• hollywood'daki kontratlar, menajerler vs. hakkinda da ilginc bir hikaye anlatmis kisidir.

    dedigine gore, arthur et les minimoys filmi icin snoop dogg'un menajeriyle iletisime gecmis, teklif goturmustur. menajer, snoop'un rolu kabul ettigini soyleyip anlasmasini sunmustur. kontratta, snoop'un her gun icin en az 5 kilo m&m's istedigi ve bunlarin icinden yesil olanlarinin ayiklanmasini istedigi yazmaktadir. luc amca "yuh aq bu ne lan" dediyse de kabul etmistir.
    daha sonra sette bir gun, ayiklanan butun yesil m&m'sleri alip snoop'un yanina gitmistir. snoop normal m&m'sleri yerken kendisi yesilleri yemektedir. aralarinda soyle bir diyalog gecmistir :

    snoop - baba hayirdir niye sadece yesilleri yiyon?
    luc - yesillerden baska m&m's sevmiyom, boyle bi hiyarim ben iste. bakiyorum da sen de yesil sevmiyon galiba?
    snoop - yoo nerden cikti?
    luc - e hic yesil yok kavanozda
    snoop - aa hakkaten lan bu ne mina koyim
    luc - e sen kendin istemedin mi yesilleri ayiklamamizi
    snoop - yok lan nerden cikartiyon
    luc - be amcik kontratinda yaziyo hayvan gibi "5 kilo emenem, yesiller ayiklanacak" diye!?
    snoop - o ne lan!?!?

    sonradan anlasilir ki snoop kesinlikle boyle birsey istememistir. isin asli, bir aksam bir davetteyken veya partideyken snoop emenem yerken yesilleri yemeyip elinde toplamis sonra kavanoza geri koymustur. bunu goren menajeri de kontratta "snoop'un istekleri" kategorisine eklemistir.

    yani kissadan hisse : luc amcamiza gore hollywood'daki yildiz kontratlari, kaprislerinin falan buyuk bolumu menajerlerin kolpasidir, yildiz osurdugunda menajer sicar.

    edit : bu lavugun "basimdan gecti valla" diye anlattigi hikaye 80lerde van halen'in konser organizatorlerine dayattigi bir maddeden geliyormus aslinda. gobek deligini siktigimin hirsizi, filmlerini de sevmem zaten.
  • 4 aralik 2007 tarihinde sorbonne universitesi sinema bolumunde konferans vermis sahsiyet. konferanstan akillarda kalan bir takim enteresan noktalari aktarmayi borc bilirim:

    -leon filminin casting'inde adaylar arasinda liv tyler ve christina ricci de varmis. lakin luc amcamin dedigine gore liv bacimiz o zamanlar 12-13 yaslarinda olmasina ragmen 1.75 boyunda ve vucudu oldukca "olgun"mus, bu yuzden reddetmis kendisini. ricci'yi niye reddetmis onu anlatmadi. natalie portman hakkinda ise "ondaki yetenegi gormemek icin gorme ozurlu olmaniz lazimdi" demistir.

    -ilk uzun metraji le dernier combat'nin cekimlerini 17 hafta olarak planlamistir. lakin daha ikinci haftada elindeki makaralar bitmistir ve parasi da yoktur. bir cinlik gelir aklina, agfa yetkililerini arayip "kardesim sizin verdiginiz filmler bozuk, leke cikiyo" gibisinden birsey sallamistir. gorevli eleman kamyonetle geldiginde luc amcamiz onu oyalarken yardimcisi kamyonetten film makaralari yurutmustur.

    -gene ilk filminin cekiminde elinde sadee 35 ve 60 mm'lik objektifler vardir. 100 mm'ye ihtiyac duydugu bir sahne icin kamera kiralayan bir dukkana gidip "selam ya bi 100 mm kiralayacam deneyebilir miyim" demistir. normalde denemeler dukkanin icinde yapilirken "yav ben acik alanda cekecem sunu bi dukkanin onunde denesem" diyip arabayla film setine kacmistir. sahneyi cektikten sonra objektifi geri getirip "begenmedim" diyip dukkani terketmistir.

    ............................

    evet aklimda bu kadari kaldi, sonuc olarak luc besson sahane bir insanmis onu anladim ben. bir de yazi yazma yetenegimin servet cetin'in defansif ozellikleriyle yarisir nitelikte oldugunu farkettim. allah benim belami versin.
  • leon'u çekerken maiwenn le besco ile birliktelik yaşamış yönetmen. bunda ne var diyorsunuz değil mi? lakin şöyle ufak bir ayrıntı var: bu beraberlik başladığı sırada luc 32, maiwenn ise henüz 15 yaşındadır. amerika'da bu durum rahatsızlık yaratsa da fransa'da 15 yaş cinsel ilişki için legal sınır olduğundan luc elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta dolaşabilmiş. bir sene sonra henüz 16 yaşındayken maiwenn, besson'dan hamile kalmış.
    https://medium.com/…eally-be-forgotten-5471a2c7c9d5

    32 yaşında bir adamın 15 yaşında bir kızda ne bulduğu yeterince tartışmalı konu iken, eş zamanlı olarak 12 yaşında bir kız çocuğu ile yetişkin bir erkeğin arasındaki duygusal (!) ilişkiyi konu alan bir film çekmesi insanın aklını bulandırıyor.

    henüz mideniz bulanmadı mı? o zaman ufak bir detay daha vereyim: leon'un orijinal senaryosunda leon ile mathilda arasında geçen bir cinsel ilişki sahnesi var.
    http://www.cracked.com/…ver-made-it-out-script.html

    gerçekten çohoş!

    dahası var. ilk tanıştıklarında maïwenn 12, besson 29 yaşındaymış. ama 15 yaşına basana kadar çıkmaya başlamamışlar*. maï, filmin hikayesinin kendi aşklarından ilham aldığını da söylüyor.
    https://www.thedailybeast.com/…fessional?ref=scroll
  • fransanın osman yağmurderelisi

    *
  • annesi ve babasi dalgictir bu adamin. kendisi de dalgic olacakmis aslinda, ama yeniyetmeyken gecirdigi bir rahatsizlik sonucu dalmasi sakincali hale gelmis, e mecbur yonetmen olmus adamcagiz.

    milla'dan once nikita'da oynayan anne parillaud ile de kiristirmis kendisi. hatta yavrulamislar da yanilmiyosam, bi cocuklari olmasi lazim. sonra milla nasil olduysa kafalamis adami, unlu de oldu bu sayede iyice hatun... e akilli kadin tabii, wim wenders filminde bile oynadi sonradan.

    luc besson ile jean reno bi zamanlar kankaymislar. hatta leon'un senaryosu, jean reno'nun dogumgunu hediyesiymis. amca senaryoyu 2 ayda bitirip, reno'ya "al lan bak sana ne yazdim, sevildigini bil" seklinde taktim etmis.

    big blue'nun director's cut versiyonunda gorunur de luc, yarismalar sirasinda elenen dalgiclardan biridir.

    bir de bir ozelligi, cogunlukla filmlerinde kamera operatorlugunu kendisi yapar bu zat. ben daha hakkinda bi dolu sey biliyodum, bi zamanlar hastasiydim ama gozumden dustu bi kere, unutmusum tabii mukadderat... neyse...
  • le monde gazetesinde bugün charlie hebdo saldırısının ardından kaleme aldığı, yoksul müslüman gençlere seslenen samimi mektubun yazarı yönetmen.

    türkçesi için
  • eski bir haber ama türkiye'ye bakışıyla ilgili önemli gördüğüm için hatırlatmakta fayda var.

    besson: türkler’de 10 bin sene film çekilebilecek malzeme var.

    son filmi arthur ve minimoylar’ın gösterimi için istanbul’a gelen fransız yönetmen luc besson, “türk sineması’nın da dünyaya göstereceği, söyleyeceği çok şey var” diyor. çocukluğunda sinema ve kitapla hiç arası olmayan luc besson, yeni filmi arthur ve minimoylar’ın tanıtımı için istanbul’da. yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiğiniz filmler yanında bir de yazarlığınız var. yazıyla ilişkiniz nasıl başladı? yazmaya 15 yaşında başladım. ilk yazdıklarımı okuttuğumda herkes çok gülmüştü. aslında içerik komik değildi, fakat çok fazla imla hatası yapıyordum ve kötü yazıyordum. bu yüzden gizlice yazmayı alışkanlık edindim. kimseyle paylaşmadan. ta ki dilbilgisi kuvvetli bir arkadaşım bana aşık olana kadar. yazdıklarımı -bana olan duygularından da cesaret alarak - ona gösterip hatalarımı düzelttiriyordum. bir nevi faydalanma belki de. nelerle ilgili yazıyordunuz? kendi evrenimden başka evrenler, dünyalar hayal ettim hep. beşinci element’i onbeş yaşımda yazdım mesela. hepimizin hayatı çok sıradan, bu yüzden hayal gücümle bize benzemeyen, fantastik dünyalar kurgulamayı seviyordum. o zamanlar nelerden ilham alırdınız? şimdi beslenme kaynağınız nedir? yazımda hiç kimseden etkilenmedim aslında. küçüklüğümde okumayı sevmezdim çünkü. paris’in dışında ufak bir kasabada yaşıyordum, akdeniz kıyılarında. ne televizyon ve internet kullanma, ne de sinemaya gitme lüksüm vardı. bu yüzden hep balıklar, deniz ve kayalar çok etkiledi beni. belki de bu sayede sanatsal yaratıma daha temel bir yerden giriyorum, duyulardan ve duygulardan. kreatif ifademi etki altında kalmadan gerçekleştiriyorum. zaten sinema yapmak içim sinema eserlerinden beslenmek korkunç bir fikir bence. kanbağı olan insanların evliliği gibi. sonunda ortaya hilkat garibesi gibi çirkin şeyler çıkıyor. insan doğadan, kendi içinden, ailesinden ilham almalı. hayal gücü bir kas gibi. çalıştırdıkça da güçleniyor. her iki alanda da bulunduğunuzdan ötürü soruyorum, yazının ve pelikülün sunduğu imkanları karşılaştırır mısınız? bir kitap yazarken kesinlikle bir senaristten daha özgürsünüz. senaryoda bir sahnede takılamazsınız, çünkü bir kurgunuz var ve bütünlük için pelikülün akması zorunlu. arthur ve minimoylar’ı yazarken bu özgürlük beni çok şaşırttı, ve onu fazlasıyla kullandım. kitapta bir arıyı 25 sayfa anlatabiliyorum mesela, ya da 10-15 sayfa boyunca bir iç çekişi işleyebiliyorum, fakat filmde bunu kesmek zorundayım. her şey birkaç saate sığmak zorunda. film izlemek trene binmek gibi, her durakta kalmanız gerektiği kadar kalıp, gideceğiniz yere de geç kalmadan varmak istersiniz. bu yüzden zamanlama önemlidir. bir de kitabın kişisel bir zevk verdiğini, filmin ise kolektif bir iletişim şekli olduğunu unutmamalı. bir sinema salonunda bir kişi kahkaha attığında ona büyüyen bir kalabalık eşlik ediyor. bu açıdan da sinemanın etkisi daha kitlesel. o halde pelikülde zaman kısıtlaması sonucu bir duygu kaybından bahsedebilir miyiz? eğer durum buysa, duygu bütünlüğünü ve sürekliliğini sağlamak için hangi yardımcı elementler devreye giriyor? pelikülde duygu kaybı olduğunu düşünmüyorum. kitapta daha fazla alan ve özgürlük var sadece. aynı duyguları filmde aktör birkaç saniyelik bir mimikle anlatıyor, ya da müzik bunu sağlıyor. tam bu noktada arthur ve minimoylar’a gelelim. seslendiren sanatçılar içerisinde david bowie ve madonna gibi isimler var. müzikler ise, geçmişte birçok çalışmanızda olduğu gibi eric serra’ya ait. serra’nın hipnotik müziği besson filmine ne katıyor? onu vazgeçilmez kılan ne? serra müziğiyle benim başladığım cümleyi bitiriyor. bazen de cümlelerimin yerine konuşuyor. imge ve müzik arasında böyle bir bütünlük sağlanıyor. bu yüzden sinema dünyasında uzun süre birlikte çalışan yönetmen ve müzisyen ikililer sık görülür. arthur ve minimoylar’ın yapım sürecini anlatır mısınız? önce senaryosu sonra kitabi kaleme alındı arthur’un. bugünkü hale gelmesi 5 sene sürdü. ilk sene karakterlerin çizimleriyle başladık, sonraki senelerde onların geliştirilmesi, canlandırılması, ve seslendirilmesi. çok uzun vakit aldı, fakat bir filmin en keyifli yanı onu bitirmek. şimdi bunu yaşıyorum. arthur sanıldığının aksine sadece çocuklar için bir film değil. çocukların yeterince hayal gücü var, belki de film büyükler için demeliyiz. “on tane film yaptıktan sonra sinemayı bırakacağım” yönünde bir açıklamanız oldu. arthur son filminiz mi? neden “on”da bırakmak istiyorsunuz? bilmem, neden özellikle on olduğunu açıklayamayacağım. (etrafa bakınıyor...) mesela, on parmağımız var, on ilginç bir sayı. yuvarlak. (gülüyor.) evet böyle bir şey söyledim. hayata bana kendimi ifade edebilme hakkını bu kadar cömertçe sunduğu için teşekkür borçluyum. 30 senedir sinemanın içindeyim. insanın bir süre sonra söyleyecek şeylerinin kalmaması doğal. bu noktada çekilmeyi düşünmek onurlu bir davranış bence. bu sinemayı bırakmam anlamına gelmiyor. şu anda kafamda bir proje yok ama eğer çok iyi bir senaryo bulursam ve çekmeye enerjim olursa düşünebilirim tabii. içkiyi bırakmış bir alkolik gibi değilim yani. besson filminin klasik fransız sinemasından saptığı ve hollywood kokmaya başladığı yönündeki yorumlara ne diyorsunuz? bu tip eleştiriler eserin derinliğini göremeyen beceriksiz gazetecilerin işi. eğer bu yorumlar beşinci element için geldiyse, sayısal olarak baktığımızda bu film en az abd’de sevildi. kaldı ki jean paul gaultier’den giyinen siyahi bir başkan abd modelini temsil edemez. içinde aksiyon olan her film hollywood filmi değildir. abd ve avrupa’da hikayeler çok farklı anlatılıyor. son olarak, dünya sinemasını, ve türk sinemasını nasıl görüyorsunuz? hollywood kokusunu buradan da alıyor musunuz? türk sinemasını ne yazık ki çok iyi tanımıyorum. her sene dünya çapındaki festivallere giden birkaç film dışında. bu üzücü bir şey, çünkü tarihinize ve kültürünüze bakıldığında on bin sene film çekecek malzemeniz var. hollywood sineması emperyalist bir sinema. bunu ekonomik değil kültürel anlamda söylüyorum. yani konu ayakkabı, yoğurt olduğunda emperyalizm beni ilgilendirmiyor, ama başka bir ülkenin kendine has kültürel dokusu söz konusu olduğunda rahatsızlık duyuyorum. bu yüzden ulusal sinemaya önem vermek gerek, kültürün korunması için. türk sinemasının da dünyaya göstereceği, söyleyeceği çok şey var. geleceğin dünya sineması için bu gerekli. bugün insanlar bir film görmeye gittiğinde teknolojik efektleri değil, oradaki duyguyu görmeyi istiyor. avrupa sineması -avrupa kültürünün zenginliğinden ötürü - gelecekte daha da önemli olacak.

    kaynak: ntvmsnbc.com
  • sıfır beden takıntısı var galiba. filmleri için seçtiği oyuncular epey zayıf. örnek vermek gerekirse: valerian'da o cennetten farksız gezegendeki bembeyaz yaratıkları oynayan aktrisler, the fifth elements'in başrolü milla jovovich, valerian'ın başrolü cara delevingne. nikita'daki anna parillaud da zayıftı. bakıldığında mankenlerle çalışmayı sevdiği de görülüyor. hatta bu aralar çektiği anna'nın başrolü de bir mankenmiş -sasha luss-.

    öte yandan fransız olmasına ve filmlerini genelde fransa'da çekmesine rağmen fransız sinemasından uzak, amerikan sinemasına yakın bir yönetmen. kariyerinin başından beri böyle. fransızca çekilmiş filmi var mı bilemiyorum. filmleri genelde ingilizce. leon, nikita, lucy, the family, valerian... hepsi ingilizce, hepsinde ingiliz-amerikan oyuncularla çalıştı. fransız şirket sahibi olsa da hollywood için çokça yapım üreten birisi ve neredeyse tüm filmlerinde hollywood etkisi göze çarpıyor. hollywood'takiler kadar saçma salak aksiyon filmleri yapabiliyor mesela. en son hollywood'un avatar'ına özenerek valerian'ı çekti. fransa'nın en pahalı filmi oldu, tabii dunkirk'le kapışmayı göze aldığı için de film battı, şirketi de bundan büyük zarar gördü, şirketi europacorp'un televizyon ve müzik bölümlerini satmak zorunda kalmış bu zarardan sonra. çok üretken bir senarist-yönetmen-yapımcı ama kaliteli film sayısı çok az. özellikle 2000'lerden sonra çıtayı çok düşürdü. 2000 öncesinde leon, nikita, le grand blue filmlerini çekmişti, ki üçü de gayet etkileyici filmler. ama sonrasında çektiği filmler genelde vasat. the family, lucy falan... fakat şu açıdan övülebilir: herkes filmlerinin merkezine erkekleri koyarken besson yıllardır kadınları merkeze koyuyor. leon, nikita, lucy, valerian, the fifth elements, anna, colombiana*, bandidas*, angel-a.

    bir diğer özelliğiyse hollywood gibi serileri bir türlü bitirmemesi. mesela 90'larda başlattığı taxi serisinde bir amerikan yeniden çevrimi, bir diziyi geride bıraktı, mayısta 5. filmle dönecek seri. taken deseniz, onda da üç film + 1 dizi çektirdi. transporter ise dört film + 1 diziden oluşuyor. scarlett'li lucy'i de, zoe saldana'lı colombiana'yı da 2. filmleriyle devam ettirmek niyetinde. velhasıl 90'lardaki filmlerini çok, 2000 ve 2010'lardaki filmlerini hiç sevmediğim yönetmen-senarist-yapımcıdır besson. bakalım aksiyon filmi anna ne kadar dandik olacak.
  • paris saldırısı sonrasında fransa'daki müslüman gençlere yönelik duygusal bir mektup yazmış. olayın sınıfsal boyutuna da dikkat çekmiş mektubunda. bunlar güzel hareketler...

    http://m.t24.com.tr/…usluman-genclere-mektup,283606
hesabın var mı? giriş yap