• varoş gençlerine müthiş bir mesaj içeren filmdir.

    --------------------------------------------------
    spoiler

    yaşlı adam anlattığı hikaye ile "eğer siz kendinizi toplumdan uzaklaştırırsanız, toplum sizi bağrına basmak için çaba harcamaz. sonunda dışlanmış ve yalnız kalırsınız. treni kaçırak istemiyorsanız gruptan ayrılmayın. kendinizi dışarıdaki* yapmak sizin seçiminiz" demiş, öfkeli gençlere sağlam bir ayar vermiştir.

    (bkz: sürüden ayrılanı kurt kapar)

    spoiler
    ---------------------------------------------------

    bu çarpıcı film bu noktada kendi iç dengesi ve hesaplaşması ile beni şaşkına çevirmiştir.
  • --- spoiler ---

    lan bu moruk bize bu hikayeyi neden anlattı ki ? kısmından konuya giriyorum ki ;

    moruğun anlattığı hikayede , utandığı için mola vermiş trenden, uzakta sıçan ve bu yüzden trenin kalkışını kaçıran , kaçan trenin peşinden koşarken de elini tutmaya çalışan arkadaşını yakalamaya çalışan , elini tutmaya çalışırken pantolonunu düşüren o arada pantolonu çekmeye çalışırken de arkadaşının elini kaçıran , sonunda da donarak ölmüş olan bir adam vardı.

    şimdi ben bunu alıp filmin sonuna bağlayacağım . ve neden anlattı ki bu moruk bize bu hikayeyi ? sorusuna bir cevap vermeye çalışacaam. böyle yazınca da üzerinde çok düşündüm uzun uzun yazıcam gibi bir şey algılamayın , kısaca geçiyorum . sonra tenefüs.

    algıladığım kadarıyla ;

    hayata yaşamaya mı geldin yoksa almaya mı ? sorusuyla cevabıma girmek istiyorum .
    hikayedeki adam, herkes trenin arka tarafına sıçarken utandığından daha da uzakta çalı yanında rahatça sıçıyordu. yani standartları belli olan bir kitlenin dışına çıkması mevzu bahis. bunun sebebi utanması da olabilir , canının istediği bir yere sıçma isteği de olabilir. o adamın istediği yere sıçma hakkı var tabi.

    ama trenin o adamı beklemek gibi bir niyeti yok. sorun bizim tanrıya inanmamız değil , onun bize inanıp inanmadığıydı ya zaten. sorun bizim nereye , hangi zaman aralığında , ne kadar süreyle sıçmamız değil , sorun trenin bizim kaka yapma hakkımıza gösterdiği saygı .

    daha sağlam bir kafam olsa , saat de daha da erken olsa , sınıf mücadelelerinden , kaderini tayin hakkından bahseder uzun uzun sohber ederdik ama hiç halim yok , canım da istemiyor.

    ben dediğimi yapıp konuyu filmin sonuyla bağdaştırıp , hikayenin neden anlatıldığına dair kendi cevabımı verip siktir olup gideyim.

    malum filmin sonunca vincent öldürülüyordu . kaza kurşunuyla da olsa , bu kadar dandikçe bir anda ve şekilde ölmesinin sebebi onun elinde silah olmamasıydı elbet. peki onun silahı neredeydi? hubert'a vermişti.
    peki neden vermişti ?

    işte tam burası o sorunun cevabı oluyor aslen. film boyunca , vincent , dünyaya almaya gelmiş bir tavırla ve söylemlerle elindeki silahla , arkadaşının ölmesi durumunda bir polisi vuracağını ve durumu eşitleyeceğini böylece , diğer yanağını çevirmemiş oldugunu göstereceğini , hiddetle ve şiddetle söyledi durdu.
    fakat daha sonra , bir polisi olmasa dahi , kendilerine saldırmış olan ırkçı dazlak gruptan bir elemanı vurma fırsatı eline geçti. ama bunu içindeki hümanist blok mu engelledi ya da zaten vincent her şey dilinde olan yufka yürekli bir adam mıydı ben bilmem. ama o adamı orada vuramadı ve onu öldüremediği anda kendi ölümünü hazırlamış oldu. bu tarafı unutmayın , hemen bağlıyorum.

    hikayedeki adama geri dönelim , utanıyordu herkesin içinde sıçmaya , ve daha sonra treni kaçırma pahasına dahi pantolonunun dizine düşmüş olmasından çekiniyor , ve onu tutayım derken de bir şekilde geri kalıp ölüyordu o adam.

    yani ki , hem utangaçlık duygusu hem de yaşama fırsatı aynı anda verilmiyordu o adama. seçecekti , öldü.
    vincent için de geçerli aynı durum , hem yufka yüreklilik , hem de hayatta kalma aynı anda olamıyor vincent.
    nereden vardım bu kanıya , en azından son sahnede vincent için , şöyle diyebiliriz :

    vindent o dazlakı vursaydı , silah yine kendinden kalacaktı , hey haklıymışsın adamım yaptıgım çok yanlış işmiş diyip hubert'a vermeyecekti . e silah kendinde olsaydı da , son sahnedeki hırbonun kendisini o kadar hırpalamasına ve haliyle öldürmesine engel olabilecekti.

    kaldı ki sonunda , o silah yine yapmak için yapıldığı şeyi yaptı.yalnızca zamanını tutturamadı. hani çemberdi ya zaman , hep aynı yere dönerdi . bütün işler de olması gerektiği gibi olurdu. yine öyle oldu bakın.

    hikayeyi anlatan amcanın çok kısa oldugunu hatırlarsınız . tıpkı vincent'ın hayatı gibi.
    tuvaletten çıkarken adamı arar gözlerle aşağıya doğru bakışını da hatırlarsınız. vuruldugunda aşağıya başı aşağı düştüğünde de aynı boş bakışlar vardı yüzünde.

    sanırım basit filozofi de olsa hikayenin neden anlatıldıgını sosyolojikman anlatabildim.
    şimdi , varoluş mücadelesinde şiddetin yeri ve gerekliliği konusunda , bir tartışma çıkarıp yine uzun uzun o konu hakkında da muhabbet etmek isterdim.
    sanki forum amına koyayım , muhabbetmiş. benim bu gece yalnızlığı şizofreniye mi sebep oluyor nedir.

    jusqu'ici tout va bien .evet önemli olan düşüş değil , yere vuruştur. yere vurduğunda da , utanma , acıma lüksünü çoktak kaybetmişsindir zaten. o sertliği yufka yüreğinle yumuşatamazsın.

    insanın ölüm şekli de hayatının adisyonu sanki amına koyayım.
    don't drag me down ha? ahaha just because my down.
    önemli olan olmak ya da olmamak değil , kaçıncı kattasın ?

    --- spoiler ---
  • elli katlı bir binadan düşen adamın öyküsü.
    düşene dek şunları söyler:
    "buraya kadar herşey yolunda, buraya kadar herşey yolunda, buraya kadar herşey yolunda."
    25. kattayım şu an ve her şey yolunda.
    kaç kat kaldı ömrümde?
    bir ömür ortalama 70 yıl dersek...
    70-25=45...
    herşey yolunda..her şey yolunda...her şey yolunda...
  • filmin anlatım biçimi ise klasik hollywood filmlerinden çok farklıdır. genre filmlerindeki o kapalı, keskin, sabit anlatıyı göremiyoruz ve anlatının alışıla gelmiş şekilde bölünmediği izlerken dikkatinizi çekecek.

    film 24 saati anlatıyor ve bu anlatı dijital bir saat görüntüsüyle zamanın akıp gittiğini, hızla sona yaklaştığımızı hatırlatırcasına sık sık kesiliyor. zamanın bölünmesi, kattiyen olağan değil ve bize karakterlerin zaman kavramının bizimkiyle örtüşmediğini gösteriyor. 1 dakikanın bile onların hayatlarına büyük bir etkisi var.

    açılış sekansının mizanseni belgesel havasında. kesik görüntüler, hızlı çekimler ve handycamin o sarsıcı etkisi ve tabi bob marley şarkısı ise bir tesadüf değil. açılıştaki “so far so good” lafları ise film boyunca tekrarlanıyor ki bu kişinin kendisini sakinleştirmesini sağlıyor, en azından sakinleşmek istiyor.

    film boyunca bu açılışa göndermeler yapılmış. dünya bir sembol olarak film boyunca sürekli görünüyor. sanırsınız bir motif gibi işlenmiş: kah reklam olarak filme yerleştirilmiş, kah izleyicinin gözüne sokarcasına alenen. reklamda “the world is yours” desede karakterlerimiz biliyor onların olmadığını. ironik bir mesafe anlayısı bir anlamda.

    ana karakterlerimiz hubert (afrikalı), vincent (yahudi), ve said (arap/opsiyonel olarak: müslüman). yine karakterlerin din, ve ırk olarak ayrılması tesadüf değil. etnik kimlikleri farklı olmasına rağmen coğrafi ve ekonomik kısıtlılık onları bir araya getirmiş. hepsi alt tabaka mensubu işçi sınıfı bile değiller. işsiz, eğitimsiz ve hepsinden önemlisi azınlıklar.

    etnik kimliklerinin sınırları çerçevesinde cinsel kimliklerini, erkekliği ise herşeyden siddetli yaşıyorlar. dili kullanım tarzları ise oldukça maço ve agresif. sosyal hayatta ne kadar güçlüler ise bu eksikliklerini karşı cinsi bastırarak, onların üstünde dominant bir tavır sergileyerek kendilerince telafi ediyorlar. bu erkeklik, bu cinsel kimlik kesinlikle kendi içlerinden gelmiyor. bu konuda dikkatinizi çekerim. tamamiyle toplum tarafından karakterlere dışarıdan verilmiş. karakterlerimiz bu cinsel kimliği oynuyorlar. sanki bir kıyafet. giyiyorsun ve oynamaya başlıyorsun. vincent’in ayna karşısında prova yapması bunu bir dışa vurumu. robert de niro’nun taxi driver’daki sahnesinden bir alıntı belki bir gönderme olarak düşünebiliriz.

    son olarak silah. silah en mühim nesnemiz bu filmde. silah sinema tarihi boyunca phallic nesne olarak ele alınır ve erkeklerin erkekliğini mesir macunu tadında arttırdığı söylenir.

    film kesinlikle umudunuzu elinizden alıp çaresiz ve depresif hissetmenize neden oluyor ama kassovitz'in ellerinden öpmek gerek zira bazen böyle hissetmekte fayda var.
  • soluksuz izlediğim film; bir kez bile pause'a basmadan, oturduğum yerden hiç kalkmadan. oyunculuklarıyla, senaryosuyla, müziğiyle her şeyiyle eksiksiz.

    paris'in banliyöleri için "o mahallelerde büyüdüyseniz ya zidane olursunuz ya da hiç" diyen pascal nouma geldi aklıma birkaç yerde. o'nun hiçbir zaman kurallara uymayışı, profesyonel olamayışı ve saha içi düzenle hiç uzlaşmaması. ceza alacağını, kırmızı kart göreceğini bile bile geri durmayışı... takıma onca zarar vermesine rağmen niye severdik pascal nouma'yı? belki de içimizde bir yerde kalan uzlaşmaz ruhu sahaya yansıttığı için. endüstriyel futbolun, kırmızı kart üzerine para cezası vesaire gibi kurallarını hiçe sayarak saha dışı kalışını sorgulardık bazen. tüm bu hırçınlıkta gizli bir samimiyet, bir protesto vardı belki.

    "buraya kadar her şey yolunda" repliğini hatırlayalım; pascal nouma'nın oyunda kaldığı her dakika için de böyle demez miydik? sonra malum sonuna doğru hızla ilerlerdi pascal... dibe vururdu; bir kırmızı yorgunluğu sarardı bizi. zaten zidane olup sonuna kadar her şeyi yolunda götüreni bile zirvedeyken kendi kafasıyla son vermemiş miyidi maceraya? pascal'ın diskolardan çıkmayışı, boş kaldığı her an bir eğlence yerine gitmesi de her an başına bir şey geleceği duygusuyla yaşamasındandı belki.

    filmde "burası sizin dünyanız" yazısını, sprey boyayla bizim dünyamız diye değiştiriyor bir yerde said... sadece bunu yapabileceğini bilerek belki de... ya zidane ya da hiç olmanın ağır bilinciyle...
  • filmin çıkış noktası, mathieu kassovitz'in aklına gelen şu sorudur: peki eyvallah, polisin silahı var ve gerektiği yerde kullanıyor. peki ya bu silah "ötekiler"in eline geçerse? onlar da rahatlıkla kullanacak mıdır bunu? bu basit bir silah kullanımına ilişkin soru değil tabii ki. kassovitz'in kafasını kurcalamış olan şey, gücün ve şiddetin sembolü olan "silah"ın (hem de bir polis tabancasının) bir anlık kargaşa sonucu "el değiştirmesi", gücün diğer tarafa geçmesi ve o iktidar gücüne alışkın olmayan kitlenin elindeki bu potansiyelle neler yapabileceği sorusudur.

    bunun yanısıra, filmdeki onlarca nefis detaydan bir tanesi de şu aşağıda alıntıladığım sekanstır:

    --- spoiler ---

    said, vinz ve hubert banliyöden paris'e gittiklerinde, said'in parasını alacağı asterix'i ararlarken adres sormak için said polise yaklaşır. en kibar fransızcasıyla aradığı yeri soran said'e polis de oldukça kibar bir biçimde "sizli-bizli" cevap verince said dumura uğrar ve "duydunuz mu bana siz dedi" diye bir süre ortalıkta hayretler içinde dolanır.

    --- spoiler ---
  • fransa'nın banliyösünde yaşayan ötekiler hakkında çarpıcı bir film.

    --- spoiler ---

    tuvalette hikaye anlatan yaşlı adama banliyöde yaşayan gençler " bunu bize neden anlattı? " diye soruyorlar. aslında bu, yönetmenin izleyenin kafasında oluşturmak istediği sorudur.

    sahi bu adam bunu bize neden anlattı?

    --- spoiler ---
  • "bir oyunda tüfekten söz edilmişse oyunun sonunda o tüfek patlamalıdır."

    (bkz: anton pavloviç çehov)
  • --- spoiler ---

    arkadaşları vinz'i, yaşadıkları gerginlik büyümesin diye asterix'in yanından uzaklaştırıyorlar ve o sırada asterix elindeki iki kurşunu gösterip türkçe olarak evet hödük evet diyor sanki?

    --- spoiler ---

    açıklayacak olan beri gelsin...
  • her katı geçişte buraya kadar herşe yolunda,buraya kadar herşey yolunda...wcde yaşlı adamın anlattığı donu toparlamakla treni yakalamak arasında gidip gelinen hikayede ilgi çekiciydi...vincent casselllı ödül avcısı film...
hesabın var mı? giriş yap