• "bizim kucuk anadolu sehirlerimizde bu muzmin evlenme hastaligi daima hukum surmektedir. en kuvvetliler bile bir iki sene dayanabildikten sonra bu umarsiz mikroptan yakalarini kurtaramazlar ve kör gibi, onlerine ilk cikanla evleniverirler.

    tabii bu evlenmede herhangi bir musterek hayattan ziyade, erkek icin evde bir kadin bulunmasi; kiz icin de "munasipce bir kismet" varken kacirilmamasi, dusunulmustur. bu izdivac mikrobu, evlendikten sonra faaliyetine baslar: evvelce birtakim emelleri olan, yukselmek, kendini gostermek, eser vermek isteyen adamlara bir kalenderlik, bir lakayitlik gelir. evde meram anlatmaya asla imkan olmayan, seviyesi, ahlak telakkisi, dunya gorusu ve ihtiyatlari busbutun ayri olan bir mahlukla daimi bir beraberlik insani dis hayatta da bedbin yapar ve butun insanlardan supheye dusurur."
  • ana karakter yusuf için kitabın başlarında yapılan "bir sur harabesi üzerinde biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi büyüyüp gelişen yabani incir ağacı" benzetmesi, türkçe'de yapılmış en güzel benzetmelerdendir..
  • salâhattin bey'in devlet memurluğu ile ilgili çektiği nutuk tebessüm ettirir.

    --- spoiler ---

    "bu iş sana göre değil ama, ne yapalım?" dedi. "biliyorum, canın sıkılacak, fakat insan yavaş yavaş alışır. gördün ya, kimsenin bir iş yaptığı yok. mesele o odanın içinde beş on saat oturuvermekte... lüzumsuz gibi görünür ama, bunsuz da dünya dönmüyor. öyle ya, heralde böyle boş oturmanın da bir hikmeti var. bir bakarsın, hükümetteki işlerin hepsini eli kalem tutan iki kişi bile çevirir dersin. lakin o kalabalık olmasa âlem birbirine girer. mesele memurların yaptığı işte değil, onların mevcut olmasında. şimdi sen o tozlu odada oturdukça kendi kendine: "benim burada ne lüzumum var?" diyeceksin! yanlış!... mademki sen bir kere hükümet kapısından içeri adımını attın, artık lüzumlusun. sen olmasan muhakkak bir yerde bir aksaklık çıkar...
    .....
    --- spoiler ---
  • romandaki yusuf - muazzez ilişkisinin aşk değil de, daha farklı bişey olduğunu düşünmüşümdür.

    aralarında ilk tanışmalarından süregelen özel bir bağ var gibi. yusuf dokuz yaşında kimsesiz bir yetim, muazzez üç yaşında umursamaz bir anneye ve uzak bir babaya sahip, çok yalnız bir bebek-çocuk.

    ilk zamanlardan beri biraz abi-kardeş, biraz dost-arkadaş, biraz da baba-kız yakınlığı ve sıcaklığında olan bir ilişki. evet karşılıklı duyguları çok güçlü ama bu biraz da iki yalnız insanın birbirlerini fazlasıyla sahiplenmelerinden kaynaklanıyor.

    evlenmek istemelerinin sebebi de bu sahiplenme, birbirlerini kaybetmeme isteği, bana göre.

    yine bana göre yusuf'un ilerde asıl tutulacağı kadın bu romanda henüz bir çocuk-ergen olan kübra'dır. muazzez de aralarındaki elektriği hissetti zaten. kıskanması boşuna değildi.

    evet ama şimdi diyeceksiniz ki kübra öykünün bir noktasında annesiyle beraber çekti gitti ve bir daha görünmedi, buna karşın roman muazzez'in yusuf’un elinden ölmesiyle son buldu.

    oysa, daha önceki entry'lerde de değinilmiş, kuyucaklı yusuf bir üçlemenin ilk kitabı imiş. sabahattin ali'nin yakın arkadaşları cevdet kudret ile pertev naili boratav'ın anlattığına göre kuyucaklı yusuf'un devam kitabı "çineli kübra" adında olup, kübra'nın öyküsünü ve paralel olarak yusuf'un eşkıyalık serüvenini anlatacakmış. yine buna göre yusuf mazlumun yanında halk kahramanı tarzında bir eşkıya olacakmış. sabahattin ali'nin bu noktada bir yerde yusuf ile kübra'nın yollarını yeniden kesiştirmeyi plânladığını düşünmek hayalcilik olmaz sanıyorum.

    üçüncü kitapta ise yine kudret ve boratav'a göre yusuf dağdan şehre inip eşkıyalığı geride bırakacakmış. roman karakterleri bir şekilde ankara'ya göçüp cumhuriyet döneminde başkentin toplumsal yaşamını işlenecekmiş. bunun içeriğine yönelik daha da fazla bir bilgi yok. benim tahminim yusuf ile kübra’nın beraberce yeni bir hayata başlayacakları şeklinde. tabi eğer bir gün bir yerde notlarının, taslaklarının bulunması gibi bir mucize gerçekleşmezse sabahattin ali'nin aklında olanları hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

    yalnız, aklımda son bir soru işareti; kuyucaklı yusuf 1937'de yayınlandı. içimizdeki şeytan 1940, kürk mantolu madonna 1942 tarihli. 1948'deki ölümüne kadar ali'nin kaleme aldığı pek çok öykü, şiir, çeviri vardır. 1937'den sonra sabahattin ali'nin bir şeyler yazacak yeterince zamanı varken neden öykünün devamını yazmadı*, işte bunu anlamamışımdır?
  • sabahattin ali denince akla kürk mantolu madonna gelir. fakat yüzyılın yüz türk romanı listesinde kuyucaklı yusuf yer alır. neden mi? çünkü raif türk romanından çok ulusal bir romandır. raif'in yaşadığı acıları bir rus, alman yada fransız da yaşayabilir. ama kuyucaklı yusuf bizim toprağımızın çocuğudur. çektiği acılar bu çoğrafyaya aittir.
  • kasabaya atanan yeni kaymakamin fiziksel tasfiri ataturk'u andirir. romandaki diger kisilerin kasi gozu pek anlatilmazken kaymakamin sacinin biyiginin rengi, rumeli aksani cok da luzum yokken ayrintilandirilir. sabahattin ali'nin ataturk'e hakaret sucundan ceza alip ogretmenlikten atilmasini hatirlayinca, bu kotu karakter icin boyle bir gorunus cizmesinin altinda yatanin bir kin olup olmadigi merak edilir. kaymakamin icraatleri ile resmi tarih bilgisi arasinda iliskilendirme yapmak da zordur, bu sembollerle bezeli acayip romanda.
  • sabahattin ali’nin 1937 yılında basılan, ilk ve en basarılı eseri olan, kasabada bir memur ailesinin yanında yetistirilen, kaya gibi sert ama içinde fırtınalar kopan kahramanının, tasra hayatının esraf çekismeleri arasında sevgi serüvenini, yenilmesine ragmen bas egmeyisini anlattıgı filme de cekilen romanının adı.
  • sabahattin ali'nin 1939 yılında yazılmış, yapı kredi yayınları tarafından basılmış 215 sayfalık kitabıdır.

    kürk mantolu madonna'dan sonra okuduğum ikinci ali romanıdır ayrıca. kitabı okuduğunuzda kendinizi eski bir türk filmi izliyor gibi hissediyorsunuz, ben bir anda yusuf'u kadir inanır, muazzez'i de ıtır esen suretinde gördüm. evet konu itibariyle eski türk filmine benziyor olabilir, bu eleştirilebilir belki, ancak unutmamalıdır ki bu kitap eski bir kitaptır.

    sinop ceza evinde hücresini ziyaret ettiğimde içim acımıştı. bugün o zulmü edenlere daha da kızıyorum, biz millet olarak nasıl böyle değerlerimizi yok etmeye meraklıyız şaşırıyorum.

    bu kitabı mesai saatleri haricinde sadece iki günde okudum, dikkat 1939'da yazılmış bir kitabı 2014 yılında sadece 2 günde okudum, yani yazarın edebi yönü o derece tüm zamanlara hitap ediyor. bu adamı neden zindanda çürüttüğümüzü, onu oraya iten kafaları ise maruz görmek için en az iki asıra ihtiyacımız var zannımca.

    kuyucaklı yusuf yazıldıktan tam 75 sene sonra kendini bir çırpıda okutan ve yazarına karşı bir daha mahcup hissettiren bir anadolu dramıdır.

    ruhun şad olsun sabahattin ali, seni zindanlara atan zihniyetle biz maalesef 75 senedir başa çıkamadık, helal et hakkını.
  • "hayat, birbirinden ayırdıklarını, kısa bir müddet için tekrar yakınlaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu. geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi."(s. 177)

    gibi muhteşem satırların yer aldığı sade ve gerçek bir kitap. sıcacık.
  • türk edebiyatında yabancılaşmayı, tutunamamayı, nihilizmi taşralı bir karakter üzerinden anlatmayı başarabilmiş, bir sabahattin ali romanı.

    (bkz: yabancılaşma)

    (bkz: nihilizm)
hesabın var mı? giriş yap