• bu kitabın orhan pamuk külliyatı içinde farklı bir yere sahip olacağını söyleyerek başlamak isterim. birazdan neden böyle düşündüğümü açıklamaya çalışacağım. önce “spoiler” içermeyen bir özet ile başlayalım: romanımız 1970’lerin ortalarından 1980’lerin ortalarına uzanan bir aşk öyküsü anlatıyor. kahramanımızın adı kemal basmacı. amerika’da iş idaresi okumuş, askerliğini bitirmiş, dağıtım ve ihracat şirketi satsat’ın genel müdürü. bir de kardeşi var: osman. basmacı ailesi üç kuşaktan beri tekstil işiyle uğraşan zengin bir aile. kemal, son derece iyi eğitimli bir kız olan, “fransa’da okumuş” sibel ile evlenmek üzere. nişan hazırlıkları/evlilik planları yapıyorlar. bu arada bu çiftin hayatına kemal’in çocukluk yıllarından tanıdığı fakir bir ailenin kızı olan, füsun’un gölgesi düşüyor. füsun, böylece, kemal’e çok tuhaf ve sarsıcı bir yolculuğun kapısını açıyor.

    türkiye’nin ‘70’li, ‘80’li yıllarının panoroması da çok baskın bir şekilde olmasa da arka planda hikayemize eşlik ediyor. “aşk romanı” olararak nitelense de hikayenin politik bir yönü olduğunu da söylemek gerek. türk burjuvazisi, doğu-batı, şehir-taşra, kadın-erkek, muhafazakarlık- serbestlik gibi ikilikler pamuk metinlerden aşina olduğumuz bir şekilde burada da karşımıza çıkıyorlar. evet kabaca benim özetim böyle.

    şimdi başta söylediğim şeye dönmek ve kitaba biraz daha yakından bakmak için aşağıda maddelediğim şeylere bakalım isterseniz. bu arada uyarayım: metni, diğer pamuk metinleriyle de yer yer karşılaştırdığım için diğer orhan pamuk romanlarına dair “spoiler” içeren bilgiye rastlayabilirsiniz.

    --- spoiler ---

    1. kitabın adıyla girelim mevzumuza. nerede duymuştuk “masumiyet müzesi” adını? orhan pamuk’un bir önceki romanı “kar”da. pamuk şöyle yazmıştı: “istanbul’daki son görüşmelerimizden birinde ka bana, bundan sonra yazacağım romanı sormuş, ben de masumiyet müzesi’nin herkesten dikkatle sakladığım hikayesini anlatmıştım.” (s. 258). demek ki pamuk’un kahramanı şair ka “masumiyet müzesi”nin hikayesini bizden önce biliyormuş. bu romanda önemli bir yeri olan 56 model chevrolet aslında orhan pamuk’un bundan önceki romanı kar’da da karşılaştığımız bir araba modelidir zaten. şair ka, kitabın 352. sayfasında kendisine emniyetten olduğunu söyleyen sivil görevlilerin olduğu arabanın renault değil, chevrolet olmasına şaşırmıştı, anımsarsanız.

    2. romanda sıkça pamuk’un diğer romanlarına ve kahramanlarına göndermeler var. ama bu pamuk okurlarının bildiği üzere yeni veya rastlanmadık bir şey değil. söz gelimi “kar” romanında şair ka’nın ipek ile buluştuğu pastanenin adı “yeni hayat”tır, yani pamuk’un bir başka romanının adı. ya da ömer kavur’un çektiği orhan pamuk’un senaryosu “gizli yüz” aslında “kara kitap”ta anlatılan küçük hikayelerden biridir. ya da “beyaz kale”nin önsözünü yazan kurmaca tarihçi faruk darvınoğlu ve kitabı atfettiği nilgün darvınoğlu pamuk’un “sessiz ev”inde karşımıza çıkan roman kahramanlarıdır. örnekler çoğaltılabilir. masumiyet müzesine dönelim ve burada orhan pamuk evreninden tanıdığımız isimlere bakalım: alaaddin’in dükkanı (dolayısıyla alaaddin), cevdet bey ve oğulları, gıyabında “kar”ın kahramını şair ka, kara kitap’ın unutulmaz siması köşe yazarı celal sâlik.... şimdi bu rastlaşmalara biraz yakından bakalım.

    3. kitabın en güzel bölümlerinden birisi olan “nişan” –ki kitabın aynı zamanda en uzun bölümü- 116. ve 163. sayfalarda anlatılmış. kahramanımız kemal basmacı, sibel hanım’la olan nişanında cevdet bey ve oğulları, kızı ve torunlarıyla fotoğraf çektiriyor (s. 135). celal salik’le tokalaşıyor (s. 135), konuşuyor (s. 156), hatta romanın sonraki bölümlerinde onun “kadınlara nasıl bakılması (daha doğrusu bakılmaması) ile ilgili yazısını/öğüdünü anımsıyor. bu bölümün konukları arasında kemal basmacı’nın büyük aşkı füsun’la dansetmeyi başaran genç yazar adayı orhan pamuk ve ailesi de var. kemal bey şöyle anlatmış onları: “bir zamanlar zengin olup da servetlerini beceriksizce kaybeden her aile gibi pamuklar da içlerine çekilmişlerdi (s. 132). ben bu bölümün kitabın en hoş, en akıcı bölümü olduğunu düşünüyorum.

    4. bununla birlikte diğer favori bölümlerimi de yazayım müsaade ederseniz: 69. bölüm “bazan” ve 54. bölüm “zaman”. “bazan” bölümünde kemal, füsun’a olan aşkını ve kaybolan zaman içinde ritüelleşen şeyleri anlatıyor. bu bölümdeki her cümle “bazan” sözcüğü ile başlıyor. çok yaratıcı gibi gözükmeyebilir ama bu bölümün kendine has hoş bir şiiri olduğunu düşünüyorum. 54. bölüm ise pamuk’un romanlarından aşina olduğumuz bir argüman sahnesi. yani dramatik yapının daha iyi anlaşılması için temel bir olgu ele alınmış ve bu olgunun nasıl yorumlandığı/yorumlanması gerektiği anlatılmış. bu hikayenin ve kahramanın ruhunu anlamamız için önemli çünkü:

    5. hikaye belirli bir zaman dilimi içerisinde anlatılan olayların ve nesnelerin anlamlı bir bütünlük oluşturması için kurgulanmış. bu haliyle aslında roman, kemal bey’in isteğine uygun olarak olayların akışının ve bu akış içinde tanık olduğumuz şeylerin-nesnelerin bir kataloğu. “zaman bölünmez anları birleştiren bir çizgi; şimdi ise bölünmez anların kendisidir.” aristo’nun “fizik”te sunduğu bu argüman, kitabın kurgusu ve kemal bey’in “dünya görüşü” açısından mühim. kemal bey tek tek nesneleri toplayarak sadece sevgilisini ve mutluluğunu anımsamak değil, yaşanan anları da bölünmez bir çizgiyle birleştirmek niyetinde. bu açıdan bu bölüm kahramanın temel refleksini anlamamıza yardımcı oluyor ve romanın kurgusuna da bu açıdan hizmet ediyor. romanda zaman önemli bir unsur ve romanın kahramanı kemal bey de bunun farkında. zira:

    6. “kar”da sıkça kullanılan net zaman tarifleri burada da karşımızda. söz gelimi kemal; nesibe hala’da yediği ilk yemekle son yemek arasında 2864 gün geçtiğini, bu sürede onlara 1593 kere yemeğe gittiğini kesin bir şekilde kaydediyor (s. 311 ve 313). üstelik romanın başlangıcı da kahramanın zamanı içeren bir itirafı ile başlıyor. burada kemal’in hayatındaki en mutlu anın tam olarak “26 mayıs 1975 pazartesi üçe çeyrek kala civarında bir an” olduğunu öğreniyoruz. benzeri bir şekilde tüm olay ve rastlantılara yön veren büyülü karşılaşma tam olarak 27 nisan 1975’te gerçekleşmiş. bu net tarihler kemal için çok önemli.

    7. kitabın temel meselerinden olan “mutluluk” hem kitabın son bölümü hem de romanın kurgusu açısından kritik. bence bu sorun, hem kemal ile anlatıcı orhan pamuk’u ve hikayeyi birbirine bağlıyor; hem de bu romanı pamuk’un diğer romanlarına bağlıyor. hatırlarsanız; “cevdet bey ve oğulları”ndan beri mesele çoğu zaman bir “yeni hayat” kurmak/ yeni bir hayatın peşinden gitmek meselesidir. bu yapılırken cevdet bey ve oğullarında olduğu gibi batılı olmak isteyen kahramanlarımız mutluluğu daha çok basit insanlara özgü bir bayağılık olarak görürler. hatta “kar” da şair ka da bunu 91. sayfada bir kez daha vurgular. mutluluk; hep farkında olmayan anlarda saklıdır. masumiyet müzesinin ilk cümlesini düşünün: “hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum.” (s. 11). ve şimdi de son cümlesini düşünün: “herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” (s. 586). zaten “kar”da kahramanımız şair ka ne diyordu? “insan mutluyken mutlu olduğunu bilmez.” (s. 263). ya da “yeni hayat”ın kahramanının finaldeki kaza bölümünde yaşadığı “eve dönüş arzusu”nu. ya da “sessiz ev”in mutsuz kardeşlerini. “kara kitap”taki çaresiz galip’i... başta söylediğim şeye dönecek olursam; evet bu roman farklı. kemal basmacı, tüm arızalarına rağmen, bir pamuk kitabında rastlayacağınız en çocuksu (zaten şöförü çetin efendi de öyle söylemiyor muydu? bkz. s. 577 ) ve en mutlu baş karakter. “masumiyet müzesi” bu haliyle pamuk’un en iyimser eseri. evet trajik olaylarına, kemal bey’in tuhaf takıntısına, füsun’un ölümüne, aşıkların kavuşamamasına ve arka plandaki karamsar tabloya (yüksek enflasyon, artan terör olayları, askeri darbe ve benzeri gelişmelerin yaşandığı bir türkiye) rağmen.

    8. kitabın başarısı konusunun özgünlüğünde değil (bize özgü, son derece sıradan görünen bir zengin adam-fakir kız aşkı?); anlatımı ve kurgusundaki yetkinliğinde. kemal’in orhan pamuk’la anlaşması, pamuk’un bizimle konuştuğu yerler “merhaba ben orhan pamuk, s. 570), kapanışta son sözü tekrar kemal’in alması, daha 140. sayfada, “nişan” bölümde pamuk’un konuşacağı yere verilen referans vs vs. üstelik kemal bey’in tercihi çok akıllıca: “aristo’ya göre anları birleştiren çizginin zaman olması gibi, eşyaları birleştiren şeyin de bir hikaye olacağını biliyordum. demek ki bir yazar, müzemin kataloğunu tıpkı bir roman yazar gibi kaleme alırdı.” (s. 565). şu halde okuduğumuz şey hem orhan pamuk’un romanı hem “utangaç koleksiyoncu” kemal basmacı’nın müze kataloğudur.

    9. bir de ayrıntıyla bitirelim: kemal’in füsun’la buluşup seviştiği merhamet apartmanının adresi nedir? teşvikiye caddesi yüzotuzbir. anımsadınız mı? burası “kara kitap”ta celal salik’in şifreli yazısı “öpüş” te verdiği adrese yakın. orada her cümlenin ilk harfini yukardan aşağıya okuduğumuzda karşımıza çıkan şey “teşvikiyecadyüzotuzbeş”ti. adresler çok yakın; lüzumsuz belki ama dikkatimi çekti. ha bir de füsun samsun tiryakisi. kemal bey bu yüzden marlboro’dan vazgeçiyor (s. 438).

    --- spoiler ---

    evet... benim burada yapmaya çalıştığım şey romanı okuduktan sonra aklımda kalan, dikkatimi çeken şeyleri aktarmaya çalışmaktı. şüphesiz metnin tartışılması, işaret edilmesi gereken başka pek çok yeri var. ama şimdilik, -kimi okurlarının katılmayacağını bilsem de- “masumiyet müzesi”nin pamuk’un diğer kitapları arasında farklı bir yerde duran bir roman olduğunu söylemeliyim. ayrıca pamuk’un “en renkli ve iyimser romanım” dediği “benim adım kırmızı”ya yakın bir iyimserlik taşıdığını eklemiş olayım “masumiyet müzesi”nin. romanı okumuş olanlar belki buna katılmayabilir. ben de onlar için romandan seçtiğim bir alıntıyla bitireyim o halde: “kahramanları kederli diye bir roman da kederli olmak zorunda değildir.” (s. 115).

    tashih” notu: romanın 558. sayfasında hıfzı bey’in adı “hıfzçı bey” olarak yazılmış... dev bir insanlık hizmeti olarak kaydedelim.
  • anlatımı güçlü, güzel denebilecek bir kitap. ancak hani bir arkadaşınız gelir, sürekli sevdiği kişiyi anlatır, "yazık "dersiniz "aşk acısı çekiyor", dinlersiniz...ama hani her gün, her gün gelir sürekli bu acısını anlatır. siz de değer verdiğiniz o insanı sabırla günlerce dinlersiniz ama içinizden bir süre sonra çığlık atmaya başlarsınız, kırmamak için birşey de diyemezsiniz. öyle bayan bir kitap.
  • orhan pamuk un hem nobelli ask hikayesi hem de post-modern realist muzesi. yillar once foucault sarkacini okuyana kadar cok saglam bir pamuk hayrani iken, o kitaptan sonra pamuk, hayrani oldugum kara kitap ile birlikte gozumden dusmustu. ne de olsa kara kitapin anlattigi seylerden daha da muhtesem olan ve asil beni etkileyen bir kurgu ve anlatim bicimi vardi ki bu besbelli eco dan devsirilmisti. post-modern edebiyati yeni hayat ta ilk defa deneyimlemis her genc dimagi gibi ben de bir sure abi iste tanzimattan bu yana batiya imrenmemiz taklitcikten oteye gidemiyor tepkimeleri vermistim. yine de o gaza ragmen benim adim kirmiziyi da okumadan edememistim. kirmizi teshisi iyice kesinlestirmisti, pamuk, batidan alinan post-modern uslubu orientalizm ve tarihselcilikle harmanlamaktan ote bir sey yapmiyordu. orada da benim pamuk ile kisisel maceram bitmisti, nobeli aldigi gunlerde ben politik nedenlerden nobelli eski dogu bloku ulkelerinin yazarlarinin biografileri ile mesguldum.

    lakin banu guven hayranligimdan mi yoksa yaz ortasi bos vakit enflasyonundan midir bilinmez ntvde gecen gun yayinlanan roportaji ilgiyle izledim. pamuk bir iki yila kadar istanbulda masumiyet muzesini aciyoruz diyor, benim ilgimi kitaptan cok ceken bu muze ve arkasindaki fikir oldu. romancilik don kisottan bu yana gerceklik ile kurgunun savas alani olmustur. ilk devrelerinde kurgu gercekligin izinden giderek kendini inkar etmeye calismis, gercekligi oldugu gibi kaydetmek ve olumsuzlestirmek icin varolmustu. duchamplarla magrittelerle 20.yuzyilin baslarinda sanatta yasanan kirilmanin romanciligi etkilememsi mumkun degildi lakin. artik bu bir pipo degildi, kurgu gercekligi resmedemezdi, o sadece bir kurguydu. magritte'in prizmasindan ortaya rengarek romanlar cikti, magical realism ile borgesler marquezler gerceklikle isim olmaz, benim kurguyla sanayi devrimi sonrasi buyusu bozulmus bu dunyayi buyulemem lazim derken tolkien coktan realismle ipleri koparmisti ya, onun zamani doksanlara kadar gelmeyecekti. o ara sartre eski bir ekolun izinde kurguyla dusunsele uzanmayi tercih edip varolussal sorunlarimiza kurgusal yamalarla mesgulken, beckett kurguyu kurgu yapan her ne varsa kaldirip atsam da yine de icinde insanin acisina dair bir seyler kalir deneylerini yapiyordu. orwell'larin huxley'lerin anti-utopyalari buhrani daha da koruklerken, virginia wolf dusunce akisi ile beatniklere yol gosterip,kerouaclara ginsberglere bilincaltinin kapilarini araliyordu. warholun pop arti sadece resimi etkilemedi, romancilikta kopyala yapistirdan payini aldi, belkide post-modern edebiyata asil formunu veren de bu oldu zaten. tarihten dogudan batidan olaylar, ufak onemsiz detaylar balzaczamaninindan beri unutulan bir teknigin modernlikle harmanlanmasiyla tekrar kullanima girdi. michel houellebecq 20.yylin son kitabiyla bu metodu yeniden vaftiz ediyordu bir bakima. gerceklikten parcalar tekrar kurgunun icine tasiniyordu yavas yavas.

    romanciligin metodolojik gelisimin yaninda, yuzyilin baslarinda gerceklik yitimine ugrayan kurgu da tekrar gerceklikten payini istemeye baslamisti bu arada. ama bu sefer gercekligi oldugu sekliyle kabul etmeye niyeti yoktu, onu kendine donusturecekti. sanal gerceklik gerekli kavramsal alt yapiyi zaten hazirlamis, amerikan kulturu bunun uzerine insa edilmeye baslanmisti bile coktan. disneyland ve holywood kurgulari gerceklikle bulustururken star wars, yuzuklerin efendisi gibi kurgular arkalarinda milyonlarca fan birakarak sinema salonlarini terkettikten sonra bile para kazanmaya susamis sirketlerin yatirimlari ile tekrar turlu sekillerde gerceklige donuyorlardi. bir sonraki adim cok belliydi, iki sey bir birinin icine gececekti, kurgu gerceklige gondermeler yaparken gerceklik kurguya donusecekti.

    iste tam bu nokta orhan pamuk un son romani devreye giriyor, daha once romancilikta boyle bir sey yapilmis midir bilmiyorum, yapilmissa sasirmam ikinci bi foucoult sarkaci vakasi olur benim icin. lakin pamuk bu kitapla gerceklikle kurgunun dansini tam 21.yyla yakisacak bir sekilde bir adim ileri goturuyor. kitabi yazdigi sure icinde topladigi gercek nesneleri kitabin icinde kurguya yedirirken cagimiza yakisir bir bicimde nesnelerin gercekligini degistiriyor. bir iki yil sonra butun o nesneleri masumiyet muzesinde sergilemeye basladiginda, o nesneler artik bir kurgunun gercekligi olacaklar, gercek kurguya donusurken kurgu gercek olucak. kurgudan gerceklige geciste gayet sorunsuz gorunuyor, kitabin icinde anladigim kadariyla bunun yeterince alt yapisi hazirlanmis, kitabin kahramani kemal bu nesneleri orhan pamuk a veriyor ve muhtemelen basindan gecenleri de ona kemal bire bir bir anlatiyor. bu yazarlarin yillardir kullandiklari bildigimiz bir gerceklik ilizyonu yaratma teknigi, ama bu sefer pamuk un fazladan kanitlari da var, kurgunun butun detay nesneleri kanli canli orada muzede duruyor, kitapta anlatilan seylerin, kurgunun, gercek olmadigina inanabilir misiniz artik? o muzeyi gezerken kurgunun icinizde adim adim gercek olmasina engel olabilir misiniz? o tecrubenin onune gecebilir misiniz? acaba kitabin asil yazilis amaci o tecrubeyi okuyuculara yasatmak olabilir mi? ne de olsa kurgunun yuzyillardir hayalini kurdugu bir sey bu, okuyucusuna gercek oldugunu iliklerine kadar hissettirmek.

    benimkisi biraz duchamp in pisuarina gidip isemeye calisan performans sanatcilari gibi olucak ama, kendi adima muzeyi gezmeden kitabi okumamaya karar verdim, once butun o objeleri cihangirdeki galatadaki eskici dukkanlarindan toparlanmis degersiz nesneler olarak gormek algilamak hissetmek istiyorum. sonra kitabi okuyup gercekligi kurgunun icine serpistiricem, kurgunun gercekligi manipule etmesine izin vermeden. yine de bu super fikri uygulamaya gecirecek olmasindan dolayi pamuk u tebrik ediyorum ve turkiyedeki ilk postmodern-realist muzeyi gezmek icin sabirsizlikla bekliyorum.
  • orhan pamuk, masumiyet müzesi’nde sık sık akıp giden hayatın dışında kalmaya vurgu yapıyor. herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda hepimizin bazen açıkça, bazen anlamlandıramadığımız bir iç sıkıntıyla hissettiğimiz o şey... televizyon izlerken, akşam yemeğinde, ya da bir köşeye çekilmiş okurken, belki uyumaya çalışırken... hayatın, (asıl hayatın) şimdi burada değil, buradan çok daha uzakta yaşandığı, ne yaparsak yapalım hiçbir zaman onun bir parçası olamayacağımız, onu yakalayamayacağımız duygusunun verdiği umutsuzluk, iç sıkıntısı, yıkıntı... bütün bunlar kitapla birlikte kuşatıyor insanı. yarım kalmışlık, eksiklik duygusu, başkalarının hayatını seyretmek gibi korkunç bir yazgıyı kabullenmek ve tüm bunların getirdiği o ağır yorgunluk... yaşama yorgunluğu...
    okunmayı hak eden bir kitap.
  • "hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum."

    masumiyet müzesi'nin ilk cümlesi bu. hem yeni hayat'ın efsanevi açılışını hatırlatacak kadar sağlam; hem de dokunaklı, üzerine bir roman yazılacak kadar.
  • istanbul'da öpüşecek yer bulamayan çiftlere sonuna kadar açık kalacak müzeymiş bu yazarının deyimiyle.
  • şimdi bu kitabı bıraktım, huzur'u okumaya başladım. bu hızla gidersem bir edebiyat uzmanı olacağım hayırlısıyla. neyse, daha kitabın ikinci sayfasında tam da orhan pamuk'ta eksik olan şeye rast geldim. ahmet hamdi tanpınar, nasıl yalın ve hikayenin içine nasıl yedirerek, lafı ne ara oraya getirerek ve "yeri gelmişken" rahatlığında mükemmel bir tespit yapıyor... diyor ki:

    "mümtaz [hastasına hastabakıcı arıyor], üç gündür bu hastabakıcının peşinde idi. bir yığın adres almış, telefonlar etmişti. fakat bizim memlekette aranan kaybolur. şark oturup beklemenin yeridir. biraz sabırla her şey ayağınıza gelir. mesela ihsan iyi olduktan altı ay sonra bile bir iki hastabakıcı mutlaka onu arayacaktır. fakat lazım olduğu zaman... işte hastabakıcı meselesi böyleydi."

    adam gündelik hayat teorileri yazıyor. yıl 1949. sonra masumiyet müzesi'nin arka kapağına bakıyorsun: "pamuk, doğu'nun da batı'nın da sahiplenmekten şeref duyacağı temel ve kalıcı bir yazar..." new york times the kıçımın kenarı.

    aniden parlıyorum, çirkinleşiyorum böyle...
  • orhan pamuk' u hiçbir zaman sadece yazar olarak görmedim ve bu müze bunun somut örneği.
    hatta kitap, müze hayal edilerek yazılmış bile diyebiliriz.

    gelelim kullanım kılavuzuna,

    - benim gibi anı biriktirme uğruna her haltı saklama huyu olan biri iseniz uzak durunuz. (annemden habersiz sakladığım diş macunu kutusu sayım, 11 yaşımda iken, 74 idi)

    - karakterinizde saplantılı birine dönüşmeye yatkın daimi bir melankoli bulunduruyor iseniz, en fazla yarım saat geçirin çıkın.

    - siz de füsun' un kemal'i hiçbir zaman gerçekten sevmediğine inanıyorsanız, kitap bittiğinde olduğu gibi yine kahrolursunuz. çıkın.

    beni en etkileyen bölüm ise, yazarın eseri olustururken bitirdiği kalemlerin görüntüsü

    müzenin üzerimde yarattığı etki üzerine ve neden bunca yıl gitmediğime dair koca bir paragraf var içimde ama bunu kendime saklayacağım.

    ve yine şaşkınlıkla soruyorum, bu yazarı nasıl sevmezsiniz a dostlar?
  • - 28 ağustos 1984'de, o üzücü olayın da yaşandığı büyük semiramis oteli'nin yakınlarından, düsseldorf'dan bindiği bosfor turizm otobüsü içinde geçmekte olan annem, vakayı görüp - füsun'un acısını belki de bilmeden içinde hissederek- geçer. annemin halihazırda üzgün olmasına sebebiyet vermiş olan - gümrükte takılan sanyo betacord marka video- yu burada sergilemek isterim (aradan 1 yıl geçtikten sonra gümrükten kurtulabilecekti) :

    http://classicvcrs.com/sanyo little.jpg

    - 1975 senesinde annem ve babam etiler çit düğün salonu'nda hayatlarını birleştirmeden hemen önce salona gelirken,satsat çalışanı kenan ile buluşmak için 1. levent'e geçen füsun onları görür ve annemin şapkalı gelinliğini çok beğenir.. benim de böyle gelinliğim olsun diye içinden geçirir . işte o şapkayı, füsun'un içindeki ukteyi bizlere hatırlatsın diye burada sergiliyorum:

    http://www.resimhayattir.com/…ta/media/64/20010.jpg

    - 2002 yılı temmuz ayında, brive la gaillard'da, musée labenche d'art et d'histoire'i gezdikten hemen sonra kiraladığım bisikletle malemort sur correze yönünde gözyaşları içinde yol alırken kemal bey'i görmüştüm. o da ağlamaklıydı. birbirimize başımızı belli belirsiz sallayarak selam vermiştik. zorlukla kiraladığım o bisikleti, tekerleklerinin şekli bizlere kemal bey'in hüzünlü mutluluğunun kendisine kazandırdığı sonsuzluk hissini hatırlatsın diye burada sergiliyorum :

    http://www.paulstubblebine.com/…images/dcp_1856.jpg

    - 1978 yılı mayıs ayında babam yeni aldığı renault 12 sw marka araçla ilk kez trafiğe çıkmış ve ilk kez kullandığı arabayla - durmayı beceremeyerek-osmanbey'de bir trafik polisine çarpmıştı. kendisine polis memurunu hastaneye götürürken yardımcı olan kemal bey'in şoförü çetin efendi'nin çukurcuma'daki sıkıntılı bekleyişlerini hatırlatsın diye, burada aracın o gün kırılan farını sergilemek isterim :

    http://i87.servimg.com/…f87/12/07/31/86/tsw1210.jpg

    - 2004 yılında texas lubbock'da, buddy holly museum çıkışında gördüğüm kemal bey'in, o dönemki dalgınlığına ve kendinden geçmişliğine rağmen gülümseyerek bana selam verişinden sonra onunla özdeşleştirerek aldığım buddy holly albümünün kapak fotografını da yine burada sergilemek isterim :

    https://i.ytimg.com/vi/bmcchvyv1ba/hqdefault.jpg
  • hiç adetim olmadığı üzere nedense çıkar çıkmaz alıp bitirdiğim kitap. aslında bir müze kataloğu. elimizden kayıp giden duygular, eşyalar, şeyler üzerine nefis bir roman.

    orhan pamuk'un bütün kitaplarını okudum. masumiyet müzesi'ne kadar da en sevdiğimin cevdet bey ve oğulları olduğunu söyleyip durdum. evet kara kitap yazım tekniği açısından bir devrimdi. yeni hayat postmodernizmin edebiyattaki tanımıydı. benim adım kırmızı ve beyaz kale tarihi romanın da iliklerine kadar edebi olabileceğinin tarifiydi. sessiz ev ve kar'ı nedense çok sevmemiştim.

    ama masumiyet müzesi, -daha yeni bitirdiğim için erken mi konuşuyorum bilmiyorum- bence bugüne kadar okuduğum en iyi orhan pamuk romanı. yazarın ilk romanı cevdet bey ve oğulları'nın ben de sarsamadığı tahtı hem sarstı, hem devirdi.

    bir kere öyle bir alıp götürüyor ki, okurken hiçbir şeyi sallamıyorsunuz. hiç yaşamadığım 70'ler filmlerden ve fotoğraflardan hatırladığım kadarıyla sürekli gözümde canlandı. zaten ismiyle beni tavlayan roman, cismiyle de ruhumu doyurdu.

    romandan bahsetmeyeceğim. yeri değil, belki başka bir entryde altını çizdiğim yerleri paylaşırım ama söyleyeceğim şey varsa şudur; bitirdikten sonra sarhoşluk gibi, sinemadan yeni çıkmışlık gibi, anlatacak çok şeyim varmış da bugüne kadar biriktirmişim gibi bir duygu oldu bende... bilsinler ki, çok güzel bir kitap okudum.
hesabın var mı? giriş yap