• görsel

    münir nurettin selçuk büyük bir besteci/icracı mıdır?
    neden?

    bu soruya cevap aramayan ve vardığı hükme bizi ikna edemeyen münir nurettin biyografilerini peksimet gibi yavan buluyorum. bu sebeple yazımın amacı mezkur soruya cevap vermek ve vardığım hükme sizi ikna etmek olacak.

    büyük icracı ne demektir?
    evvela virtüözdür. her ne kadar sözcüğün nicel bir tanımı olmasa da ilgilendiği müzik türünün klasiklerini kusursuz şekilde icra edebilen, sazına hakim kimse diyebiliriz sanırım. bu vasıflara haiz olmak büyük icracı olmak için yeterli midir? bence hayır. misal caz gitaristi rusell malone, bir virtüözdür ancak unutulmaz icracılardan biri değildir. yahut rosalyn tureck. klasik müzik piyanistidir. elbette virtüözdür fakat unutulmaz icracılardan biri olduğu söylenemez. serkan çağrı klarnet virtüözüdür ancak vasat bir icracıdır. daha bir dolu örnek sayılabilir. körleme diye bir oyun vardır. jazz dergisi her sayısında bir konuğuyla oynar bu oyunu. çalan müziği dinlersin ve müzisyenlerin kimler olduğunu tahmin etmeye çalışırsın. az evvel saydığım isimlerin ortak özelliği şu; körleme oyununda bunları tanımak neredeyse imkansızdır. oysa unutulmaz icracılar böyle değildir; glenn gould, john scofield, eric dolphy, helmut walcha, piçoğlu osman vs… büyük icracılar yaşadıkları dönemde her zaman tartışmalı figürler olmuşlardır. ornette coleman kimilerince dahi, kimilerince düzenbazın tekidir. tanburi cemil döneminde sık sık tenkit edilen, “bağlama gibi tanbur çalıyor” diye eleştirilen biriydi. kimi büyük icracılar da değişime direnerek geleneği muhafaza etme gayretinde olur, icra ettikleri sanatın kurumsallaşmasına katkıda bulunurlar (bkz: aziz pavlus). kolay gibi dursa da çok zor iştir. ikinci adam olmak büyük olgunluk gerektirir. sviatoslav richter böyle biridir mesela. meral uğurlu’yu da böyle değerlendirebiliriz. gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki münir nurettin bir virtüözdür. bir kere klasik müziğimizin o dönemki en namlı, en iyi hocaları olan ahmed ırsoy ve bestenigar hoca ziya bey’in öğrencisi olma şerefine nail olmuştur (refik fersan’ı da hocası sayabiliriz). bu isimlerden meşk yoluyla müteaddid fasıllar öğrenmiştir. yani geleneksel müziği geleneksel şekliyle bellemiştir. ve dönemin önde gelen müzisyenlerinin neredeyse hepsi sayısız kereler münir nurettin selçuk’un yeteneğini takdir etmişlerdir. bu konuda bir ağız birliği olduğunu söylesem abartı olmaz. zaten üstünkörü bir dinlemeyle bile münir bey’in sesine ne denli hakim olduğunu anlarsınız. yine de bir karşılaştırmayla münir bey’in yeteneğine şahitlik edelim;

    -video-

    mahmud celaleddin paşa’nın bayati şarkısı nar-ı firkat şule paş oldukça sinem dağlıyor’un bir kuplesini dört farklı icracıdan dinledik. ilkini necmi rıza ahıskan seslendiriyor. süssüz, harfi harfine notaya sadık kalan mektepli tavrıdır bu. ikinci sırada mediha şen var. ufak tefek süslemeleri duydunuz değil mi? çeş-mim hecesinde de duraksayarak, gerdaniye perdesine tutunuyor ve makamın durak sesi olan dügah perdesine kadar düşüyor. mustafa keser bunu tercih etmemiş. duraksamadan devam ediyor yoluna. onun okuyuşu da mediha şen’inki gibi gösterişsiz ve sade. münir nurettin’in icrasında dikkatimi çeken ilk şey, eseri “yerinden” okuması. bu bir meydan okumadır. diğer tüm icracılar (buna bekir sıtkı, meral uğurlu, recep birgit, tülûn korman da dahil) şeddinden okumuş. yani transpoze ederek okumuşlar. ikincisi, münir nurettin’in okuyuşunda süslemeler çok daha belirgin. mesela mustafa keser usule tam manasıyla uyarak ve hiç duraksamayarak okurken bir risk alıyor. nedir o risk? icracıların nerelerde nefes aldıklarına dikkat ediniz ve taklit etmeyi deneyiniz. nefes nefese kalacaksınız. münir nurettin çeş-mim hecesindeki duruşunu (fermata denir buna) telafi etmek istercesine her ölçüyü türlü şekillerde nakış gibi işliyor, süslüyor fakat bir nağme tufanına da boğmuyor. finalde de oktava çıkarak imzasını atıyor. bunu da glissando ile yapmıyor, zıplayıveriyor. şöyle tarif edeyim:

    görsel

    hani artistik cimnastikte sporcuların atlayıp zıplayıp sonra şöyle bacaklar bitişik, kollar açık çakı gibi duruşları var ya; hah işte münir nurettin’in oktav atlayışları da öyle. onca hareketten sonra nasıl yalpalamadan durabildin öyle?

    -video-

    münir bey’in maharetiyle ilgili bir husus daha var, ondan da kısaca bahsedeyim. raif hanım’ın muhayyer şarkısı gün kavuştu su karardı, beni üzme güzelim’i üç farklı icracıdan dinleyelim. meral uğurlu, bekir sıtkı ve münir nurettin:

    -video-

    nefes alışları takip etmeye çalışınız. münir nurettin’in 4 nefeste tamamladığı kısmı diğerleri 7-8 nefeste tamamlayabiliyorlar. sadece bu parçada değil hemen her parçada münir nurettin şaşılacak denli az sayıda nefesle bitiriyor parçayı. bu konuda onunla yarışacak hatta yakınına yaklaşacak biri yok. bundan bize ne? kondisyonsuz teknik olmaz. bizesi bu.

    sanıyorum münir nurettin’in kapasitesi ve kabiliyetinin sınırlarını hakkında az da olsa fikir sahibi olduk. gelelim üslup meselesine. büyük icracı olmak için kabiliyet yetmez, üslup da gerekir demiştim ya peki münir bey’e ait bir üslup var mıdır? bu sorunun da cevabı kesindir: evet. hatta öyle ki bu kendine has üslubu, sanatçının en sık tenkit ve takdir edilen yönüdür. ve müziğiyle sınırlı bir üslup değildir bu. kılık kıyafetinden konser performansına; plak kayıtlarından gazetedeki demeçlerine kadar her yerde görülür bu üslubun izi. ondan evvel hiçbir “alaturka” müzisyen münir bey gibi giyinmezdi mesela. arşivdeki fotoğraflara bakın bakalım, görecek misiniz hiç papyonlu, fraklı birini? alafranga bir giyim kuşamı vardır yani. kendisini sunuşu, çizdiği imaj da alafrangadır. münir bey’den önce, şarkı söyleyen alaturka müzisyenlere muganni veya hanende denirdi biliyorsunuz. fakat o kendisini “sanatçı” (artist) olarak tanıttı ve kabul ettirdi. önemli bir detaydır bu. hanende imajı alafrangalaşmış olmuyor, statüsü de yükseliyor. gazinolarda, lokantalarda falan konser vermemesi de bunun göstergesi. ekseriyetle sinema ve tiyatrolarda sahne almıştır. suadiye plajı falan gibi yerlerde konser vermesi nadirdir. müzikal üslubu da alafrangadır. daha doğrusu alafrangalaşmış bir alaturkadır. bu tanıma john morgan o’connell’in yazdığı münir nurettin selçuk biyografisinde rastladım. bu üslubu benimseyen ilk kişi değildir münir bey. üsküdarlı bülbül nedim bey (ölümü 1910) ile başladığı söylenir bu tavrın. rahmetli de canti ve hovarda bir adammış. sermet sami uysal’ın yahya kemal’le sohbetler diye bir kitabı var. yahya kemal merhumu şöyle anlatmış:

    "hânende nedim bey, halim paşa’nın yalısında söylermiş. nedim bey’in davudî, lirik, bambaşka bir sesi varmış. halim paşa’nın hemşiresi prenses zehra, nedim’e sesinden âşık olmuş. ve onunla evlenmiş. nedimlere udî ve bestekâr ali rifat bey sık sık gelirmiş. ali rıfat, prenses zehra’ya âşık olmuş. ve nedim’den boşatıp kendisi almış. nedim de heybeli’ye çekilip kendisini içkiye veriyor ve orada ölüyor. salah cimcoz’un damadı tüccardan haydar bey, prenses zehra’nın nedim’den olan oğludur. nedim, münir nureddin’den bin defa üstün bir sanatkârdır. münir’i ali rifat bey yetiştirmiştir.”

    peki neymiş bu müzikal üslup? neye benziyor? hazırladığım videoda dede efendi'nin gözümde daim hayali cana adlı rast eserinin küçük bir bölümünü, dört farklı icracıdan dinleyeceksiniz.

    -video-

    ilkini sadeddin kaynak okuyor. hâfız üslubu süslemenin ve gırtlak nağmesinin fazla olduğu, kur’an tivaleti ve dini musiki izlerini taşıyan bir üslup. eserin ritmik yapısına vurgu yapan, “goygoylu” bir okuyuş. tırnak içindeki laf erol sayan’a ait. hafız burhan da böyledir. lâdînî müziği de aynı şekilde okur. bimen şen’in hüzzam şarkısı sabrımı gamzelerin sihriyle’yi nasıl okuduğuna bakmanız yeterli. yahut hafız kemal’den selanikli ahmed’in karcığar şarkısı gönül beni usandırdı’yı dinleyin.

    ikinci icracımız zeki müren. metronom nasıl da yavaşlayıverdi değil mi? hafız üslubundaki kayganlık kayboldu. suyun altına tuttun da elde kuru bir öz kaldı sanki. iç bayıltan, heyecan uyandırmayan bir icra.

    üçüncü sırada perihan altındağ var. perihan hanım’ın tavrını da radyo üslubu olarak tanımlayabiliriz. nüans ve nağmeleri abartısız, nefes alış verişleri yerinde, ölçülü, temiz bir icradır radyo üslubu. kimileri bu üslubu eleştirmiş (nota tapıcılığı demiş mesela reha sağbaş) kimileri de (mustafa doğan dikmen) nota dışına çıkan süslemeleri tahrif olarak değerlendirmiş, bu üslubu savunmuş. yazının konusu değil fakat ben bu tavrı sıkıcı bulanlardanım. ancak perihan altındağ bu tavrı emsaline kıyasla çok daha diri, canlı sunan biri.

    son olarak da münir nurettin’i dinliyoruz. bu eseri iki kez seslendirmiştir aslında. ilkini 1929’da sahibinin sesi şirketi için seslendirmiş. raif kara’ya, tamer başaslan’a falan da sordum, ı ıh. yok. bir tarihte birisi plaktaki sesi kaydedip youtube’a yüklemişti. orada dinlemiştim. münir bey’in muzır oğlanları sildirmiş olacak. ulaşamadım. burada paylaştığım icra 30 sene sonrasına ait. bambaşka bir tavır. oktav kullanımlarını görüyorsunuz değil mi? üslubunun imzası budur. münir bey’den önce hemen hemen hiç kullanılmayan bir şey bu. göze çarpan diğer şey ise ritmin tamamen silikleşmesi. metronom bir düşüyor, bir yükseliyor ve vurgular tamamen flulaşmış. abartılı bir rubato. oysa sadeddin kaynak’ın icrasında ritm ne kadar belirgindi değil mi? ve teatral bir okuyuşu var. bunu nasıl tarif etmeli bilmiyorum. allı yemeni icrasında bir yer var, tam olarak anlatmak istediğim şeye denk geliyor:

    -video-

    “o söyledi - ben ağladım” mısraına dikkat edin. “ben” demezden evvel hıçkırık gibi, iç çekiş gibi bir hamlesi var. plainte deniyor buna. hançere nağmelerine aşina olan müziğimiz bu tarz ifade nüanslarına yabancıdır. bu tavır da münir bey ile neşvünema bulmuştur. pek çok biyografide bu tavır münir bey’in paris’te aldığı müzik eğitimine yorulsa da burada bir müzik eğitimi aldığı şüphelidir. o yıllarla ilgili ne kendisi bilgi vermiş ne de başkasının malumatı var. fahire fersan bir röportajda fransa seyahatinin münir bey’de müzikal açıdan bir değişiklik yaratmadığını söylüyor. o kadar. neyse, bu faslı da burada keselim.

    zannediyorum münir nurettin selçuk’un kendine has, akranlarından ayrı, yeni, süzme bir üslubu olduğunu da görmüş olduk. bu üsluba burun kıvıranlar da olmuştur, hayran olanlar da. yazının amacı bu görüşlerden hangisinin doğru olduğunu tartmak değil. böyle bir terazinin olabileceğini de sanmıyorum. her iki görüşü de anlamak lazım. önemli olan şu; münir nurettin selçuk gelenekten kopmadan yeni bir ses bulmayı başaran çok büyük, mübdi bir icracıdır. bir gazelhan düşünün ki frakla sahneye çıksın ve yadırganmasın. olacak iş değil.

    .

    tartışılacak ikinci husus ise münir nurettin’in besteciliği. bunun mizanı icracılığınki kadar kolay olamaz tabii ki. icracılıktaki hüneri mezurayla ölçer biçersin ama bestecilik görece subjektif, enfüsi bir şeydir. yine de şansımı deneyeceğim.

    münir bey’in 84 tane eseri vardır. aşağıda tümünü sıraladım.

    görsel

    2 gazel (aheste çek kürekleri ve lâl olursun söylesem), 1 kâr (biz şi’ri böyle söyledik), 1 kârçe (gül yüzünde göreli zülf-i semen-sây gönül), 2 yürük semai (hülyâma doğan son güneşim son hevesimdi ve ruhsârına aybetme nigâh ettiğimi), 1 beste (mehpâreler elinde kalmış şikeste gönlüm), 1 ağır semai (sâkî parıldasın şefâk-ı meyle câmımız), 2 marş (vur pençe-i alî'deki şemşîr aşkına ve milletim aç bağrını sevinçle aç ta ısın), 1 mersiye (yok gayri bizlere uyku dinek vay), 2 ilahi (evvel allah âdını yâd edelim ve git ey akan gözyaşım git o cânânıma söyle) hadi 2 tanesine de fantezi diyelim (hayat mısın ölüm müsün nesin ve pencereyi kapatıverdim) 69 tane şarkı bestelemiş. sadece 1 saz eseri var, onu da seslendirene rastlamadım. münir bey’in tüm eserlerini tek tek tetkik etmek bu yazının boyunu aşacağı için ben numuneler seçip onlar üzerine konuşacağım. nihavend beyefendinin favori makamı. gelenekten kopmadan modern olma gayesiyle yola çıkan birinin favori makamı evcara olamazdı zaten. nihavend türk müziğine has arızaları ihtiva etmeyen bir makam (birisi “bu makamı sevenler bir tür nothing else matters metallica'cısıdır” yazmış). ruhsârına aybetme nigâh ettiğimi’yi örnek şarkı olarak seçelim. son derece sıkıcı, heyecansız bir nihavend. sazların neva’da hicaz yürüdüğü yer dışında makamdan milim taşmamış. bu taşkınlığı da taşkınlıktan saymalı mı bilmiyorum. tüm nihavend eserleri için aynı şeyi söyleyebilirim. en popüler olanı sanırım biraz kül biraz duman’dır. o da aynıdır. bu haliyle türk müziğindeki şarkı formundan çok batı müziğinin liedlerini andırıyor. buna karşın rast eserleri içerisinde geleneksel müziğin lezzetini veren nağmeler bulabiliyorsun. sâkî parıldasın şafak-ı meyle câmımız’da buselikte buselik dörtlüsü ve yerinde hicaz beşlisinin kullanımı gibi taze manevralar görürsün. beni en çok şaşırtan eserlerinden biri gittin de bıraktın beni aylarca kederde. hicaz makamının seyir özelliklerini sonuna kadar sündüren, ona her türlü çeşniyi katan giriftzen asım bey’de bile rastlamadığım çeşniyi bu şarkıda buldum. “derman olur dönüşün ancak bizdeki derde” mısrasında buselik makamını duyuyoruz. aynını dede efendi’nin hicaz bestesi ey çeşm-i ahu hicr ile tenhalara saldın beni’nin “çün nafe bağrım hun edüb sahralara saldın beni” mısrasında da duyarız. yine bir başka hicaz şarkı aziz istanbul’da da aynı numarayı yapar: “ah nice revnaklı şehirler görünür dünyada”. hemen sonrasında sıra dışı bir hamle geliyor; eviç perdesinde segah çeşnisi. epey hicaz eser taradım, böyle bir seyre rastlamadım. bu arada allah aşkına nasıl bir icradır bu ya. o ne haşmet, o ne heybet. tüyleri diken diken olmadan dinleyebilen var mıdır yahu şu şarkıyı? aynını dönülmez akşamın ufkundayız için de söyleyebilirim. çok zarif geçkilerle bol çeşnili, çok sanatlı bir şarkı. fark edeceğiniz bir çok yerde gibi aynı notaya peşpeşe vurgu var; dö-nül-mez-ak-şa-mın (segah perdesi) / bu-son-fa-sıl-dır (neva perdesi) / ge-niş-ka-nat-la-rı-boş-luk-ta (tiz segah perdesi) vs. vs. bunu pek çok şarkısında duyarsınız. biraz daha resitatif bir hava katar. klasik türk müziği’nde pek rastlanmayacak şeydir. daldan dala konmaya ara verip besteciliğiyle ilgili düşüncelerimi toparlamaya çalışayım:

    klasik türk müziği’nin hem klasik hem romantik dönemine temas edebilen; bununla birlikte dini müzik, gazel ve halk müziğine de bigane olmayan ve tüm bunları avrupa sanat müziğinin havası ve jargonuyla süsleyen; şaşılacak derecede ölçülü bir besteci. ortaya çıkan bu ilginç ve mülevven amalgam ne 18-19. yüzyıl klasik türk müziği kadar okkalı ne de 20. yüzyıl başında üçüncü dünya ülkelerinde peydah olan bastardize hafif müzik kadar ucuz. orta yolculuğun en sık görülen komplikasyonu olan kimliksizleşmenin gadrine uğramamış, hem icracılığı hem besteciliği hem de üslubuyla bir rol model olmuştur. hatta pek çok müzisyen için bir efsane, mitolojik bir kahramandır. bu haliyle de atatürk’e çok benzer. bu benzerliği sade ben fark etmiyorum tabii. o’connell’in nefis bir tespiti var. diyor ki: “her iki adam da devrimciydi. biri toplum öteki müziği dönüştürüyordu. her ikisi de osmanlı kültürüne derin bir saygı duyuyor ancak yüzlerini batı’ya çeviriyorlardı. her ikisi de buyurgan, kibirli tiplerdi ve her ikisi de kariyerlerini sonradan yapay bir şekilde kurgulamış, kendi kişiliklerini mitleştirme konusunda aynı yoldan gitmişlerdir.”

    bir bu kadar da gazelhanlığı ve gazel üzerine yazmak gerek ama yetsin. başka bir zaman da onu yazayım (bu arada yazının başındaki fotoğrafın ve daha nice münir nurettin fotoğrafının orijinali bendenizde bulunuyor. küçük oğluna duyurulur.)
  • aşiyan mezarlığı'ndaki kabrinin yahya kemal beyatlı ve ahmet hamdi tanpınar ile komşu olması yemin ederim tesadüf değildir.
  • cumhuriyet'in 100. yılı dolayısıyla istanbul büyükşehir belediyesi tarafından düzenlenen "100 yıllık cumhuriyet’in sesi münir nurettin selçuk" adlı konserde sanatçının 1952 yılında kürdili hicazkar makamında okuduğu yasemen göğsünü aç gel yanıma adlı eseri ilk kez müzikseverlerle paylaşılmış.
    kaynak

    edit:imla
  • vefatının üzerine iki defa fatiha okunmuş musikişinas; biri kendisi, biri de musiki için..
  • 1963 taksim belediye konserinde "benimse gecti cagim" olan misrayi ilk seferinde dogru, tekrarinda ise "benimse gecmedi cagim" diye okumustur. konser kaydinda alkis koptugu duyulur. bu donemde munir nurettin'in ve temsil ettigi herseyin artik eskidigini, zeki muren'in onu tahtindan indirdiginden bahsedilirdi. bu spontane oyun adeta bir cevapti. gercektende, munir nurettin ise cogu dinleyicisinin artik vakif olmadigi bir kulture ait sarkilar soylerken, zeki muren istanbul'a akin eden tasraya daha fazla hitab etmeyi basarmisti. birisi konser salonlarinda, tiyatro duzenindeki insanlara frakla sarkilar okurken, digeri cicilerim dedigi tasli ceketleriyle gazinolarda sahneye cikiyordu (mini etek olayina girmeyecegim bile; zira bu olay 1970lerdeydi).

    bu arada korosu hep genc guzel kizlardan olusurmus. neden acaba?
  • şu anda aşiyan mezarlığında yatan,20. yüzyılın en önemli türk bestecisi.mezarı başında tüylerim diken diken olan,gözlerim dolan büyük insan.
  • fırat kızıltuğ'un, hakkında bir yazı kaleme aldığı büyük üstad.
    ---

    ismini ilk defa turhal'da on bir yaşında iken duydum. ud çalma merakım had safhada idi. okula gidemediğim için, elime geçen her şeyi deliler gibi okuyordum. daha gözlük kullanmaya başlamamıştım. yaşıtlarım arasında musikîye meraklı çocuklar bir hayli fazlaydı. o gümlerde, hamiyet yüceses'in iki plâğı hem ankara radyosu'nda, hem de gramofonlarda çok çalınıyordu. biri "her yer karanlık" öbürü de "çeşm-i siyah." bu iki şarkının arasındaki gazeller, bizi çok etkiliyordu.

    bir akşam üstü, hamiyet hanım'ın bu gazellerini konuşuyorduk. bizden biraz büyük bir arkadaş, "kadınlar arasında en iyi gazel okuyan hamiyet hanımdır. erkek sesler arasında ise, münir nurettin selçuk'un üstüne yoktur."

    bu arada,turhal'daki sinemaya "kahveci güzeli" adlı film geldi. dayımın ricasını kıramayan babam, gece sinemaya gitmeme izin verdi. o zamanlar bir çocuğun sinemaya gitmesi, neuzübillâh olur şey değildi.

    o filmde bir sahne hâfızamdan hiç silinmemiştir. münir bey, bir ağacın altında :

    "in dallardan aşağı

    yanıma gel yanıma" ` : ben bir çoban kızıyım dağların yıldızıyım` ` : yamulmuyorsam`

    şarkısını söylüyordu. daha sonra münir beyin bir filmi daha geldi. sadullah ağa rolündeydi üstad, meşhur ortası delik tanburu ile :

    "elâ gözlerin sevdiğim dilber,

    göster cemâlini görmeğe geldim.

    şeftalisi derde derman dediler,

    gerçek mi sevdiğim sormaya geldim.

    senin âşıkların gülmez dediler

    ağlayıp yaşını silmez dediler

    seni bir kez saran ölmez dediler

    gerçek mi sevdiğim sormaya geldim"

    benim o yaşlarda bir özelliğim vardı. dinlediğim herhangi bir şarkıyı, güftesi, bestesi, aranağmesi dahil hemen ezberime alırdım. bir daha da unutmazdım. meslek hayatım boyunca pek çok eseri ezberden bu şekilde rahatça icra ettim.

    ellili yılların başında "radyo haftası" dergisi çıkmaya başladı. çarşamba günleri mecmua turhal'a ulaşıyordu. bu mecmuayı yutar gibi okuyordum. ses ve saz sanatçılarının hayatları ve çalışmalarıyla ilgili her şey vardı bu mecmuada. o sıralarda ud'da hayli mesafe almıştım. tatyos'un rast peşrevinin notalarını ezbere okuyacak hale gelmiştim. taksim yapabiliyordum. udumu akord edebiliyor, tel değiştirebiliyordum.

    evimize elektrik bağlanınca babam, bir siera radyo aldı. gece gündüz radyo başında idim. şarkıları not ettiğim defterim vardı. bu defterlerim bir kaç kere meraklılarınca yürütülmüştür.

    sonra istanbul radyosu da deneme yayınlarına başladı. o anonslar halâ hâfızamda. "burası 426 metre orta dalgadan deneme yayını yapan istanbul radyosu." çarşamba akşamları münir bey'in bir saat süren konserlerini dinlemeğe başladık. şimdiki imkânlar olsaydı ve o programlar kaydedilebilseydi, elde mevcut repertuar birkaç misline çıkardı.

    trabzon öğretmen okuluna devam ederken, müzisyen arkadaşlarım vardı. bağlama çalan ve iki sınıf yukarıda olan saip celâlettin yılmaz, aynı zamanda şâirdi. benim hayatımı değiştiren musikî mecmuası ile tanıştıran, okulda aga dediğimiz saip'tir. ihsan isminde keman çalan bir arkadaşım, kemanına ve makamlarımıza çok hâkimdi. bilhassa çok güzel hüzzam taksimler yapardı. teneffüslerde, tatil günleri bile okuldan ayrılmayan yatılı öğrenciler olduğumuz için, musikî ile vakit geçirmemiz bir mecburiyet gibi idi.

    biz o okulda, türk musikîsi ile, batı müziği çatışmasını ciddi olarak yaşamaya başladık. gerçi babam bando şefi bir flütçü idi. benim ud çalmama başlarda muhalefet etti. ama, pek çok kıymetli şarkıyı ve udu da babamdan öğrendim.

    istanbul'a geldiğimde hemen ileri türk musikîsi konservatuarı câmiasına katıldım. millî eğitim câmiasından tanıştığımız ibrahim kutsal, bizi bir akşam yemeğine davet etti. o yemekte, doğan ergin, daha sonra eşi olacak olan tülin kutsal, şahin gültekin vardı.

    şahin bana şu teklifte bulundu. "konservatuarda melâhat pars hocânım'ın yönettiği bir talebe koromuz var. sen de bize katılsan iyi olur."

    teklifi, öbür arkadaşlar da hararetle desteklediler. ben talebe korosunun çalışmalarına katılmaya başladım. doğan ergin, piyer loti'deki konservatuarın merkez binasından portakal renkli bir viyolonsel getirdi. çalışmalar ilerledi. şan sinemasında bir konser verdik. ulunay, milliyette tumturaklı bir yazı yazdı. kulise tebrik için gelenlerden biri de nevzat atlığ idi. benimle özellikle çok ilgilendi.

    aradan çok geçmedi, alâaddin aday, "fırat, münir bey seninle görüşmek istiyor." haberini getirdi. karalaştırılan günde, osmanbey'deki binaya gittim. münir bey'le aramızda şu konuşma geçti :

    - ali rifat bey, mehmet âkif'in bülbül isimli şiirini bestelemişti. bir bölümde şu kayıt var. bu bölüm, viyolonsel ve kemençe ile çalınacak. bize katılır mısın ?

    - tabiî efendim şeref duyarım.

    - senin partini fa anahtarı ile yazmamı ister misin ?

    - hayır efendim, sol anahtarı ile okuyabilirim. eser nihaventtir.

    - tanıyor musun ?

    - evet bir konserde icra etmiştik.

    - güzel, cumartesi günü bekliyoruz.

    bahsettiği cumartesi meğer son prova imiş. icra heyeti on beş gün konser için çalışmış. ben garibi en son gün çağırıyorlar. çalışma yerine utana sıkıla viyolonselimle girdim. ikinci sırada yorgo bacanos oturuyordu. yanındaki boş iskemleyi işaret etti. "yanıma gel otur. viyolonseli çok severim. senin için de çok güzel şeyler duydum." yorgo'nun yanına oturdum. daha sonraki günlerde, parmakları arasına sıkıştırdığı kartal kanadı mızrabı ile, ud'dan piyano sesine yakın sesler çıkarabilen, parmaklarından dökülen ve inanılmaz sağlamlıktaki perdeleri basan, süratine kimsenin yetişemeyeceği bu ud ilâhını uzun uzadıya, göz ucuyla seyredecektim.

    beni öyle bir ter basmıştı ki, kaşe yeleğimi aşan terler, aynı ekose kumaş ceketimden dışarı çıktı. o zamanlar benim için birer efsâne olan ses ve saz sanatkârlarının arasına düşmüştüm. tam yirmi sekiz yaşındaydım. sekiz yıllık öğretmendim.

    aralarda başımı kaldırıp etrafıma bakıyordum. en ön sıranın başında necati tokyay, yanında emin ongan, hakkı derman, yılmaz özer, ikinci sırada cüneyd orhon, ekrem erdoğru, mübeccel çetin, hilmi rit, fikret kutluğ, ranâ varoğlu, hasan erkoç, naime batanay, necdet yaşar, niyazi sayın, burhanettin ökte, fahrettin çimenli, doğan ergin, hüsnü tüzüner, kudümün başında kemal gürses. bir de o konser için benim gibi misafir olan piyanist fulya akaydın vardı.

    karşıma bakmaya cesaret ettiğimde, gördüğüm ses sanatkârları şunlardı.

    âkile artun, mefharet yıldırım, radife erten, gülseren güvenli, nurten sürelsan, afife ediboğlu, feriha tunceli, nevin karındaş, yurdagül eroğlu, inci çayırlı, özdal kale, nebahat yedibaş isimli hanım sanatçıları ilk defa yakından tanıdım. erkek sanatçılar da şunlardı:

    ekrem kongar, recep birgit, muzaffer birtan, rahmi sönmezocak, nadir hilkat çulha, orhan şener, ahmet çağan, kasım inaltekin, tacettin uygun, nevzat yalçınsu, mustafa kovancı, rıza rit, alâaddin aday, ertan ersoylu.

    o günkü prova bitti. ertesi pazar günkü konser için şan sinemasına gittim. büyük bir heyecan içindeydim. o günlerde efsânevî icrâ heyetine dahil olmak fermana mahsustu. konserde ilk eser bülbül'dü. eser bitince münir bey, seyirci'ye dönerek şu konuşmayı yaptı.

    - "istanbul işgal edildiği zaman, kadıköy fransız tiyatrosunda bu eseri ilk defa icra ettik. fulya hanım o konserde bizimle beraberdi. eseri bizzat ali rıfat bey (çağatay) idare ediyordu. konserin yarısında italyan jandarmaları salonu bastı ve konseri dağıttı."

    kuliste münir bey, beni yanına çağırdı. iltifat etti. "bu akşam bir işin var mı?" diye sordu. "hayır efendim, hiçbir işim yok." dedim. "öyleyse tam sekizde sazınla radyoda ol. seninle bir yere gideceğiz." dedi.

    söylediği saatte radyonun önüne krem renkli bir mersedes yanaştı. direksiyonu münir bey kullanıyordu. ben viyolonselimle arka koltuğa yerleştim. o sırada arabaya irfan doğrusöz yaklaştı. münir beye hal hatır sordu. irfan ağabeyi ilk defa o gün gördüm.

    araba hareket etti, yıldız parkına girdi ve şâle köşkü'nün önünde durdu. her taraf polis kaynıyordu. içeriye girince, icra heyetindeki saz ve ses sanatçılarının çoğunu orada hazır gördüm. meğerse, tunus başkanı habip burgiba istanbul'daymış. o gece onun şerefine düzenlenen konsere münir bey benim de katılmamı arzu etmiş.

    şâle köşkü'nde hazırlık yaparken, niyazi sayın ağabey yanıma geldi. sohbete başladık. söz tanbûrî cemil bey'den açıldı. niyazi ağabey, gülizar taksimin meyanındaki nağmeyi, notalarını okuyarak söyledi. sonra, "gel necdet aşağıda sazı ile meşgul. yanına gidelim." dedi.

    aşağıya indiğimizde, necdet yaşar ağabeyi, tanburu ile haşır neşir bir halde bulduk. niyazi ağabey, "necdet, gülizar taksimin meyanını bize çalar mısın? fırat'a dinletmek istiyorum." dedi. necdet ağabey hemen o bölümü çaldı. işte benim türk musikîsi sanatında kalma hikâyemin başlaması o an kesinleşti. konservatuarda feyha talay'dan ders alıyordum. viyoloınsel de çok sevdiğim bir sazdı. ama türk musikîsi icra etmek için çalışmıyordum. batı müziği içinde kalmayı düşünüyordum.

    muayede salonunda konserimizin birinci kısmını verdik ve yemek arası verildi. yemek sonrası ben muayede salonunu incelemeğe koyuldum. denize bakan kısmın önünde yüksek çini sobalar vardır. onların üstündeki motiflere dalmıştım ki, omuzuma bir el dokundu. döndüm münir bey'di. sobanın önündeki, sultan abdülhamit han'ın gül ağacından oyduğu kanape takımına yan yana oturduk :

    - gel seninle biraz konuşalım. şu anda ne yapıyorsun?

    - efendim bendeniz öğretmenim. aynı zamanda konservatuara devam ediyorum.

    - bizim heyetin viyolonsele çok ihtiyacı var. düşünür müsün?

    - efendim bendeniz, batı müziği çalışıyorum. türk musikîsi icrâsı sazım için hiç iyi olmaz.

    - hayır hayır, senin batı müziğine bir şey olmaz. ben hemen gerekli yazıları riyasete yazarım. işlemlerin hemen yapılır.

    o an için büyük bir iç fırtınası geçirdim. bir tarafta ülkenin en büyük sanatkârı, üstâdı, bir tarafta içinde bulunduğum eğitim süreci. hayata yeni başlayan genç bir insan. sanat hayatının ilk basamaklarında bir amatör. bu fırsat bir daha zuhûr etmeyebilirdi. durumum çok nâzikti. ayrıca münir bey'in bana yaptığı teklifi başkasına yapmayacak kadar mağrur bir kişiliği olduğunu da biliyordum.

    tereddüdümü yenip olumlu cevap verdim. koridora çıktık. yanımıza başbakan süleyman demirel ve eşi nazmiye hanım geldi. münir bey'in elini sıkıp tebrik ettiler. ben de münir bey'in yanı başında olduğum için, demirel benim de elimi sıktı. elimi sıkan ilk devlet adamıdır.

    yalnız olduğum bir ara neyzen burhanettin ökte yanıma geldi. "münir bey, sana heyette vazife mi teklif etti?" diye sordu. ben konuştuklarımızı gizledim. o devam etti. "heyette bir kadro inhilâl etti. seni oraya tayin edecekler sanırım." ben henüz sonuçlanmamış bir görev için konuşmak istemedim.

    sayra orkan tercümanda musikî yazıları yazıyordu. konser ertesi benden bahseden bir yazı yayınladı. dinleyiciler üstünde de çok olumlu bir etki bırakmıştım. camia beni candan bağrına basmıştı. o günlerde işlerimi zorlaştıracak bir durum vardı. arel ekolüne mensup olmak. musikî mecmuasındaki yersiz sataşmalarından dolayı, lâika karabey'e ve bizlere çok kızanlar vardı. nitekim bir çok olayda bizler de sıkıntılara uğradık. ama benim bir özelliğim vardı. türk musikîsini icra edebilen tek viyolonselci idim. alternatifim yoktu.

    kısa zamanda işlemler tamamlandı ve 1977 ye kadar sürecek olan icrâ heyeti üyeliğim başlamış oldu.

    münir bey, icra heyeti dışındaki çalışmalarda da beni hep yanında bulunduruyordu. radyo reklâm bantlarında, jübilelerinde ben hep yanında idim.

    şale köşkü'nde devletin ileri derecede misafirlerine verdiği konserlerin hepsine katıldım. bu cümleden olarak, irak devlet başkanı abdurrahman ârif, suudî arabistan kralı faysal, habeşistan kralı hâile selâsiye ve rus başbakanı aleksi kosigin, konser verdiğimiz zatlardı.

    kosigin'ne verilen konser arsında yemek molası vardı. muayede salonunun önünde duruyorduk. kosigin, kırmızı rus suratı ile koridora çıktı. etrafını halka şeklinde on rus ajanı çevrelemişti. her ajanın sırtına binen başka ajanlar da kosigin'nin başının üst tarafını koruyorlardı(!). hazret, bir insan kameriyesinin altında yürüyordu. bir süper devlet başkanının hem de bizim misafirimiz olan birinin, korkusu ve koruma önlemlerine çok şaşırmıştım. ki, güya stalin dönemi kapanmış, rusya yumuşamış idi. bu olaydan on yıl sonra brejnef zamanında rusyaya gidecek, çeşitli şehirlerde konserler verecek ve halkı daha yakından tanıyacaktım.

    münir bey, arap liderlerine konser verirken, hüzzam makamındaki "solgun durma isteklen sevil açıl çiçeklen" şarkısını arapça okurdu. hem de çok mükemmel bir telâffuzla. seksenli yıllarda kahire'de bulunurken, arap dünyasında münir nurettin adının çok iyi tanındığını ve sevildiğini görecektim.

    hiç unutamadığım bir konser de topkapı sarayı'ndaki bağdat köşkünde icrâ edilmişti. üç yüz fransız din adamı türkiye'yi ziyaret ediyordu. az bir saz heyeti ile onlara bir konser verdik.ilk eser olarak münir bey, itrî'nin rast makamındaki naat ı mevlâna'sını okudu. üç yüz din adamının yanaklarından süzülen yaşları unutamayacağım. bu konserle ilgili bir haber, ertesi günkü günaydın gazetesinin üçüncü sayfasında çıktı. haberle ilgili kullanılan resim, benim viyolonselle çekilmiş resmimdi.

    ankara'da arı stüdyosunda bir jübile konseri vermiştik. cumhurbaşkanı fahri korutürk, eşiyle kulise gelmiş, hepimizin elini sıkarak tebrik etmişti.

    fitaş sinemasında bir jübile konseri düzenlenmişti. konser saatine yakın istanbul'da müthiş bir kar fırtınası koptu. sazendeler konsere gelemediler. o geceyi, emin ongan, ben, hilmi rit ve timur selçuk'un piyanosu ile kurtardık.

    aynı gece, ümit yaşar oğuzcan'ı da yakından tanıdım. münir bey, ümit yaşar'ın "beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın" mısraı ile başlayan şiirini yeni bestelemişti. o gece sanırım ilk defa okuyacaktı.

    açıkhava tiyatrosunda düzenlenen bir konser provası için beni evine çağırmıştı. saadet apartmanını ilk defa görüyordum. öbür sazendeleri beklerken, timur selçuk odaya girdi. galatasarayın orta kısımda okuyor, aynı zamanda ferdi statzer'den piyano dersleri alıyordu. bana, chopin'in bir noktün'ünü çaldı. timur, galatasaray'dan sonra paris'e êcole normal'e gitmiş mezun olunca da bestelediği, ispanyol meyhanesi adlı şarkısıyla çok popüler olmuştu.

    münir bey'in piyanosunun bulunduğu odada içi hayli derin yüksekçe bir pencere vardı. dizlerini kanapeye dayadı ve pencerenin içine yaydığı nota kâğıtlarına segâh makamında, hafif mırıltılarla notalar yazmaya başladı. bir beste üstünde çalıştığından eminim.

    o yıllarda, yapı kredi bankası, münir beyden elli iki uzunçalarlık bant kaydı istedi. zincirlikuyu tiyatrosunun sahnesi, sün'i elyafla kaplanarak stüdyo havasına sokuldu. her perşembe öğleden sonra oraya gider, bant doldururduk. teknik danışman sadun aksüt'tü.

    ilk günkü çalışmaya gittiğimizde, münir bey, elyafların üstünde bata çıka yürüyünce, "burası ay yüzeyine benzemiş" diye espri yaptı. çok ender gördüğümüz gülüşlerinden birini sergiledi.

    ***

    cinayet kemani

    bu kayıtların yapıldığı bir gün, necdet yaşar ağabey biraz geç geldi. münir bey bir şey söylemedi ama hareketleri ile memnuniyetsizliğini belirtti. necdet âbi çok üzgündü. ara verilince arkalardaki koltuklara çekildik. niyazi sayın, ben ve necdet yaşar konuşmaya başladık. niyazi sayın, "yahu necdet biz çalışmadan evvel emin ongan hocanın keman tellerini biraz bozalım. seslere falsolu bastığı zaman doğru çıkar." bu cümle necdet ağabeydeki bütün bulutları dağıttı. hatta kahkaha ile güldü ve "ben size bir hikâye anlatayım. bir zamanlar bir cinâyet romanı yazmayı düşündüm. ama maktul öyle gizli bir şeyle hayatını kaybetmeliydi ki, kimse kesin teşhis koyamasın. zehirlemenin her çeşidini düşündüm, agahta christi hepsini yazmış. elektrik cereyanı ile katletmeyi düşündüm, o da evvelce yazılmış. cinayet romanı yazarları bana hiçbir şey bırakmamışlar. su, ateş, gaz yağı, uçurum, yılan, çıyan...

    bir gün radyoda emisyonda idik. emin ongan yanımda keman çalıyordu. o kadar kötü ve falsolu sesler basıyordu ki, anlatamam. önce kızgınlıktan sıcak bastı, fakat arkasından da sevinç duygusunun harareti. romanımın ana hattını bulmuştum. yayın biter bitmez yunanlı arşimet gibi "evreka! evreka!" diye haykırdım. arkadaşlar "yahu ne buldun?" diye sorunca anlattım. romanımdaki maktulün elini ayağını bağlayıp, ıssız bir orman kulübesine kapatıyoruz. bir saat emin onganın kemanını dinletiyoruz. adam kalpten gidiyor. tabiî olarak kimse teşhis koyamıyor. asıl adı haldun menemencioğlu olup, radyoda halûk recaî adını kullanan kemençe üstâdı: "bir saate ne lüzum var, daha kemanın kapağını açar açmaz adam öbür dünyayı boylar"

    sonra bant kaydına devam ettik. aslında emin hocanın gıyabında şaka yapmak ihtiyacı duymuştu iki ağabey.

    ***

    şan sineması konserlerinin birinde muzaffer birtan solistti. ` : üstad münir nurettin selçuk` eserlerden birinin arasında dinleyiciye yüzünü döndü. bize gazel söyleyeceğini işaret etti. esasen bu haline alışık idik. coştuğu zaman uygun eserlerin arasına nefis gazeller yerleştirirdi. gazelini esere bağladı. dinleyicilerden müthiş bir alkış koptu. dakikalarca sürdü.

    konser sonunda muzaffer birtan'la münir bey'i münakaşa ederlerken gördüm. "-efendim ben solist olduğum bir konserde nasıl gazel atarsınız?" "-söylerim, ben heyetin şefiyim ve münir nurettin'im" " -yapamazsınız efendim" "-yaparım"

    bu münakaşa beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü. heyette pek çok sanatçı vardı. hepsi solist vasfı taşıyor ve şöhret sahibi idiler. çoğu bestekârdı. münir bey, kendi bestelerini hemen her programa alıyordu, hayli yaşlanmış ve rahatsızdı. onun için karşı gelmeler, aleyhinde konuşmalar, hatta hiciv parçaları bile ortalarda dolaşıyordu. muzaffer bey destekçilerinin kışkırtması ile hareket ediyordu, nitekim çok zaman geçmeyecek, icra heyetinin başına muzaffer birtan geçecekti. heyet eski şaşaasını kaybetmeye o zaman başlamıştı. şan sineması konserleri de tarihe karıştı. işgüzar belediye, heyeti ertuğrul muhsin tiyatrosunun sünepe salonuna sürgün etti. daha sonra rıza rit heyeti yönetti. onun döneminde icra heyeti, hicran heyeti oldu ve darülelhan efsanesi de böylece bizzat türk musikîsi mensupları tarafından öteki dünyaya havale edildi!

    ***

    selâhattin efendi

    feriha tunceli, selâhattin pınar'ın küdîlihicazkâr "sorma bana nâfile neler düşündüğümü" mısraı ile başlayan şarkısını solo programında okumuştu. arada münir bey, solist hanımı yanına çağırdı. "heyetin programında, selâhattin efendi'nin piyasa şarkısını nasıl okursun?" diye çıkıştı. feriha hanım "ne var efendim, selâhattin pınar, bu şarkısını bana imzalayıp vermişti." "olmaz efendim. selâhattin efendi'nin piyasa şarkısı icra heyeti konserlerinde okunmaz. ben de onun ve sadettin kaynak'ın şarkılarından plâk doldurdum ama, burada okuduğumu gördünüz mü?" feriha hanım fazla üstelemedi.

    münir beyin klâsik tutumu herkesi etkilemiştir. eserleri yönetirken sadece işaret vermez, elleriyle büyük usulleri de vururdu. çok geniş bir repertuara sahipti. önündeki notalara bakmadan yüzlerce eseri ezberinden okurdu. ayrıca sanatkârlığının bütün gücünü eserlere yansıtırdı. münir bey, sanatkârlığı yönünden sadece kendine benzerdi. kendi üslûbunu kendisi yaratmıştı. daha sonraki zamanlarda benzerinin gelmesi de mümkün değildir. tanbûri cemil bey anlayışının hançeresi münir beydir. nefesi neyzen niyazi sayın, mızrâbı necdet yaşar, arşesi kemençevî ihsan özgen'dir. geriye kalanlar sadece hanende veya sâzendedir. yetişebilir, yetiştirilebilir. 1871 den günümüze kadar geçen zaman diliminde bu beş sanatkâr, türk milletinin kültür hayatına tanrının en büyük lütfu ve armağanıdır. aranmağa başlandığında varılacak en uç noktadırlar. gelecek zamanlarda da referans gösterilecek müstesna kaynaktırlar.

    ***

    ağla ud çal gitar

    münir bey'e karşı muhalefetin çok yoğunlaştığı günlerden birinde, bir program düzenlendi. heyet yakın zaman bestekârlarının eserlerine de yer verecekti. heyetteki bestekârlardan radife erten, emin ongan, mefharet yıldırım, kemal gürses'in eserleri de ikinci kısımda yer alacaktı. münir bey, "kendi şarkılarından başka yeni eser programa almıyorsun" töhmetinden kurtulmak için bu harekete girişmişti. şarkılardan biri de avni anıl'ın o günlerde çok meşhur olan "ağla gitar çal gitar" şarkısı idi. nesrin sipahi bu şarkıyı plâk yapmış, "ağla gitaar.." sözlerinin arkasına da cengiz coşkuner elektro gitarla bir kaydırma (glissando) melodisi eklemiş, yani gitarı birazcık ağlatmıştı(!). piyasanın ve sıradan dinleyicinin pek hoşuna gitmişti. nesrin hanım bu durumu görünce gitarist okay ergil'siz sahneye çıkmamaya başlamıştı. son prova günü olan cumartesi toplandık. sıra "ağla gitara" geldi. münir bey, bu serbest kısma gelince çalışmayı durdurdu ve yorgo bacanos'a "sen buraya kaydırmalı bir solo sıkıştır, gitara benzet" dedi. tabiî hepimiz donakaldık. sonucu beklemeğe başladık. yorgo "münir bey, ben öyle şeyler yapmam" cevabını verdi. üstad kızarak "ne demek ben şefinizim, ben söylerim sizler de çalarsınız." çalışma tatil edildi. ertesi pazar günü yorgo bacanos şan sinemasına gelmedi. icra heyetine bir daha uğramadı. çok kırılmıştı.

    münir bey'in hızlı muhalifleri, bir kucak çiçek alarak, konservatuarda talebe olan öğrencileri iyice doldurmuşlar ve ref'i cevat ulunay'ın teşvikiye'deki evine göndermişler. ulunay, pazartesi günleri milliyettin ikinci sayfasındaki yazılarını icra heyeti konserlerine ayırırdı. kendi tâbirince "mefâhir deliliği" yapardı. mûsikîden zerrece anlamayan bu zat, konservatuar tasnif heyeti âzasıydı. güyâ eserlerin edebî değerlendirmelerini(!) yaparmış! yazılarını, sadettin heper ve halil can'ın dikte ettiği kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla kaleme alırdı. çiçekli ziyaretçiler ve bu iki üstad öyle doldurmuşlar ki, konser ertesi gün "ağla ud çal gitar" başlıklı bir yazıyla, kasabalardaki ramazan topu gibi gürledi. en çarpıcı ifade, "yorgo"nun gözlerinden süzülen iki damla yaşı gördüm" cümlesiydi. yorgo bacanos konsere gelmemişti. ud çalmamıştı. konseri dinlemeğe ulunay da gelmemişti. ama yorgo'nun gözündeki yaşı görmüş ve yazmıştı(!)

    olay burada bitmedi. hilmi rit'in kaleme aldığı, münir bey'in imzasıyla bir tekzip yazısı çıktı. o yazıda ulunay'a napolyon deniliyordu. ulunay'ın cevabının başlığı ise "napolyondan don kişot'a" ayrıca yazıda carmen operası'nın aptal tenoru don hose'ye gönderme yapılıyordu.

    bu tatsız konser ve musikî cahili bir yazarın suret-i haktan görünüp kaleme sarılmasına sebep, muhteris bestekârların icad ettiği sıkıntılardı.

    ulunay'la ilgili bir hâtıram daha var. konservatuar plâk arşivini alâaddin aday düzenliyordu. münir bey, derviş kûçek mustafa efendi'nin bayati âyinini, sekiz plâktan oluşan, bir çalışmayla ölümsüzleştirmiş. bu kayıtlarda rauf yektâ bey de ney üflemiş. işte ulunay, ben, doğan ergin, sadettin heper, halil can bu plâkları dinliyorduk. ulunay, yazılarında "..biz konya'da usûl vurarak âyinleri okurduk" cümlesini sıklıkla kullanırdı. bir ara sadettin heper: "hani hep yazarsınız ya, hadi usûl tutarak, münir bey'in plâktaki sesine eşlik et." dedi. ulunay cehaletini gargaraya getirmek yolunu seçti. "nerde bende o nefes. şimdilerde ağız dolusu küfür bile edemiyorum!" dedi.

    negrek

    ulunay'a en büyük oyunu salih dizer oynamıştı. bir gün mektup yazarak, şimdiye kadar bulunamayan kayıp negrek makamı'nı ve bu makamla bestelenmiş bir takım bulduğunu bildirir. ulunay mal bulmuş mağribî gibi, habere sarılır ve uzun bir yazı döktürür. salih dizer, bir mektup daha yazar, böyle bir makam olmadığını, cahilliğini ortaya koymak için bu oyunu oynadığını bildirir. mahkemelik olmuşlardı.

    burada otur

    nesrin abla ile bir aylığına ankara'ya gitmiştik. çalışmamız bitti, istanbul'a döndük. ben hiçbir şey olmamış gibi konservatuara gittim.o zaman, mecidiyeköy, ortaklar caddesinde, türk müziği bölümü bir binaya sıkıştırılmıştı. binanın sahibi de ratip tahir burak'tı. üstâdı, bir sabah robdöşambrı ile bahçesinden incir koparırken görmüştüm.

    neyse, çalışma salonuna geçtim. viyolonselimi kılıfından çıkardım. akordumu yaptım, notalarımı sıraya koydum. provanın başlama dakikalarını beklerken de sâzendelerin yaptığı gibi otomatik nağmeler çalmağa başladım. alâattin aday, yanıma geldi. "fırat, münir bey, çalışmaya katılmamanı, dışarı çıkmanı söyledi." dedi. "peki" dedim, sazımı topladım, nota dosyamı kapattım. pardesümü giyip konservatuardan çıkıp gittim. ana caddeye ulaşıp, eski tramvay deposuna doğru biraz da hızla yürümeğe başladım.

    arkamdan pat pat adım sesleri ve nefes nefese koşan birini hissedip döndüm. konservatuarın emekdârı fatma hanım, koşarak beni yakalamaya çalışıyordu. yanıma gelince:

    "fırat, nereye gidiyorsun? münir bey seni istiyor." "hayır fatma hanım, bir daha oraya adım atmam."

    "ne olursun geri dön. "sakın onu almadan geri dönme" dedi. sonra beni perişan eder."

    bir an düşündüm. çağıran, koskoca münir bey'di. en yakınları bile odasının önünden ceketlerini iliklemeden geçemezlerdi. ben sanat hayatımın daha ilk yıllarında bir gençtim. böyle bir kişiliğe karşı gelmek büyük nezâketsizlik olurdu. geri döndüm. münir bey, beni yanına çağırdı:

    -niçin çıkıp gittin?

    -efendim siz öyle emretmişsiniz?

    -ben çalışma salonundan çık dedim. konservatuarın dışına çık demedim!

    -kusura bakmayınız efendim, ben temelli git anladım.

    -olur mu öyle şey? sen icra heyeti üyesi'sin.

    -yanlış anlamışım efendim. tekrar özür dilerim.

    -peki bir aydır nerdesin?

    -efendim, nesrin hanım'la ankara'da çalıştım.

    -bana niçin haber vermedin? ben gerekli izni verirdim.

    -... !

    çalışma salonunun kapısı önündeki sandalyeyi işaret etti. "buraya otur, notalarını al, biz içerde çalışırken sen burada ezberle. bir hafta!" dedi.

    münir bey'i zaman zaman o kadar özlüyorum ki, anlatamam. bilhassa şu hüzzam şarkı, günlerce içimde onun sesi ve hançeresiyle dalgalanıyor. hüznümü mümkün değil tarif edemem.

    neş'eyâb-ı lütfun olsun bu ser-i şûridemiz,

    aç efendim sîne-i billûru görsün dîdemiz.

    böyle istirham eder her dem dîde-i gamdîdemiz,

    aç efendim sîne-i billûru görsün dîdemiz.

    ah münir bey, şimdi yine başımızda olsanız da yetmiş gün o sandalyede "otur!" deseniz, böyle mazhariyete neler feda etmezdim?

    eğer o an geri dönmeseydim, belki de sanat hayatım sona ererdi. iyi ki, hırsıma kapılıp yanlışa düşmemişim. bu olayın geçtiği zaman daha misafir sanatçıydım. konser başına ücret alıyordum. kadroya geçmemiştim.

    ***

    kaşıma bak

    icrâ heyeti konserlerinde, münir bey, kendine ait eserlerin bazı yerlerini, akorlu ister ve işâret ederdi. ben, gizlice emin ongan bey'e bakadım. kaşı hafif kalkıksa işi yavaştan, kaş normalse, veryansın ederdim. bilhassa kemancılar, viyolonselden çekinirlerdi. hakları da vardı. beş kemenı bir viyolonsel kapatabilirdi. bizim emin bey'le kaşlaşmamızı gören niyazi sayın, " dinleme onları, kuvvetli kuvvetli, bildiğin gibi çal" derdi. bana dağlar gibi destek olurdu.

    bazı hallerde, ben görmezlikten gelirdim. fakat, hilmi rit, gözünü münir bey'den ayırmadığından, işaretle beni ikaz ederdi. istenileni yapardım. emin bey'in kaşı oynar "ne yapalım, şefimiz öyle istemiş." kaşmesajını geçerdi. canım emin bey, ruhu rahmet istedi galiba?

    ***

    intihal değildir

    münir bey'in ahmet paşa'nın gazeline yaptığı beste, nağme yapısı olarak hâce merâgalı abdülkadir'in` :abdülkadir meragi` kâr-ı muhteşem'ine çok benzer. bir gün çalışmada münir bey şu lâtifeyi yaptı:

    "hoca merâgî, kâr'ını galiba bizim eserden almış" dedi ve bir hayli gülümsedi. nitekim, "erdi bahar'da da hâfız post'un rehâvî yürük semâîsi'nin fazlaca izleri vardır. bu "erdi bahar sardı yine neş'e cihânı" şarkısının güftesi, vecdi bingöl'ün kaleminden çıkmıştır. imzasını görmesek, nef'î'nin yazdığını zannederiz ve hayretimizi gizleyemeyiz.

    buraya bir şakayı sıkıştırmadan geçemeyeceğim. bu şarkı ne zaman gündeme gelse, neyzen fikret bertuğ: "karnabahar karna zarar vermez efendim, a canım" diyerek güfteyi lâtifeye garkeder.

    ***

    bina sallanınca

    icra heyetindeki genç arkadaşlarla münir bey'i ziyarete gitmiştik. artık efsanevî saadet apartımanında değil, gayrettepedeki yeni dairesinde oturuyordu. bir ara "fırat, bu apartman çok yüksek. rüzgâr sert esince hemen meral'in (kızı) yanına iniyorum." sonra marmara'yı tamamen gören pencerenin önündeki koltuğa oturdu. beni yanına çağırdı. puslu bir akşam güneşi adaların arkasından denize kavuşuyordu. çok hafif sesle sadettin kaynak'ın hicaz şarkısını mırıldanmağa başladı.

    "enginde yavaş yavaş

    günün minesi soldu.

    derdim bana arkadaş,

    bugün de akşam oldu."

    evvelâ münir bey'den sadettin kaynak'ın şarkısını ilk defa duyuyordum. yanımda eşsiz yorumu ile münir bey okuyor ve ben tek dinleyici idim. deniz, şarkı, günün kavuşması alaca havanın etkisi tarif edilemez bir hâletti. şarkıyı bitirdi. bana: "fırat, sadettin efendi ne güzel bestelemiş değil mi?" dedi. arkadaşlar masa başına toplanmışlardı. "çaylar hazır efendim" dediler. bizi kuşatan büyü o an için bozuldu ama, ben her hatırlayışta o duyguları yoğun şekilde kırk yıldır yaşıyorum.

    ***

    fahrettin paşa'nın anlattiklari

    istanbul'un kurtuluşu günü olan 6 ekim kutlamalarından birinde belediye sarayına davet edilmiştik. münir bey coştu taştı ve "allı yemeni" türküsünü o kendine has edâsıyla söylemeğe başladı. şarkının sonunda mikrofona, misafirler arasında olan, istiklâl harbimizin efsânevî süvarî kolordusu kumandanı fahrettin altay paşa geldi. mikrofonda münir bey'le konuşmaya başladılar:

    -münir bey, hatırlıyor musun, yalova'daki köşkte, atatürk sana "kadehini yukarı kaldır." dedi. tabancasını çıkardı, herkes kadehe ateş ederse, yahut hedef şaşırır münir bey'e isabet ederse diye donakalmıştı. fakat tavana ateş etti. sen hiç kıpırdamamıştın. o an korkmadın değil mi?

    -hayır paşam, atatürk hiç beni vurur mu diye düşündüm. nitekim tavana ateş etti.

    -evet hâlâ köşkün tavanında o kurşun deliği duruyor.

    ***

    1923-73 ansiklopedisinin mûsikî maddelerini yazarken, münir bey'den mülâkat istemiştim. fakat o, konuşma yerine, jübilesinin kitapçığını imzalayıp verdi. "istediğin bilgileri bu kitaptan iktibas et." dedi. bir konserde de coşkun sabah, şerif muhittin targan'ın "koşan çocuk" adlı eserini çalmıştı. naklen yayını dinleyen safiye aylâ, tebrik için konservatuara geldi. ben münir bey'in yanından ayrılıp onları yalnız bırakmanın doğru olacağını düşündün. niyetimi hisseden münir bey, kalmamı işaret etti. iki büyük sanatkârın, birbirine iltifatları ve davranışları başlıbaşına bir yazı konusudur. ilerde yazarım. münir bey, safiye hanımı dış kapıya kadar giderek uğurladı.

    münir bey, çok güzel giyinirdi. kadife ceketleri, kıravatları, gömlekleri çok uymlu olurdu. kendine iyi bakardı. tam bir istanbul beyefendisi idi. çok hafif sesle, gayet selis konuşurdu. çalışmaları oturarak yönetirdi. bazen eserleri yalnız okurdu. biz hafif tonda refakat ederdik. işte kulaklarımdan silinmeyen münir bey'in mikrofondan geçmemiş bu tabiî sesinin tınısını anlatmak mümkün değildir. belki de bu sesi çok iyi tanıdığımız için bizler titiz seçici, her ses sanatkârını da münir bey'le mukayese ederek değerlendirir olduk. sanırım bunda da yerden göğe kadar hakkımız var.

    bir sabah konservatuara erken gitmiştim. münir bey'in oda kapısı açıktı ve masasının başında notalara eğilmiş haldeydi. ben fark edince çağırdı ve şu beyanda bulundu.

    "dün sabah ezanında, vişnezâde camiî'nin hâfızı, hicaz makamında çok güzel bir ezan okudu. 'aziz istanbul' şarkısının başına bir kadans ekledim. dinle bakalım nasıl olmuş." şarkıyı eskiden defalarca baştaki serbest kısım olmadan icrâ etmiştik. şimdi yeni başlangıcıyla okuyordu. hakikaten de çok mükemmel olmuştu. hayranlığımı belirttim. "bu konserde bu şekliyle okuyacağım" dedi.

    ismet bozdağ "beyaz arılar" kitabında, "ben ikaz ettiğim için münir bey o kadansı ekledi" diyor. halbuki bu kısmı yazdığı gecenin sabahı değişikliği ilk dinleyen benim. esasen münir bey'in benim veya başkasının değerlendirmesine hiç ihtiyacı da yoktu. o sabah eserin verdiği heyecanı bana da aktarmak istemişti. herhangi bir görüş beyan etmek o an için mümkün değildi. çünkü, mûsikî dünyasında, kıdem ve merâtib-i silsile anlayışı, askerlikten daha disiplinlidir.

    zaman geçti, plâkçı canavarları bu eseri, kenar mahalle ağızlı bir şarkıcıya okutarak parsa topladılar.

    ***

    son konser

    kalamıştaki fenerbahçe sosyal tesislerinde konser vermeğe gitmiştik. bir ara masamıza, brezilyalı futbolcu didi de geldi.

    konseri verirken adeta kahroldum. münir bey, sesten düşüyor, zorlanıyor ve konseri bitirmeye çalışıyordu. onu hiç böyle görmemiştim. her zaman bülbül-i şeydâmız idi.

    kalamış şarkısının gazelini bile eski halâvetinden uzak okudu. o gece bu konseri tezgâhlayan ve "bir devin düşüşünü" etrafa ilân etmekten çekinmeyen kanuncuyu asla affetmeyeceğim.

    bu konserden sonra bir daha münir bey'le beraber çalışmadık. kendisine yıllar sonra yanan, nişantaşı'ndaki konservatuarın merdivenlerinde rastladım. televizyon çekimi için demirlere tutunmuş kameramanları bekliyordu. yanına gidip elini öptüm. "sen de devlet korosuna katılmışsın. çok iyi etmişsin" dedi. ayrılırken tekrar elini öpmek için yere doğru eğilmek zorunda kaldım. rahatsızlıkları belini had safhada bükmüştü. ama gözleri yine zekâ ve sanat pırıltılarıyla çakmak çakmak idi.

    münir bey, herkesi kıskandıracak bir hayat yaşadı. yalnız iki şeye sahip olamadı. bütün imkânlar emrinde olduğu halde parası olmadı. bir de içindeki büyük yalnızlığına medar olacak kimsesi yoktu. etrafı gereğinden fazla dolu idi amma o, yalnızdı.

    ---
  • ''atatürk, münir nurettin selçuk bey’i sever ve takdir ederdi.

    atatürk ile münir nurettin arasına, aşağıda anlatacağım, benim bizzat yaşadığım bir olayla bir müddet soğukluk girmişti.

    bir tren seyahatimizde yanında fahrettin altay paşa vardı. kompartımanında sohbet ediyorlardı.
    bir ara kahvelerini istediler, gönderildi; o ara beni de çağırtmışlar, hemen gittim. bir iki kitap istedi ve de ‘gramofona bir plak koy da dinleyelim’ dedi. ben de öylesine münir nurettin bey’in bir plağını alıp koydum. daha ilk sesi çıkar çıkmaz, ‘çabuk kapat bunu, yerine başka koy hemen’ dedi.
    çok şaşırmıştım, ama hemen arayıp bulup safiye ayla’nın bir plağını koyuverdim.
    ‘tamam, güzel oldu şimdi” dedikten sonra ilave etti: “bak bakalım münir nurettin’in ne kadar plağı varsa, hepsini çıkart ve bana ver.’
    hemen baktım, galiba üç dört plağı vardı, aldım kendisine verdim. ‘camı aç’ dedi, açtım ve hem paşa’nın ve hem de bizlerin şaşkın bakışları arasında, plakları camdan tek tek fırlatıp attı ve ‘oooohhh bee’ dedi.
    sonra aynen sohbete, plağını dinlemeye ve de zevkle kahvesini içmeye devam etti.
    seyahatimiz bitti. ankara’ya döndük.
    ama bizde bir merak bir merak.

    bir gün fırsatını bulduk. çok keyifli bir günündeydi.
    zaten pürüzlü bir durum varsa böyle keyifli anlarını beklerdik.
    `(sofracısı) ibrahim`’le beraber bir ara yanındayız, sen sor, ben sorayım derken ibrahim benim çok ısrarımla soruverdi. ‘paşam o gün trende münir nurettin plaklarını camdan neden attınız, çok merak ettik.’
    gülmeye başladı, ‘çok mu merak ettiniz? peki, anlatayım’ dedi.
    ‘ters bir anıma geldi herhalde, o sıralarda ona biraz kızmıştım ama yapmamalıydım. siz hatırlıyor musunuz, hani bir gece dolmabahçe’ye gelmişti. sofrada güzel güzel şarkı terennüm ederken ben de o gece çok keyifliydim, söylediği şarkılara eşlik ediyordum ki, bir müddet sonra şarkısını kesti ve yanıma gelip kulağıma doğru kimsenin duymayacağı şekilde, ‘lütfen, benimle beraber söylemeyiniz, şarkıyı bozuyorsunuz, ben de rahat söyleyemiyorum’ demez mi? belki kimse sezinlemedi, ama o an ben, nasıl kendime mani oldum ve ters bir şey söylemedim, hala şaşarım. ne olacaktı yani, tabii ki şarkı bizim işimiz değil, ama işte o an keyiflenmişiz, söylemeye çalışıyorduk, beyefendiyi pek rahatsız etmişiz. ona o gece çok kırıldım, gücendim hem de pek çok. işte olay budur. şimdi rahatladınız mı? yahu ne meraklı adamlarsınız’ diyerek olayı bize anlatmıştı.
    bu olaydan bir müddet geçti, herhalde biraz pişmanlık duymuştu ki akşam dolmabahçe sarayı’ndaki bir davete münir nurettin’i de buyur etmişti, ama o gece nedense münir nurettin bey’den hiç şarkı istemedi. herhalde şarkı söylerse ben de katılırsam bir olay çıkar diye düşünmüştü. o gece onunla sadece uzun uzun güzel sohbetler yapmıştı.''

    nuri ulusu, atatürk'ün yanı başında

    http://www.hurriyet.com.tr/…ran-sanatcilar-15508732
  • 1949 senesinde yapılmış bir röportajda, san'atkâr, kendisine tevcih edilen hafif suallere şu şekilde cevaplar vermiştir:

    "münir nurettin kendisiyle daima iftihar ettiğimiz dünya çapında bir ses san’atkârıdır. onu tanımayan, şöhretini duymayan kimse yok. böyle olduğu halde san’atkârı bütün hususiyetleriyle okuyucularımıza tanıtmak için bir arkadaşımız kendisiyle görüşmüştür.

    sene 1914... dünyamız en buhranlı anlarını yaşıyor. birinci cihan harbi dramının ilk perdesi açılmak üzere... nazarlarımızı, osmanlı imparatorluğunun payitahtı olan, istanbul şehrine yöneltiyor ve ağır ağır, kadıköy’deki apollon tiyatrosu'na giriyoruz. salon hınça hınç dolu. biz de bu kalabalığa karışıyor, herkes gibi bekliyoruz. neyi mi?.. darülfeyz musiki cemiyeti’nin, biraz sonra başlayacak olan, konserini... konser başlıyor ve davetliler, derin bir sessizlik içinde, sahneden salona yayılan ilâhî nameleri dinliyorlar. konserin ikinci kısmında ise, sahnede 12 – 13 yaşlarında bir çocuk görüyoruz. yüzünde, kendinden emin bir büyük adam edası var. geniş alnının üstünde yükselen gür siyah saçları ona ayrı bir güzellik veriyor.

    çocuk, ağır ağır sahnenin önüne geliyor ve kendisine refakat eden saz heyetiyle birlikte türk musikisi klâsiklerini okumağa başlıyor. ince ve tertemiz bir ses, en güç notalar üzerinden bir martı hafifliğiyle geçiyor. salonu dolduran yüzlerce kişi hayretler içinde... bir müddet sonra şarkılar bitiyor ve halk, bu küçük san’atkârı çılgınca bir alkış tufanına tutuyor.

    * * *

    16 sene sonra... yine bir gün beyoğlu’ndaki fransız tiyatrosu’na giriyoruz. evvelki konserdeki dâvetteki davetliler bu salonun da doldurmuşlar. evet, burada da bir konser var. fakat bu, musiki san’atının zirvelerine doğru yükselmeye başlayan büyük bir san’atkârın konseri... aradan geçen 16 sene ve paris’teki musiki tahsili, onu daha olgunlaştırmış ve san’at vâdisinin de bir kudret olarak tanınmasına vesile olmuştur. bu konserin en büyük hususiyeti, türk musikisinde o zamana kadar hiç yapılmayan bir teganni tarzının yapılması ve tek bir müzisyenin yalnız başına konser vermeğe cesaret etmesidir. san’atkâra refakat eden saz heyeti mesut cemil, artaki candan ve ruşen ferit’ten müteşekkildir.

    konserin başından sonuna kadar onu, büyük bir hayranlıkla dinliyoruz. okuyuş üslûbundaki yenilik günlerce musiki münekkitlerine mevzu teşkil edecektir. aradan 19 yıl geçmiş olmasına rağmen, ruhu ve sesi daima genç kalmış olan bu san’atkârı hepimiz çok yakından tanıyoruz. fakat sadece sihirli sesini... onun hakikî hüviyeti, düşünceleri ve faaliyetleri ise, bugüne kadar meçhul kalmıştı. münir nurettin selçuk diye adlandırdığımız bu değerli musikişinasla her hafta okuyucuları adına bir konuşma yapmak hakikaten enteresan olacaktı. (...)

    san’atkâra sordum:

    musikimizin bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz?
    türk musikisi, 30 – 35 sene önceleri daha bilgili ve ehil ellerde bulunuyordu. memleketin muhtelif yerlerinde bulunan musiki üstadları, kendi muhitlerini birer san’at mabedî haline getirmişlerdi. bu hocalar, musiki heveslisi olan gençleri, küçükten itibaren, gerek amelî ve gerekse nazarî bir şekilde mükemmelen yetiştiriyorlardı. bu suretle millî musikimiz yaşatılıyordu. (...)
    münir bey, dedim, müsaade ederseniz size biraz da hafif sualler sorayım.
    buyurun, sizi dinliyorum.
    hayatınızda, şöyle sahiden âşık oldunuz mu hiç?
    san’atkâr bu sorumuzu işitince gülmeğe başladı:

    bu sorunuzu, aşk hakkındaki düşüncelerimi söylemekle cevaplandırabileceğim. “aşksız meşk olmaz” derler. bilhassa bir müzisyen için aşk, güzel bir şeydir. yalnız bu aşkı, tek bir şahıs üzerinde toplamak, kanaatimce pek doğru olmasa gerek. zira bütün vasıfları ile derli toplu bir aşka, bilhassa bu zamanda, tesadüf etmek hemen hemen imkânsız oluyor. ben, bugünkü aşkı namaz kılarken kafasından günlük hâdiseleri geçiren zoraki dindarların ibadetine benzetiyorum. bu bakımdan, ilâhî bir duygu olan aşkın, bir şahsa değil, fakat bütün tabiata ve bütün güzel ve iyi şeylere teşmil ettirilmesi lâzım geldiği kanaatindeyim. zira, çok defa, emsalsiz diye vasıflandırdığımız bir fâni, küçük bir hareketiyle, kristalize olmuş o güzel hislerimizi birden bire tuzla buz ediyor. halbuki san’ata ve tabiata olan lâhutî aşk insanı hiç olmazsa sukutu hayale uğratmıyor.

    boş vakitlerinizi nasıl geçirirsiniz?
    bilhassa kış gecelerinde konser programlarını hazırlamakla meşgul olurum. fırsat buldukça da büyük şair yahya kemal’in ve diğer kıymetli şairlerin eserlerini okurum. roman okumaktan da hoşlanırım; fakat buna bilhassa son zamanlarda pek fırsat bulamıyorum. yaz aylarında ise, müessisleri arasında bulunduğum kalamış kulübü'ne ait işlerle uğraşırım. (...)

    konserlerinizde heyecanlanır mısınız?
    her konserimde epeyce heyecan duyarım. esasen titiz bir san’atkârın her gün konser verse bile, halkın huzuruna heyecansız çıkabileceğini zannetmiyorum. "

    baha kayserilioğlu
    her hafta mecmuası, 25 haziran 1949, sayı: 104
  • eğer ki bir şarkısında cehennemin güzelliğinden bahsetseydi koşulsuz severdim cehennemi, aziz istanbulşarkısında istanbulu sevmem gerektiğini hissettiğim gibi.ya da en azından o sevdiği için, ya da ben onu sevdiğim için "istanbulu sevmezse gönül aşkı ne anlar" dediğinde "istanbulu sevmesem de aşkı anlayabilir miyim acaba, anlasam da gerçekten bişeyler eksik mi oluyo acaba" dememe sebep olmuş,(onu tanımak tam anlamıyla mümkün değil), tanımaya çalıştıkça, kendimi daha da tuhaf hissetmeme vesile olmuş, güzel insan, içki arkadaşım(o bunun farkında değil tabi)...
hesabın var mı? giriş yap