• elinizi köpükleyip parmaklarla "3" işareti yapınca başparmak ve işaret parmağı arasındaki köpüğe üfleyince kavun büyüklüğünde balon yapabilirsiniz. altı yaşında bi çocuktan özel ders aldım bunun için. kafama vura vura öğretmeye kalktı bıraktım.
  • ahmet muhip dranas'ın bir şiiri:

    oyun bitti ve her şey yerini buldu.
    akşamla ebedi kızlar anne oldu.
    aynalara bakma, aynalar fenalık;
    denizi, sonsuz olanı düşün artık.
    bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
    güzelsen soyabilirsin çırılçıplak;
    oradayım hep ben, orada, derinde,
    gemilerin ihtiyar köpüklerinde.
  • "ödeşmeler ve şahmeran hikayesi" adlı kitabından enfes bir tomris uyar öyküsü:

    "saat beşti.
    saatin sesi, duvarlara asılmış geyik başlarını, doldurulmuş kuşları, yırtıkları özellikle onarılmamış antika koltuk yüzlerini, gümüşleri ve kristal aynaları bir dokunuşta geçerek bedia’nın oturduğu küçük bölmeye vardı son hızla.
    “öff, saat beş oldu,” dedi bedia. “hazırlanmalı yavaş yavaş.” sonra küçük, sedef boyalı tırnaklarını kadife terliğinin içinde gezdirdi: kurumuş. öff, kalorifer yanmıyor yine! saat beş oldu. giyinme, boyanma derken... kocaman saç saracaklarının üstünde kaskatı bir ışıltıyla duran saçlarını elledi: kurumuş. zeynep’e seslenmeli; banyoyu doldursun. yavaş yavaş hazırlanmalı. “hazırlanmak”, bir erkeğe, bir duruma, bir geceye hazırlanmak demek olan günlerinin (bir yekpare elmasın –bir yılın– birbirlerini usulca tamamlayan ışıltılı dilimleri: yeşil farlar, simli çoraplar, gül kurusu ruj kalemleri, sedefli tırnak cilaları, yüz temizleme sütleri, elma kokan köpüklü sabunlar, siyah rugan pabuçlar, öğleden sonralarının parlak iskambil kağıtları, arada göz atılan aynalı pudriyerler; gece kulüplerine, sabah kırlarına en uygun bakışlar; kıyılarda dalıp dalıp gitmeler, yeni çıkan şarkılar, yağmurda giyilen çizmeler) herhangi biriydi bugün, yine de takvimde kırmızı ruj kalemiyle belirtilmişti. öff!
    — zeynep, diye seslendi. zeeeyneeep! kızım bırak şu toz almayı da banyoyu doldur. çabuk!
    — geliyorum hanımefendi.
    zeynep kapının yanındaki duvarda asılı duran tüfeklerin tozunu alıyordu. “geliyorum.”
    — bırak ben alayım tozu, sen banyoyu doldur!
    — hiç olur mu hanımefendi?
    zeynep’in başak rengi sivaslı yüzünde şaşkınlık, pembelik halinde belirdi: hiç olur mu?
    — neden olmasın? dedi bedia. anlamını kendinin de çözemediği o kahkahalarından birini attı. tutuk, gücünü içinde gizliyen bir kahkaha; yavaş yavaş hazırlanan bir gül, ansızın açılan bir gülümseme. bir keresinde, bir nişantaş dolmuşunda (araba onarımdaydı o sıralar) ağzı yeni çiğnenmiş taze simit kokan bir delikanlı düşmüştü yanına. eli yüzü düzgün, temiz giyimli bir genç. elinde kalın bir kitap vardı. dönemeçlerde, öbür eliyle ön koltuğa çakılı küllüğü kavrıyor, bacağına değmemeye çalışıyordu. sonra bir yerde yol bitti, indi. inerken gözgöze geldiler. o an “inmeyin,” demek gelmişti bedia’nın içinden. “bu dolmuş gitsin böyle.” sonra, çok sonra bu olayı düşündükçe kahkahayı basardı. işte o kahkaha.
    bir keresinde, odayı dolduran zengin konukların, güzel kadınların, ellerindeki içki kadehleriyle köşelerde oyalanan erkeklerin arasında, nasılsa fark edildiğinde, bunca hazırlanma çabasını ustaca yok gösteren düz, siyah giysisiyle birden belirdiğinde, dudaklarındaki kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak. “böyle becerikli bir ev kadını olmasaydın nasıl bir kadın olurdun bilmem,” der macit arasıra, onun konuklara dönüp “karım halkın içinden gelme bir kadındır. bakın, tarhana çorbasını hâlâ kendi pişirir, kimselere bırakmaz,” dediği zaman attığı kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak; biraz tutuk, biraz kısık belki ama mutlaka beklenmedik.
    bedia sabahtan beri gömülü durduğu kuştüyü yastıklardan sıyrıldı, elini uzattı.
    — hiç olur mu hanımcığım? dedi zeynep. şimdi biter.
    — peki peki, dedi bedia, yine yastıkların arasına gömüldü. öfff! (sonra, uzun süredir açmaktan kaçındığı bir konuyu yeni hatırlamışçasına) şeyyy... şeyi soracaktım zeynep. kimmiş o adam? anlaşıldı mı kim olduğu?
    — hangi adam hanımefendi?
    — o adam canım. hani geçende gelmiş, beni sormuş ya... bedia hanım kaçta gelir falan diye.
    — anlaşılmadı, dedi zeynep. bilmiyoruz kimmiş.
    — nasıl biriydi, anlatsana.
    — bilmem ki hanımcığım. düpedüz bir adam işte.
    — peki, nerden gelmiş, nasıl gelmiş hüseyin’in yanına? kahveden çıkarken nasıl gelmiş de demiş?
    zeynep bir olayı birkaç kere anlatmış birinin vazgeçemediği, bilmeden ezberlediği sözcüklerle başladı:
    — hüseyin tam kahveden çıkıyormuş...
    — saat kaçmış?
    — on felan herhal. o da kalkmış peşisıra. meğer orada otururmuş.
    — hüseyin görmemiş yani daha önce. oturuyormuş ama onun ilgisini çekmemiş.
    — he ya.
    — sonra?
    — kalkmış, peşine düşmüş bizimkinin. hüseyin hırsız sanmış. buralar belli olmaz değil mi hanımcığım? bakarsın hırsızdır.
    — doğru, doğru. ya konuşması? köylü gibi mi konuşuyordu?
    — birazcık köylüydü besbelli. kasketi vardı ama bilemeyeceğim.
    — iyi düşünsene kızım, kafanı çalıştır biraz. nereden tanıyormuş beni, söyledi mi? bizim oradan mı?
    — bilmem ki hanımcığım. sormadık. tanrı misafiri. bedia hanımı göreceğim dedi, ne zaman gelir dedi, o kadar. biz de sormadık. ama keşke sorsaydık, ne biçim adammış o hanımefendi. hiç görmedim öylesini, hiç duymadım. inanmayacan, yattığı çarşafı, yastık yüzünü yudum durdum da yağları çıkmadı. yastığın içine geçmiş kir. yepyeni yüzler, pamuklar hep yağ içinde kalmış. nasıl yağmış, nasıl kirmiş bu böyle? kabahat hüseyin’in. sen kalk tanımadığın adamı tanrı misafiri diye... güneş çıksın, pamukları da yıkayacağım inşallah. o ne biçim adammış öyle...
    zeynep bir yandan geyik başlarının, doldurulmuş kuşların, kapının yanındaki duvara asılı tüfeklerin tozunu alıyor, bir yandan sızıldanıyordu: o nasıl kirmiş öyle...
    — iş istemeye gelmiştir, dedi bedia, kestirip attı. “babamın akrabalarından biridir,” diye düşündü. “hiçbirini tanımam görsem!” kaç yıl oldu? takvimde ruj kalemiyle belirtilen bu sıradan gün, evliliğinin onuncu yıldönümüydü. saate baktı: beşi yirmi geçiyordu. birazdan macit, kırmızı güller ve bir pırlanta yüzükle çıkagelirdi. on yılda on yüzük. her yıl için bir yüzük, bir değerli taş. yıllar böyle geçmişti. on yıl olmuştu manisa’dan çıkalı. birbirlerine deliler gibi tutkun iki genç. biri, şimdiki kendisi: konuklarını hazır mezelerle, lokantalardan getirtilen yemeklerle ağırlamayı öğrenmiş, tarhana çorbasını unutmamakla gönenen bedia. manisalı çiftlik kahyasının kızı. hâlâ alımlı. yalnız artık ince çorap giyiyor, kalın donunu fırlatıp attı. lastik eldivenlerle toz almayı öğrendi, sonra koku markalarını, gözaltı kırışıklarını giderici özel kremleri, erkeklerin sevdiği siyah kısa gecelikleri. öbürü macit: sapsarı saçlı, incecik, manisalı çiftçinin oğlu. o zamanki bedia’ya deliler gibi tutkun; şimdi alışmış, durmuş oturmuş, saçları dökülmüş, evlilik yıldönümlerini titiz bir kuyumcunun tam zamanında yolladığı değerli bir yüzükle hatırlayan saygılı koca. manisa’yı görse tanımazdı şimdi. hangi mevsimdi orada? güneş var mıydı? güneyde olduğuna göre... yok canım, güneyde olan mersin’dir, manisa... boş ver.
    uzun bir süredir şehirler, sonsuz bir otomobil yolunun gereksiz, sıkıcı kesintileriydi bedia’nın gözünde: lastik iner, motor durur, işte bir şehirdesin. hangisi olursa olsun. oysa insan gideceği yere bir an önce varmalıdır. macit öyle der. macit on yıldır öyle der. hiç değişmemiştir. niye değişecek? daha ne olabilir? işte bu koskocaman ev, bu değerli silahlar, avrupa yolculukları, bedia, bu doldurulmuş kuşlar.
    — öfff! dedi bedia, kuştüyü yuvasından sıyrıldı, ayağa kalktı.
    saat beş buçuk olacak birazdan. zeynep! zeynep! kızım doldu mu banyo?
    — doluyor hanımefendi, siz soyununcaya dolar. zeynep’in sesi yaklaştı.
    — ben giriyorum zeynep. sen de git istersen kızım. macit bey neredeyse gelir.
    — peki hanımefendi. zeynep, hep “peki,” demenin anlamsız güleçliğini yüzünde tutmaya çalışarak sokak kapısına yöneldi.
    “kim olursa olsun, macit’e söylemeliyim,” diye düşündü bedia soyunurken. banyoda uzun saçlarını naylon başlığın içine özenle yerleştirdi. bu sessizliği öyle severdi ki. elma çiçeği kokan bir toz attı banyoya, su köpürdü. uzakta bir kapı kapandı: zeynep çıktı. saat beş buçuğu vurdu.
    “neden daha önce söylemedim sanki? amaan, nereden de takıldı kafama? canım, manisa’dan kim olabilir: emmisinin oğlu, şahingil’in osman... yok canım. iş isteyecek mutlaka.” su ılıktı, pembeydi, dinlendiriyordu. gözleri kapanacaktı. kirpikleri buğuyla ıslanmış, öyle dingin... derken zil çaldı.
    “hep böyle olur,” dedi bedia irkilerek, “macit anahtarını unutmuştur yine. ne zaman banyoya girsem... bıktım artık.”
    hızla, öfkeyle fırladı banyodan. bornozuna gelişigüzel sarınıp, terliklerini bile giymeden koştu. koridoru geçti. üstünden sızan sular, ince bir iz bırakıyordu ardında. karanlıkta, el yordamıyla açtı kapıyı: dışarsı karanlıktı! aşağılardan, biri asansörü çağırmıştı. asansör, sarsıla sarsıla inerken o, iki kat arasındaki belirsiz aydınlığın, müthiş korkunun daralan yüreğine yerleştiğini duydu. bir an önce öbür kata, açıklığa, güvene ulaşmak için parmaklarının ucunda hafifçe kalkarak çevresine bakındı: asansörün ışığında kasketli bir adam duruyordu.
    adam yaklaştı. bedia tanıyamadı; yabancı mıydı, değil miydi kestiremedi. bornozunun açık duran önünü kapadı hızla. aşağıda biri bindi asansöre. macit geliyordu herhalde. zaman kazanmak için, birşeyler hatırlayabilmek için, birşeyler düşünebilmek için:
    — kimsiniz? dedi bedia. tanıyamadım birden.
    adam hiçbir karşılık vermeden öylece durdu, ayağıyla kapıyı itti biraz.
    — kimsiniz? diye haykırdı bedia. iş mi istiyorsunuz? zeynep... arkasına döndü; zeynep yoktu. asansör yukarıya doğru çıktı, katı geçti.
    bedia, tanımadığı, tanıyamadığı bütün yüzlerin, bıraktığı yerlerin, unuttuklarının, hatırlamadıklarının acımasız bir parıltıyla üstüne doğru geldiğini gördü. gözlerini kapadı."
  • sezai karakoç şiiri.

    portakal buğusudur yalayan seni beni
    kentte başlarken gece horozun terk ettiği
    bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki
    kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki
    deniz mi dedin ne denizi
    ben kristof kolomb'un uşağı değilim
    ben ırmakçıyım denizci değilim
    kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi
    bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
    bir kere kente girdin
    bir kadını al onu yont yont anne olsun
    her kadın acıma anıtı bir anne olsun
    çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne
    sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle
    bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun
    ve sonra yıpratılan ne
    mavi bir alıkonan

    bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını
    bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı
    sabah ki marul ortası kırılan bir gemi direkte
    vakit çiçek bozuğu bir akşam tepkisi
    bana ayrılan hangi arap atının terkisi
    hangi çadır düşüncesi ve çöl
    bir mermerin rüzgârdaki savruluşu çöl
    kadın giyeceklerinin kıvranışı kızılda
    bir kırmızı biber salgını develer
    yeter suyun anıtlaşması çelik çiçek biati

    bir kere kente girdin
    felçli kadın karyolaya bağlı haliç
    ergenlik gençkızlık işletmesi karyola ki
    karyola ki bekâr bir ölümün fener alayı şöleni
    azrail'in boyuna büluğa erdiği gerdeğe girdiği
    eleni eleni karyolada düşünen kadın
    yalnız ve som karyolada düşünen kadın
    her erkeği papaz sanıp günahı günah olarak çıkartan
    her gece güneşi ısıran
    köpekler neyi havlıyor hangi gülü
    horozlar neyi ürperiyor savaşı mı
    bir yumurta ortasında gece yarısı
    sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin
    ölüm ki tabiatüstü hayatların meneceri
    en yeni buluşu intihardır

    pipon yanıyorsa seni ölüm çeker
    gül yetiştirmiyorsan seni ölüm
    samanyolu jet iziyse seni ölüm
    rüya bir lâğımın anıları olur
    onarılmış bir soda gün doğar kırmızı
    ölüm bana günde iki kere göz kaş eder

    gün doğarken ve gün batarken
    sonra bir fil hortumunu dolar bitkilere
    bir karpuz ikiye bölünür bir hasta evinde
    yenilmemek üzre için ile birlikte
    işte bunun gibi sizi aziz eden yaşlanmak
    yaşlı bir hastada tortusu olur ölmenin
    ve siz ey bir karpuzu ikiye bölmenin
    ustalığına ermiş kutsal kişiler akşam sularında
    karpuzun eskittiği gözlerim
    - kim karpuzu onarır kim kaynak atar ona -
    konuşan sessiz bir tarihi yükselten karpuzun
    kırk derece
    ölümün tantanayla gelip otağını kurduğu
    - başarırsa gelen askeri
    başaramazsa başka yere gönderir çeriyi
    kim bitirir bu sonsuz çeriyi bu her gün yeni çeriyi
    hep planlar kurar
    aklı fikri insandadır
    en yeni buluşu intihardır -
    ölüm bir ay çekimi zamanı dönemi denizidir
    kalkar kalkar seni çeker
    gül kokusunu alıyorsan seni ölüm çeker
    ölümün terkisi birden genişler
    yollarda sincap kalıntıları görürsün
    kedilerin köpeklerin aç kaldığını düşün
    koyunların develerin sıraya girdiğini kesilmek için
    intihar dedikleri patronu da sınadık
    ağzını aradık iş yok onda
    kullanışsız ve antik bir şapka
    meksikalıların şapkasına benzer
    ölümden bir demet derlenen ölümlerle
    derlenen insan ölümleriyle kervankıran yıldızına bakmak

    çıkmak samanyolu'na
    doğu ne batı ne
    suvare ve matine
    duvarda bir resim akıyor gençliğe
    çiçeklere çiçeklerdeki mirasa
    sarı saltık ahi evren çalımlı bir kiraza
    çılgın öğlende
    nerden nereye ey köprü ey iskele
    yabancılar yalancılar hırsızlar
    iki yatık iki dik karşılıklı iki tahta
    arasında bir insan
    tophane ölülerine ait tabutlar da figüran
    sonra ilâhilerin paraya çevrildiği an
    sonra küçük kızlar su satan

    gelin gelinlerin gecesini taşıyalım yatağımıza
    ki ölüm insanları kıra kıra varmadan yatağımıza
    bu yatak şimdilik kutlu yataktır
    ölüm ki aç bir köpektir arar bizi
    bir köpek havlayan en çok şafak aydınlığında

    akşam kente bir meryem gibi girer
    bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
    her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
    kurban kesilirkenki karanlık
    ibrahim'in bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
    keskin ışık
    ismail
    ismail bir çocuk başından serçe geçen
    mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
    omzundan arşlar dökülen

    artık dünyanın yarısı ay yarısı güneş
    karşılıksız borçlanan ve çiçek ödeyen güneş
    ufuklara çiçek ödeyen güneş
    artık herşey öbürüne ışık tutmakla ödevli
    otomobilin ışığı yol için söz gelimi
    birinci dünya harbi
    ikinci dünya harbi
    artık her şey öbürüne ışık tutmakla görevli
    ışık tutmakla var ışık tutmakla ayakta
    herkes kendini kurtarabilir ancak bu karanlıkta
    öbürüne ışık tutar sade
    öbürüyse ışık tutar sade
    birer birer yakılır bütün sağlık çarşafları
    yaşlılıksa taşınacak pusat değil
    her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt
    köpekler bu dişlere sahip değil bu dişler o köpeklere sahip yani
    diş geriye geriye doğru uzamış uzamış incelmiş yumuşamış tüylenmiş de bir köpek olmuş sanki
    yoksa kıyımda mı avlıyorsun sen ey şeytan
    geçtim akrep kokan duvar diplerinden
    incir düşmüş loş yollardan
    bir haber gibiyim musa'dan

    sabahlan moditen akşamları equanil
    geliyor boyuna geliyor yalnızlığın gülmeleri
    denize kentler çizen kent iten kentler çeken
    ardına kentler bağlı
    kent tüküren kent soluyan bir gemi
    züiküfül dağı'nın bahçeleri
    yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği

    ağız yakan özel bir peygamber çiçeği
    sultan şehmus ve veysel karani
    incir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken
    ve sen ey sıcak doğu gecelerinin bitmeyen göz ağrısı
    çocuklara mahsus çocuklara ait çocuklara dair göz ağrısı
    kırmızı mürekkebi andıran gözotu
    yalancı fakat acının yemişi kanlı göz bezleri
    türbe önlerinde sahicisinden daha gerçek
    daha fizikötesi sara taklitleri
    ve ağızlarda mecusi meşaleleri
    tembelliğin kehribarı bitlis saroyan
    ağızları yakan sigara ilk çağ kokan kav
    birinci dünya harbi namazı
    babamın namazı
    ikinci dünya harbi namazı
    ölümsüzlük gençlik aşısı o ikindiler
    evi sokağı çarşıyı onaran yasin
    paslanan güneşi sığayan sûre
    atalara doğru yürüyen sûre
    eve ve ellere can veren sûre
    geceye zikzaklar çizdiren sûre
    güneşi batıran doğuran sûre
    hamile meryem'i doğurtan sûre
    evin taşlığına çiçekler serperek
    yağmuru çatıda döndüren sûre
    huzuru geceye ekleyen sûre
    gece gündüz bir bekçi gibi
    ebedî bir gözcü nöbetçi gibi
    evin yüreğinde bekleyen sûre

    vahşi bir kiraz yedik eski bir eskimo okulunda
    ve yeşil bir dondurma mezarlıkta
    - bir fosfor dondurması koyarak gel
    bir çocuk şapkasının içine -
    ve gül nemrud'un yaktığı ateşte açan
    koncalanan açılan gelişen ibrahim'in elinde
    tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara
    urfa'da yıldızların yıldızdan ayın aydan
    günün günden fazla bir şey olduğu orada
    uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza
    kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta
    içilemeyen bir su bardakta
    aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarla

    her şey bir kere daha yanlış gibi

    şeker şeker diye soluyan şaha kalkmış
    bir tutamlık barutu kuşlara attık gibi
    bir kış gibi geçti eşeklerin aydedesi
    fıstıklarsa
    -o gün kasabada bir yaz
    bağbozumu tadında
    sarhoşluğun yankısından
    şıra yosunundan çeşme ışığından
    iğde sesinden bir kalabalık
    sızarak cami aralığından

    ayvalarsa
    - o gün kasabada bir çarşı
    bir bayrak gibi açmıştı yası
    yas bir meşale yüzlerde
    güneşten yanmış bir harman

    -o gün kasabada
    antik her şey baş kaldırmıştı
    her şey asurdu
    rap rap rap
    duvarda bir satrap
    tavanda bir akrep
    rap rap rap
    güneşti önleyen çağın siyahını
    kafka'yı kemiren
    camus'yü tedirgin eden
    sartre'a zaman zaman yılgı veren
    heidegger'i düşündüren
    kierkegaard'ı bunaltıp
    heidegger'i düşündüren
    schopenhauer'deki öfke
    nietzsche'deki savaşçılık
    faulkner'i sarhoş eden
    van gogh'u van gogh eden
    chagall'ı chagall eden

    kirazlarsa
    -o gün kasabada
    kuşluğun kuş'luk olduğu
    kuş-luğun çılgın ağaçların
    başına bir yurt olduğu
    kalp krizi
    insanların derlenip
    bir araya gelip bir bütün
    bir tek insan olduğu
    dağ yolunu tuttukları
    durup durup zülküfül'ün
    bahçelerini andıkları
    doruğunu andıkları
    herkesin birbirine
    güneşten bir demet
    bir kaç tüy
    bir güldeste
    bir firkete
    bir avuç çıplaklık
    ve portakal büyüsü
    ve özgürlük sundukları
    dağıttıkları
    payından pay
    ekmeğinden ekmek bağladıkları
    yas mı sevinç mi
    ölülük mü dirilik mi
    din mi barış mı
    savaş mı sevgi mi

    - o gün
    başkasının düğününe giden
    kendi düğününe giden kızlar
    karacadağ pirinci ayıklamayan
    her çocuğa birden anne olmayan
    kızlar dönüp dönüp başlarını
    saklanıyorlardı

    -o gün
    düğün düğün böceği ve düğün çorbası
    eşeklerin aydedesi ayın öcü alındı mı

    -depremden artakalmışlardı biz de
    bir halkevi yapamamıştık da ondan
    oraya gitmiştik siyah incir ağaçlarına
    çıkardık ilk defa tadardık o hep erzincan'ı
    anlatırdı öğle olmadan öğle namazını kılan
    öğle olduktan sonra öğle namazını yeniden kılan
    büyük annesini bense oruç tutardım menengiç kah-
    vesi içerdim akşamlan yolumu hep bir çocuk
    beklerdi döğüşmek için
    ama ben onu dövmezdim o da beni dövemezdi
    sonra afrika olan ömer - çünkü biz onu
    afrika yapmıştık oyunda o ömer tek başına bizi yenerdi
    yani kardeşi avusturalya ali'yi, kardeşim
    avrupa ali'yi ve asya beni
    "gider içerde güçlenir güçlenir gelirdik"
    ama afrika ömer o hep kış yaz tarlalanan
    dağlarda koyunlara çiçeklere ateş yakan
    böcek ezdiren bütün düğün böceklerini ezdiren
    ve hep düğün çorbası içen o afrika ömer
    hepimizi tek başına yenerdi
    barbar kıvırcık saçlarına
    narlar nardan taçlar takardı
    koparır koparır narları yerdik
    çubuklarımızı vişneyle tazelerdik
    yalnız nar ateşini ve vişne alevini severdik -
    düğün düğün kızların koşup katıldığı
    düğün düğün son kızlardan bir kokteyl

    -o gün kasabada bir düğün
    ölümün düğünü
    herkesin düğünü
    çocukların kağıttan
    çerden çöpten ve taştan
    kaldırım taşlarından düğünü
    deniz kabuklarından
    bir uygarlık taşıyan çemberleri
    içi boydan boya ta temele görünen evleri
    çatısız yapıları
    bir düğünü ateşleyen
    ona buna bulaştıran gözleri
    çocuklar geceye çan
    geceye karşı itfaiye erleri

    -o gün kasabada
    o gün kasaba
    o gün kasap

    ben ölmedim yalnız kaldıysa da ayaklarım
    eridiyse de başım inceldiyse de üst yanım
    bir porsuk karnını geceyi deşip buraya çıktım
    daha dün kirecin rüyası bu kente indim
    gün doğmadan kiralık ev aradım şehzadebaşı'nda
    geceye bir kartal gibi çarparaktan
    isa bu gelip konmuş elime ayasofya'dan
    kirli sarı çıkıp bir giysiden
    vakte bakan zeytin yaprağı serabından
    şarabın arabından
    bir zenci sancısından
    bir düşün dişinden
    karlar eridikte yönelirdik kadınlarla
    kuzeye batıya dağa doğru
    yüzümüzü biçerdi yıllanmış soğuk
    su kıyısına dizilirdik yandan önden arkadan ışık
    kabe yüzüklerindeki ışık
    çamaşır yıkardı kadınlar kızlar
    biz çocuklar suda kışın giden
    büyüklerden bize bulaşmış ölüm tüveyçlerini
    yıkardık ısınırdık
    kızlara vuran ışık yalnız o ışık artardı
    annelerde derinleşen kış çizgileri
    biz çocuklar buğulu

    çul ve su
    dağ suları dereler koyun çiçekleri
    yalnız erkekler çarşıda ve yosun tutmuş hastalar yataklara bağlı
    bir bahar boyu yıkar kasarlardı kadınlar kızlar çamaşırları
    çık arı sudan ey el değmemiş boya
    kasabaya inmemiş yani ölmemiş boya
    ey bakire su kasar yapan meryemlerinle
    ışığa bakan ışıklı kızların gölgesini
    suya iten biz çocuk isalarınla
    seni andım ve ölmedim
    o kadınlar çömelmiş olarak
    o kızlar eğilmiş olarak
    o çocuklar ayakta
    hepsi aynı yöne bakarken
    hepsi doğuda olan bir yağmur savaşma dönükken
    yalnız o ebedî kasarlar anımda
    şimşeklerin dere kıyısına iliştirdiği o kızlar
    suyun ayaklarından okşadığı o çocuklar
    her çamaşır atışında tek bir kelime
    söyleyen kıyı ağaçlarına o kadınlar
    yataklarında küflenen hastalar
    eriyen karlar içinde pazarlık yapan
    o çarşı yemişi erkekler
    yalnız bu değişmeyen haki tablo aklımda

    isa bu saçaktan saçağa atlarken
    eteklerinden bahçelere kan dökülen
    saçından sakalından geceye bir çiğ düşen
    isa'dır bu benim yanımda oturmuş bir taşa
    iki bin yıllık bir hece taşına
    taş nerde bitiyor nerde başlıyor isa
    sürekli bir alışveriş var aralarında

    (1964)
  • bir zamanlar sabah gazetesiyle beraber yayınlanmış, oyun mizah tarzı içerikler içeren, çocuk dergisi.
  • çağlayanlarda bir başkadır. görsel
  • bu meret ayranda sevilir, kahvede illaki aranır da çayda neden hiç sevilmez anlamam.
  • bir tavşan ismi
  • her hafta perşembe günü sabah gazetesi ile evlerinizde... dopdolu içeriği ve neşeli hediyeleriyle sizin için özenle hazırlanan köpük dergisini almayı unutmayın!

    kaynak: sabah çocuk kulübü.
  • snatch'in türkçe dublajında çingenelerin köpek diyemeyip kullandıkları kelime.
hesabın var mı? giriş yap