• lisedeyken "yardım ettiğin kişiyi asla minnet altında bırakma" demişti bir büyüğüm. ne kadar karşılıksız yardımda bulunursan bulun, özellikle karşı taraf hiçbir şekilde karşılık veremeyecek durumda ise, küçük de olsa yardımını alabileceğin bir konu yarat. böylece en azından vicdanı karşısında karşılık verdiğini düşünsün. aksi takdirde bir dost değil düşman kazanırsın. ben o lafı kulağıma küpe etmeme rağmen ne demek istediğini 30'uma geldiğimde anladım.
  • ne diyordum... işte üvey amcamın kütüphanesinde gördüğüm kitapların anlattığı ve benim bilmediğim, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bütün o şeyleri nedense onların bildiğini, bu yüzden çok mutlu olduklarını, bu yüzden onlarla aramızda asla kapanmayacak derin bir uçurum olduğunu umutsuzlukla fark eder, ödev konusunu -tek kelimesini anlamadan- ezberden defterime geçirir, evime dönerdim.

    sonra bi’ şey oldu; öz babamın fakir kitaplığını süsleyen o üç-beş dini kitabı döne döne okumaya başladım ben.

    kaç kişi evini çatısında yuva yapan serçelerle paylaştı, sorarım size? (öyle hissediyorum ki bunun anlatmak istediğim şeyle bir ilgisi yok.) kaç kişinin bahçesinde su kuyusu vardı? çocukluğum ayva çiçekleriyle doluydu ve muhteşem hikayeler anlatıyordu o dini kitaplar. (gören gözler için elbette. şu dünyadaki tek tesellinin hikaye okumak ve okuya okuya, kendini kazıya kazıya kendi hikayelerini yaratmak demek olduğuna inananlar için.)

    dünyanın bütün peygamberlerini tanıdım ve bütün kıyamet alametlerini okudum. o gün geldiğinde, yeniden dirileceğimiz vakit yani… (sanırım başka bir şey anlatıyordum ben.)

    hep savunduğum bir şey vardır (demek hala bir “ben” var, bu iyi bir şey mi yoksa küstahlığın daniskası mı bilemedim.) yolu okumaktan geçen herkes bir gün dostoyevski’yle tanışır. benim de yazgım buydu ve ankara’da bir zamanlar “kelepir” adıyla var olan bir kitapçıda tanıştım budala’yla.

    sonra her şey çok hızlı gelişti: yazdığı her şeyi okuma telaşına kapıldım bu saralı slav peygamberinin, ve o bir kapı açtı bana. onun yaktığı ışıkla satın aldığım her kitap beni ölümsüzlüğe biraz daha yaklaştırdı; çünkü her kitap başka bir yazarı müjdeliyordu bana ve o başka yazar daha önce hayal bile edemediğim başka bir cenneti fısıldıyordu kulağıma.

    tolstoy’un bütün romanlarını dizdim duvar kenarına (o zamanlar henüz kitaplık yoktu ve hava raporlari günlük bültenlerden sonra okunmuyordu.) puşkinler, gogoller, çehovlar, turgenyevler (turgenyev tam bir salak bu arada, dostoyevski’nin dehasının bir türlü farkına varamadı.) ve dünyanın bütün rusları… gorki’nin harika üçlemesinin karşısına geçer, hayranlıkla diz çökerdim önlerinde ve o çok kıymetli mum ışığında kitap okumaya çalışan ve benden neredeyse yüz yıl önce yaşamış o çocuk için dua ederdim.

    dickens romanları, eleştirmen denen dangalaklara inat coşkuyla biriktiler duvar dibinde. balzaclar, hugolar, stendhaller ve daha bir sürü fransız. okudukça çoğalıyordum ve öyle sanıyordum ki tanrı benim! çünkü bir gizli bildiğim vardı artık ve ne olursa olsun bu değişmeyecekti.

    evlendikten sonra kendime bir kitaplık satın aldım. neredeyse her gün o kitaplığın karşısına geçer, sahip olduğum ve tümünü okumakla gurur duyduğum bu eşsiz kitapları seyreder, dünya denen şu tuhaf alemde artık yerimi bulduğumu, ne olursa olsun mutlu öleceğimi ve ardımda harika şeyler bırakacağımı hisseder, sevinç göz yaşlarımı kitaplarımın üzerinde kuruturdum.

    sonra tuhaf bi’ şey oldu. işsiz kaldım.

    ben iyi biri değilim, hiçbir zaman iyi olmadım, ama yalnız olmadığımı iddia etmeyiniz lütfen. sahip olduğu cenneti satılığa çıkarmak zorunda olan herkes -iyi biri olsun ya da olmasın- yalnızdır.

    önce bir liste yaptım. kitaplarımın piyasa fiyatlarıyla benim “ikinci el” olarak belirlediğim fiyatlarını yan yana yazıp olgunlar sokak’a gittim. (tanrım, ne zavallılık!)
    kimse ciddiye almadı beni, tek bir satıcı bile -uğruna bütün hayatımı vereceğim- kitaplarımı satın almak istemedi. çok şaşırdım tabii (tanrı bendim ya!) insanların neden böyle yaptığını anlamadım.

    ama o kitapları satmak zorundaydım, benimle ilgili olan ve para edebilecek tek şey onlardı çünkü. (hiçkimse ayva çiçekleri, cinlerin esrarlı sigaralar içtikleri karşıdaki büyülü ev ya da tatlı su kuyuları için para vermez.)

    üstelik eve ekmek ve süt ve sigara ve temiz çamaşır götürmeliydim. birkaç uzak tanıdık (sağ olsunlar) bir şeyler satın aldılar benden. “pazar ola!” dedim ve devam ettim kapı kapı gezmeye, ama pek umut yoktu.

    bir gün, adilhan kitapçılar çarşısı’nda şimdi ismini hatırlamadığım bir dükkana girdim. uzun saçlı, orta yaşlı, blues dinleyen bir adam gülümseyerek karşıladı beni.

    ona dedim ki: “elimde bazı kitaplar var, satın almak ister misiniz?”

    o bana dedi ki: “taze çayım var, içer misiniz?”

    oturup çay içtik, sohbet ettik, kitaplardan, yazarlardan ve müzikten söz ettik.

    sohbet ilerleyince sırt çantamdan birkaç kitap çıkardım.

    “hiçkimse oğuz atay kitabı satmak zorunda olmamalı” dedi bana.

    sonra tutunamayanlar’ı karıştırmaya başladı. neredeyse her satırı çiziklerle doluydu kitabın ama o daha önce inceleyenlerin aksine hiç yadırgamadı bu durumu, güldü ve “bu kitap için sana şu kadar para vereceğim” dedi. “ama bu kitabı satmayacağım, çünkü biliyorum ki sadece sana ait bu kitap ve ne olursa olsun öyle kalmalı. burada duracak o, ve sen bir gün para kazanmaya başladığında gelip alacaksın benden.”

    sırt çantama doldurduğum cennetimle defalarca gittim yanına o adamın, her seferinde vermesi gerekenden daha fazla para verdi bana. neredeyse bütün kitaplığımı ona sattım.

    sonra iş buldum, para kazanmaya başladım. tuhaf ama para kazanmaya başladıktan sonra gidemedim yanına, utandım.

    yıllarca o tutunamayanlar’ın akibetini merak ettim, “acaba” dedim, “gerçekten saklıyor mu hala, yoksa satırlarının altını çizmekle ifşa ettiğim kendimi bir yerlerde birileri mi okuyor şimdi?”

    geçen hafta sonu kızımı zafer çarşısı’nın hemen altındaki dersanesinden almaya gittim. birlikte bulvarda yürümeye başladık. kırtasiyeye gitmesi gerektiğini söyledi kızım.

    adilhan’a girdik.

    o, girişteki dükkana (“fotokopi çekilir” duyurusu her sivrisineğin kavuşmak istediği ışıktır) sokuldu, ben de “biraz dolaşacağım” deyip üst kata çıktım.

    hatırlamakta zorluk çeksem de buldum o dükkanı, ama el değiştirmişti maalesef.

    dükkanın camında “bu iş yerinde kuran meali para ile satılmaz” yazıyordu. ne tuhaf, içim minnetle doldu bir anda -blues ve atay seven o adam için.

    dükkanı devretmeseydi eğer, camında -eminim- “bu iş yerinde atay para ile satılmaz” yazardı.
  • "bir iyiliğe maruz kalmak kadar ağır başka bir şey yoktur. ortası hiç yoktur: ya karşılığını verirsin ya da aşağılanmaya hazır olursun." - marquis de sade
  • karşınızdakini esir almanıza yarayan duygudur. hiç de öyle anlatıldığı gibi romantik ve gerekli değildir. birinde minnet duygusu yaratmak aksine, buyurucu ve tahakkümcü bir davranıştır. yardımınızın karşılığında karşınızdakini ezik, mecbur ve çaresiz hissettirmektir.

    misal;borç aldığınız bir arkadaşınız sizden verdiği borcu açıkça istemese de, sürekli kendisinin ne kadar yardımsever olduğundan filan bahsetse, sizde minnet duygusu oluşturur. oysa sağ elin verdiğini sol elin bile bilmemesi lazım gelir.

    minnet duygusu oluşturmayı genellikle anne babalar, çocuklarına yapar. sürekli ne zorluklarla sizi büyüttüklerinden ya da kendi çocukluklarında veya evliliklerinde ne sıkıntılar yaşadıklarından bahsederek, çocukta minnet oluşturur ve yetişkinlikte bile izleri devam edecek derin hasarlar oluştururlar. çünkü minnet duyan, bilinçaltında kendini ezik ve sürekli mahçup hisseder.

    bu yüzden; kasaba minnet edilmez, icabına akılır.
  • kırıntılarla yetinmekten hoşlanmayanların kendilerine gösterilmesine ihtiyaç duymadığı şeydir.
  • gönül borcu.
    birinin yaptığı iyilikten memnuniyet duyma durumu. (bkz: minnettar)
  • minnet'e pek de güzel bir örnek teşkil eden bir necmi zeka şiiri, şöyle ki:

    minnet

    elimize çok geç ulaşmış
    bir düğün davetiyesi gibi
    "fazladan düşünmek" zahmetinden
    kurtardığı için bizi
    bir teşekkürü hak eden
    yeni sevgili

    iyi bir aileden iyi bir okuldan
    güzel bacaklar, güçlü kaslar
    buraya varmak kolay daha ilerisi
    buz ve kardan bir havluya sarılı
    tehlikeli yalanlar uyduran herhangi biri

    herhangi bir tercih
    bugün için asla
    herhangi biri
  • öyleyse;
    sana açsın beyaz ve sarı çicekler,
    dokun onlara, işlesin ruhuna,
    sen, hediyesin gecikme yok aslında,
    dans ediyorum, seninle aklımda.
    hisset beni gir günüme, bilmesinler,
    sarsın varlığın bizi silemezler.
    kaderi sorguladıysa beynim şu dakika,
    esir, heder olmuşum demektir artık sana.
    düşünmek seni, geceden kalsa da,
    tebessümsün, gözlerim ve dudaklarımda.
    bugün ve yarınlara varınca,
    bir sen yaşamak yetecek bana.
    her gecikme tam zamanıdır belki.
    her yağmur kendi güneşine hasret,
    her bekleyiş vuslatadır belki,
    her dokunuş yürekte minnet...

    gönül aldırmanı dilerdi ,
    her aldırışın sevene rahmet...

    umut
  • birinin hizmet bedeli ödendigi takdirde bu biri için duyulmasına gerek kalmayacak döngüsel duygu.
    ödenmemiş bedelin hizmeti tekrar tekrar akla getirip insanın bir taraflarını dürtüklemesi, minneti döngüsel kılar.
    oysa ödenen bedelle hizmet arasında bire birlik aranmamalıdır; çünkü hizmetten saglanan fayda* kişiye göre değişmesine ragmen zamanda atılan ok hedefe varır. öyle olmasaydı; komşular, yaptıkları yemekler arasında denklik saglanamayacagı için* tabakları sonsuzda geri göndermeye devam ediyor olurlardı.
  • hatır gerektirir.
hesabın var mı? giriş yap