlanır gibi..

    doğu için de bilahare yazarım, şimdilik bu kadar.

    iki yıl sonra gelen edit: yukarıda söylenenler doğru olmakla birlikte artık çok da karanlık olduğunu düşünmüyorum. zaten söylediğim gibi karanlık olması bizimle alakalı bir problem değil aydınlanmacılar ve sonrasında gelen pozitivistlerle ilgili bir durum.
  • her zaman karanlık çağ ve savaşlar çağı diye anılan bu çağdan sonra aydınlanma devirleri olarak öğretilen zaman dilimlerinde ironik olarak yaşanan savaşların sayısı artmış, etkileri çok daha yıkıcı bir hale gelmiştir.
  • cagimiz insanlarin -cok daha "barbarca" sayilabilecek bir sekilde- uygar olmayan, barbar sifatlariyla niteledikleri -tabii ki belli sebeplerle kacinilmaz olarak yanildiklari, bazi bilgi ve bakis acilarini ogrenmeden daha da yanilacaklari (aslinda yanilmak degil bu kendi sistemini otomatize olmus sekilde mesrulastirmak diyelim)- cagdir yasadigimiz doneme bin kere tercih edilmesi gerekir bazi yonlerden...
  • tüm yıldızların ışıl ışıl parladığı büyülü bir gecedir, yaşamak istediğim zamana verilmiş addır.
hesabın var mı? giriş yap