köpük
-
elinizi köpükleyip parmaklarla "3" işareti yapınca başparmak ve işaret parmağı arasındaki köpüğe üfleyince kavun büyüklüğünde balon yapabilirsiniz. altı yaşında bi çocuktan özel ders aldım bunun için. kafama vura vura öğretmeye kalktı bıraktım.
-
ahmet muhip dranas'ın bir şiiri:
oyun bitti ve her şey yerini buldu.
akşamla ebedi kızlar anne oldu.
aynalara bakma, aynalar fenalık;
denizi, sonsuz olanı düşün artık.
bir gün beni hatırlayabilirsin ancak,
güzelsen soyabilirsin çırılçıplak;
oradayım hep ben, orada, derinde,
gemilerin ihtiyar köpüklerinde. -
"ödeşmeler ve şahmeran hikayesi" adlı kitabından enfes bir tomris uyar öyküsü:
"saat beşti.
saatin sesi, duvarlara asılmış geyik başlarını, doldurulmuş kuşları, yırtıkları özellikle onarılmamış antika koltuk yüzlerini, gümüşleri ve kristal aynaları bir dokunuşta geçerek bedia’nın oturduğu küçük bölmeye vardı son hızla.
“öff, saat beş oldu,” dedi bedia. “hazırlanmalı yavaş yavaş.” sonra küçük, sedef boyalı tırnaklarını kadife terliğinin içinde gezdirdi: kurumuş. öff, kalorifer yanmıyor yine! saat beş oldu. giyinme, boyanma derken... kocaman saç saracaklarının üstünde kaskatı bir ışıltıyla duran saçlarını elledi: kurumuş. zeynep’e seslenmeli; banyoyu doldursun. yavaş yavaş hazırlanmalı. “hazırlanmak”, bir erkeğe, bir duruma, bir geceye hazırlanmak demek olan günlerinin (bir yekpare elmasın –bir yılın– birbirlerini usulca tamamlayan ışıltılı dilimleri: yeşil farlar, simli çoraplar, gül kurusu ruj kalemleri, sedefli tırnak cilaları, yüz temizleme sütleri, elma kokan köpüklü sabunlar, siyah rugan pabuçlar, öğleden sonralarının parlak iskambil kağıtları, arada göz atılan aynalı pudriyerler; gece kulüplerine, sabah kırlarına en uygun bakışlar; kıyılarda dalıp dalıp gitmeler, yeni çıkan şarkılar, yağmurda giyilen çizmeler) herhangi biriydi bugün, yine de takvimde kırmızı ruj kalemiyle belirtilmişti. öff!
— zeynep, diye seslendi. zeeeyneeep! kızım bırak şu toz almayı da banyoyu doldur. çabuk!
— geliyorum hanımefendi.
zeynep kapının yanındaki duvarda asılı duran tüfeklerin tozunu alıyordu. “geliyorum.”
— bırak ben alayım tozu, sen banyoyu doldur!
— hiç olur mu hanımefendi?
zeynep’in başak rengi sivaslı yüzünde şaşkınlık, pembelik halinde belirdi: hiç olur mu?
— neden olmasın? dedi bedia. anlamını kendinin de çözemediği o kahkahalarından birini attı. tutuk, gücünü içinde gizliyen bir kahkaha; yavaş yavaş hazırlanan bir gül, ansızın açılan bir gülümseme. bir keresinde, bir nişantaş dolmuşunda (araba onarımdaydı o sıralar) ağzı yeni çiğnenmiş taze simit kokan bir delikanlı düşmüştü yanına. eli yüzü düzgün, temiz giyimli bir genç. elinde kalın bir kitap vardı. dönemeçlerde, öbür eliyle ön koltuğa çakılı küllüğü kavrıyor, bacağına değmemeye çalışıyordu. sonra bir yerde yol bitti, indi. inerken gözgöze geldiler. o an “inmeyin,” demek gelmişti bedia’nın içinden. “bu dolmuş gitsin böyle.” sonra, çok sonra bu olayı düşündükçe kahkahayı basardı. işte o kahkaha.
bir keresinde, odayı dolduran zengin konukların, güzel kadınların, ellerindeki içki kadehleriyle köşelerde oyalanan erkeklerin arasında, nasılsa fark edildiğinde, bunca hazırlanma çabasını ustaca yok gösteren düz, siyah giysisiyle birden belirdiğinde, dudaklarındaki kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak. “böyle becerikli bir ev kadını olmasaydın nasıl bir kadın olurdun bilmem,” der macit arasıra, onun konuklara dönüp “karım halkın içinden gelme bir kadındır. bakın, tarhana çorbasını hâlâ kendi pişirir, kimselere bırakmaz,” dediği zaman attığı kahkaha: kışkırtıcı, güvenli, sıcak; biraz tutuk, biraz kısık belki ama mutlaka beklenmedik.
bedia sabahtan beri gömülü durduğu kuştüyü yastıklardan sıyrıldı, elini uzattı.
— hiç olur mu hanımcığım? dedi zeynep. şimdi biter.
— peki peki, dedi bedia, yine yastıkların arasına gömüldü. öfff! (sonra, uzun süredir açmaktan kaçındığı bir konuyu yeni hatırlamışçasına) şeyyy... şeyi soracaktım zeynep. kimmiş o adam? anlaşıldı mı kim olduğu?
— hangi adam hanımefendi?
— o adam canım. hani geçende gelmiş, beni sormuş ya... bedia hanım kaçta gelir falan diye.
— anlaşılmadı, dedi zeynep. bilmiyoruz kimmiş.
— nasıl biriydi, anlatsana.
— bilmem ki hanımcığım. düpedüz bir adam işte.
— peki, nerden gelmiş, nasıl gelmiş hüseyin’in yanına? kahveden çıkarken nasıl gelmiş de demiş?
zeynep bir olayı birkaç kere anlatmış birinin vazgeçemediği, bilmeden ezberlediği sözcüklerle başladı:
— hüseyin tam kahveden çıkıyormuş...
— saat kaçmış?
— on felan herhal. o da kalkmış peşisıra. meğer orada otururmuş.
— hüseyin görmemiş yani daha önce. oturuyormuş ama onun ilgisini çekmemiş.
— he ya.
— sonra?
— kalkmış, peşine düşmüş bizimkinin. hüseyin hırsız sanmış. buralar belli olmaz değil mi hanımcığım? bakarsın hırsızdır.
— doğru, doğru. ya konuşması? köylü gibi mi konuşuyordu?
— birazcık köylüydü besbelli. kasketi vardı ama bilemeyeceğim.
— iyi düşünsene kızım, kafanı çalıştır biraz. nereden tanıyormuş beni, söyledi mi? bizim oradan mı?
— bilmem ki hanımcığım. sormadık. tanrı misafiri. bedia hanımı göreceğim dedi, ne zaman gelir dedi, o kadar. biz de sormadık. ama keşke sorsaydık, ne biçim adammış o hanımefendi. hiç görmedim öylesini, hiç duymadım. inanmayacan, yattığı çarşafı, yastık yüzünü yudum durdum da yağları çıkmadı. yastığın içine geçmiş kir. yepyeni yüzler, pamuklar hep yağ içinde kalmış. nasıl yağmış, nasıl kirmiş bu böyle? kabahat hüseyin’in. sen kalk tanımadığın adamı tanrı misafiri diye... güneş çıksın, pamukları da yıkayacağım inşallah. o ne biçim adammış öyle...
zeynep bir yandan geyik başlarının, doldurulmuş kuşların, kapının yanındaki duvara asılı tüfeklerin tozunu alıyor, bir yandan sızıldanıyordu: o nasıl kirmiş öyle...
— iş istemeye gelmiştir, dedi bedia, kestirip attı. “babamın akrabalarından biridir,” diye düşündü. “hiçbirini tanımam görsem!” kaç yıl oldu? takvimde ruj kalemiyle belirtilen bu sıradan gün, evliliğinin onuncu yıldönümüydü. saate baktı: beşi yirmi geçiyordu. birazdan macit, kırmızı güller ve bir pırlanta yüzükle çıkagelirdi. on yılda on yüzük. her yıl için bir yüzük, bir değerli taş. yıllar böyle geçmişti. on yıl olmuştu manisa’dan çıkalı. birbirlerine deliler gibi tutkun iki genç. biri, şimdiki kendisi: konuklarını hazır mezelerle, lokantalardan getirtilen yemeklerle ağırlamayı öğrenmiş, tarhana çorbasını unutmamakla gönenen bedia. manisalı çiftlik kahyasının kızı. hâlâ alımlı. yalnız artık ince çorap giyiyor, kalın donunu fırlatıp attı. lastik eldivenlerle toz almayı öğrendi, sonra koku markalarını, gözaltı kırışıklarını giderici özel kremleri, erkeklerin sevdiği siyah kısa gecelikleri. öbürü macit: sapsarı saçlı, incecik, manisalı çiftçinin oğlu. o zamanki bedia’ya deliler gibi tutkun; şimdi alışmış, durmuş oturmuş, saçları dökülmüş, evlilik yıldönümlerini titiz bir kuyumcunun tam zamanında yolladığı değerli bir yüzükle hatırlayan saygılı koca. manisa’yı görse tanımazdı şimdi. hangi mevsimdi orada? güneş var mıydı? güneyde olduğuna göre... yok canım, güneyde olan mersin’dir, manisa... boş ver.
uzun bir süredir şehirler, sonsuz bir otomobil yolunun gereksiz, sıkıcı kesintileriydi bedia’nın gözünde: lastik iner, motor durur, işte bir şehirdesin. hangisi olursa olsun. oysa insan gideceği yere bir an önce varmalıdır. macit öyle der. macit on yıldır öyle der. hiç değişmemiştir. niye değişecek? daha ne olabilir? işte bu koskocaman ev, bu değerli silahlar, avrupa yolculukları, bedia, bu doldurulmuş kuşlar.
— öfff! dedi bedia, kuştüyü yuvasından sıyrıldı, ayağa kalktı.
saat beş buçuk olacak birazdan. zeynep! zeynep! kızım doldu mu banyo?
— doluyor hanımefendi, siz soyununcaya dolar. zeynep’in sesi yaklaştı.
— ben giriyorum zeynep. sen de git istersen kızım. macit bey neredeyse gelir.
— peki hanımefendi. zeynep, hep “peki,” demenin anlamsız güleçliğini yüzünde tutmaya çalışarak sokak kapısına yöneldi.
“kim olursa olsun, macit’e söylemeliyim,” diye düşündü bedia soyunurken. banyoda uzun saçlarını naylon başlığın içine özenle yerleştirdi. bu sessizliği öyle severdi ki. elma çiçeği kokan bir toz attı banyoya, su köpürdü. uzakta bir kapı kapandı: zeynep çıktı. saat beş buçuğu vurdu.
“neden daha önce söylemedim sanki? amaan, nereden de takıldı kafama? canım, manisa’dan kim olabilir: emmisinin oğlu, şahingil’in osman... yok canım. iş isteyecek mutlaka.” su ılıktı, pembeydi, dinlendiriyordu. gözleri kapanacaktı. kirpikleri buğuyla ıslanmış, öyle dingin... derken zil çaldı.
“hep böyle olur,” dedi bedia irkilerek, “macit anahtarını unutmuştur yine. ne zaman banyoya girsem... bıktım artık.”
hızla, öfkeyle fırladı banyodan. bornozuna gelişigüzel sarınıp, terliklerini bile giymeden koştu. koridoru geçti. üstünden sızan sular, ince bir iz bırakıyordu ardında. karanlıkta, el yordamıyla açtı kapıyı: dışarsı karanlıktı! aşağılardan, biri asansörü çağırmıştı. asansör, sarsıla sarsıla inerken o, iki kat arasındaki belirsiz aydınlığın, müthiş korkunun daralan yüreğine yerleştiğini duydu. bir an önce öbür kata, açıklığa, güvene ulaşmak için parmaklarının ucunda hafifçe kalkarak çevresine bakındı: asansörün ışığında kasketli bir adam duruyordu.
adam yaklaştı. bedia tanıyamadı; yabancı mıydı, değil miydi kestiremedi. bornozunun açık duran önünü kapadı hızla. aşağıda biri bindi asansöre. macit geliyordu herhalde. zaman kazanmak için, birşeyler hatırlayabilmek için, birşeyler düşünebilmek için:
— kimsiniz? dedi bedia. tanıyamadım birden.
adam hiçbir karşılık vermeden öylece durdu, ayağıyla kapıyı itti biraz.
— kimsiniz? diye haykırdı bedia. iş mi istiyorsunuz? zeynep... arkasına döndü; zeynep yoktu. asansör yukarıya doğru çıktı, katı geçti.
bedia, tanımadığı, tanıyamadığı bütün yüzlerin, bıraktığı yerlerin, unuttuklarının, hatırlamadıklarının acımasız bir parıltıyla üstüne doğru geldiğini gördü. gözlerini kapadı." -
sezai karakoç şiiri.
portakal buğusudur yalayan seni beni
kentte başlarken gece horozun terk ettiği
bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki
kırmızı bir karpuzun ortasından kesilen o köpekler ki
deniz mi dedin ne denizi
ben kristof kolomb'un uşağı değilim
ben ırmakçıyım denizci değilim
kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi
bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi
bir kere kente girdin
bir kadını al onu yont yont anne olsun
her kadın acıma anıtı bir anne olsun
çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne
sen bu şehrin sokaklarından geç sonsuz pencerelerle
bir insanı al onu çöz çöz çocuk olsun
ve sonra yıpratılan ne
mavi bir alıkonan
bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını
bu horozlar neyi ürperiyor çocukları mı
sabah ki marul ortası kırılan bir gemi direkte
vakit çiçek bozuğu bir akşam tepkisi
bana ayrılan hangi arap atının terkisi
hangi çadır düşüncesi ve çöl
bir mermerin rüzgârdaki savruluşu çöl
kadın giyeceklerinin kıvranışı kızılda
bir kırmızı biber salgını develer
yeter suyun anıtlaşması çelik çiçek biati
bir kere kente girdin
felçli kadın karyolaya bağlı haliç
ergenlik gençkızlık işletmesi karyola ki
karyola ki bekâr bir ölümün fener alayı şöleni
azrail'in boyuna büluğa erdiği gerdeğe girdiği
eleni eleni karyolada düşünen kadın
yalnız ve som karyolada düşünen kadın
her erkeği papaz sanıp günahı günah olarak çıkartan
her gece güneşi ısıran
köpekler neyi havlıyor hangi gülü
horozlar neyi ürperiyor savaşı mı
bir yumurta ortasında gece yarısı
sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin
ölüm ki tabiatüstü hayatların meneceri
en yeni buluşu intihardır
pipon yanıyorsa seni ölüm çeker
gül yetiştirmiyorsan seni ölüm
samanyolu jet iziyse seni ölüm
rüya bir lâğımın anıları olur
onarılmış bir soda gün doğar kırmızı
ölüm bana günde iki kere göz kaş eder
gün doğarken ve gün batarken
sonra bir fil hortumunu dolar bitkilere
bir karpuz ikiye bölünür bir hasta evinde
yenilmemek üzre için ile birlikte
işte bunun gibi sizi aziz eden yaşlanmak
yaşlı bir hastada tortusu olur ölmenin
ve siz ey bir karpuzu ikiye bölmenin
ustalığına ermiş kutsal kişiler akşam sularında
karpuzun eskittiği gözlerim
- kim karpuzu onarır kim kaynak atar ona -
konuşan sessiz bir tarihi yükselten karpuzun
kırk derece
ölümün tantanayla gelip otağını kurduğu
- başarırsa gelen askeri
başaramazsa başka yere gönderir çeriyi
kim bitirir bu sonsuz çeriyi bu her gün yeni çeriyi
hep planlar kurar
aklı fikri insandadır
en yeni buluşu intihardır -
ölüm bir ay çekimi zamanı dönemi denizidir
kalkar kalkar seni çeker
gül kokusunu alıyorsan seni ölüm çeker
ölümün terkisi birden genişler
yollarda sincap kalıntıları görürsün
kedilerin köpeklerin aç kaldığını düşün
koyunların develerin sıraya girdiğini kesilmek için
intihar dedikleri patronu da sınadık
ağzını aradık iş yok onda
kullanışsız ve antik bir şapka
meksikalıların şapkasına benzer
ölümden bir demet derlenen ölümlerle
derlenen insan ölümleriyle kervankıran yıldızına bakmak
çıkmak samanyolu'na
doğu ne batı ne
suvare ve matine
duvarda bir resim akıyor gençliğe
çiçeklere çiçeklerdeki mirasa
sarı saltık ahi evren çalımlı bir kiraza
çılgın öğlende
nerden nereye ey köprü ey iskele
yabancılar yalancılar hırsızlar
iki yatık iki dik karşılıklı iki tahta
arasında bir insan
tophane ölülerine ait tabutlar da figüran
sonra ilâhilerin paraya çevrildiği an
sonra küçük kızlar su satan
gelin gelinlerin gecesini taşıyalım yatağımıza
ki ölüm insanları kıra kıra varmadan yatağımıza
bu yatak şimdilik kutlu yataktır
ölüm ki aç bir köpektir arar bizi
bir köpek havlayan en çok şafak aydınlığında
akşam kente bir meryem gibi girer
bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi
her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir
kurban kesilirkenki karanlık
ibrahim'in bıçağındaki karanlık loşluk aydınlık
keskin ışık
ismail
ismail bir çocuk başından serçe geçen
mavi bir gül nöbeti sertçe geçen
omzundan arşlar dökülen
artık dünyanın yarısı ay yarısı güneş
karşılıksız borçlanan ve çiçek ödeyen güneş
ufuklara çiçek ödeyen güneş
artık herşey öbürüne ışık tutmakla ödevli
otomobilin ışığı yol için söz gelimi
birinci dünya harbi
ikinci dünya harbi
artık her şey öbürüne ışık tutmakla görevli
ışık tutmakla var ışık tutmakla ayakta
herkes kendini kurtarabilir ancak bu karanlıkta
öbürüne ışık tutar sade
öbürüyse ışık tutar sade
birer birer yakılır bütün sağlık çarşafları
yaşlılıksa taşınacak pusat değil
her köşe köşebaşları deniz dibi dişli köpeklere yurt
köpekler bu dişlere sahip değil bu dişler o köpeklere sahip yani
diş geriye geriye doğru uzamış uzamış incelmiş yumuşamış tüylenmiş de bir köpek olmuş sanki
yoksa kıyımda mı avlıyorsun sen ey şeytan
geçtim akrep kokan duvar diplerinden
incir düşmüş loş yollardan
bir haber gibiyim musa'dan
sabahlan moditen akşamları equanil
geliyor boyuna geliyor yalnızlığın gülmeleri
denize kentler çizen kent iten kentler çeken
ardına kentler bağlı
kent tüküren kent soluyan bir gemi
züiküfül dağı'nın bahçeleri
yalnız orda açar özel bir peygamber çiçeği
ağız yakan özel bir peygamber çiçeği
sultan şehmus ve veysel karani
incir yaprağıyla sildiler gözümü çocukken
ve sen ey sıcak doğu gecelerinin bitmeyen göz ağrısı
çocuklara mahsus çocuklara ait çocuklara dair göz ağrısı
kırmızı mürekkebi andıran gözotu
yalancı fakat acının yemişi kanlı göz bezleri
türbe önlerinde sahicisinden daha gerçek
daha fizikötesi sara taklitleri
ve ağızlarda mecusi meşaleleri
tembelliğin kehribarı bitlis saroyan
ağızları yakan sigara ilk çağ kokan kav
birinci dünya harbi namazı
babamın namazı
ikinci dünya harbi namazı
ölümsüzlük gençlik aşısı o ikindiler
evi sokağı çarşıyı onaran yasin
paslanan güneşi sığayan sûre
atalara doğru yürüyen sûre
eve ve ellere can veren sûre
geceye zikzaklar çizdiren sûre
güneşi batıran doğuran sûre
hamile meryem'i doğurtan sûre
evin taşlığına çiçekler serperek
yağmuru çatıda döndüren sûre
huzuru geceye ekleyen sûre
gece gündüz bir bekçi gibi
ebedî bir gözcü nöbetçi gibi
evin yüreğinde bekleyen sûre
vahşi bir kiraz yedik eski bir eskimo okulunda
ve yeşil bir dondurma mezarlıkta
- bir fosfor dondurması koyarak gel
bir çocuk şapkasının içine -
ve gül nemrud'un yaktığı ateşte açan
koncalanan açılan gelişen ibrahim'in elinde
tatlı bir su içe gerçekler saçan bir mağara
urfa'da yıldızların yıldızdan ayın aydan
günün günden fazla bir şey olduğu orada
uzanan bir yarı ölü eli kirazdan kiraza
kirazsa hep aynı ıraklığı bozmamakta korumakta
içilemeyen bir su bardakta
aklı düzeltmenin mümkünü kutsal balıklarla
her şey bir kere daha yanlış gibi
şeker şeker diye soluyan şaha kalkmış
bir tutamlık barutu kuşlara attık gibi
bir kış gibi geçti eşeklerin aydedesi
fıstıklarsa
-o gün kasabada bir yaz
bağbozumu tadında
sarhoşluğun yankısından
şıra yosunundan çeşme ışığından
iğde sesinden bir kalabalık
sızarak cami aralığından
ayvalarsa
- o gün kasabada bir çarşı
bir bayrak gibi açmıştı yası
yas bir meşale yüzlerde
güneşten yanmış bir harman
-o gün kasabada
antik her şey baş kaldırmıştı
her şey asurdu
rap rap rap
duvarda bir satrap
tavanda bir akrep
rap rap rap
güneşti önleyen çağın siyahını
kafka'yı kemiren
camus'yü tedirgin eden
sartre'a zaman zaman yılgı veren
heidegger'i düşündüren
kierkegaard'ı bunaltıp
heidegger'i düşündüren
schopenhauer'deki öfke
nietzsche'deki savaşçılık
faulkner'i sarhoş eden
van gogh'u van gogh eden
chagall'ı chagall eden
kirazlarsa
-o gün kasabada
kuşluğun kuş'luk olduğu
kuş-luğun çılgın ağaçların
başına bir yurt olduğu
kalp krizi
insanların derlenip
bir araya gelip bir bütün
bir tek insan olduğu
dağ yolunu tuttukları
durup durup zülküfül'ün
bahçelerini andıkları
doruğunu andıkları
herkesin birbirine
güneşten bir demet
bir kaç tüy
bir güldeste
bir firkete
bir avuç çıplaklık
ve portakal büyüsü
ve özgürlük sundukları
dağıttıkları
payından pay
ekmeğinden ekmek bağladıkları
yas mı sevinç mi
ölülük mü dirilik mi
din mi barış mı
savaş mı sevgi mi
- o gün
başkasının düğününe giden
kendi düğününe giden kızlar
karacadağ pirinci ayıklamayan
her çocuğa birden anne olmayan
kızlar dönüp dönüp başlarını
saklanıyorlardı
-o gün
düğün düğün böceği ve düğün çorbası
eşeklerin aydedesi ayın öcü alındı mı
-depremden artakalmışlardı biz de
bir halkevi yapamamıştık da ondan
oraya gitmiştik siyah incir ağaçlarına
çıkardık ilk defa tadardık o hep erzincan'ı
anlatırdı öğle olmadan öğle namazını kılan
öğle olduktan sonra öğle namazını yeniden kılan
büyük annesini bense oruç tutardım menengiç kah-
vesi içerdim akşamlan yolumu hep bir çocuk
beklerdi döğüşmek için
ama ben onu dövmezdim o da beni dövemezdi
sonra afrika olan ömer - çünkü biz onu
afrika yapmıştık oyunda o ömer tek başına bizi yenerdi
yani kardeşi avusturalya ali'yi, kardeşim
avrupa ali'yi ve asya beni
"gider içerde güçlenir güçlenir gelirdik"
ama afrika ömer o hep kış yaz tarlalanan
dağlarda koyunlara çiçeklere ateş yakan
böcek ezdiren bütün düğün böceklerini ezdiren
ve hep düğün çorbası içen o afrika ömer
hepimizi tek başına yenerdi
barbar kıvırcık saçlarına
narlar nardan taçlar takardı
koparır koparır narları yerdik
çubuklarımızı vişneyle tazelerdik
yalnız nar ateşini ve vişne alevini severdik -
düğün düğün kızların koşup katıldığı
düğün düğün son kızlardan bir kokteyl
-o gün kasabada bir düğün
ölümün düğünü
herkesin düğünü
çocukların kağıttan
çerden çöpten ve taştan
kaldırım taşlarından düğünü
deniz kabuklarından
bir uygarlık taşıyan çemberleri
içi boydan boya ta temele görünen evleri
çatısız yapıları
bir düğünü ateşleyen
ona buna bulaştıran gözleri
çocuklar geceye çan
geceye karşı itfaiye erleri
-o gün kasabada
o gün kasaba
o gün kasap
ben ölmedim yalnız kaldıysa da ayaklarım
eridiyse de başım inceldiyse de üst yanım
bir porsuk karnını geceyi deşip buraya çıktım
daha dün kirecin rüyası bu kente indim
gün doğmadan kiralık ev aradım şehzadebaşı'nda
geceye bir kartal gibi çarparaktan
isa bu gelip konmuş elime ayasofya'dan
kirli sarı çıkıp bir giysiden
vakte bakan zeytin yaprağı serabından
şarabın arabından
bir zenci sancısından
bir düşün dişinden
karlar eridikte yönelirdik kadınlarla
kuzeye batıya dağa doğru
yüzümüzü biçerdi yıllanmış soğuk
su kıyısına dizilirdik yandan önden arkadan ışık
kabe yüzüklerindeki ışık
çamaşır yıkardı kadınlar kızlar
biz çocuklar suda kışın giden
büyüklerden bize bulaşmış ölüm tüveyçlerini
yıkardık ısınırdık
kızlara vuran ışık yalnız o ışık artardı
annelerde derinleşen kış çizgileri
biz çocuklar buğulu
çul ve su
dağ suları dereler koyun çiçekleri
yalnız erkekler çarşıda ve yosun tutmuş hastalar yataklara bağlı
bir bahar boyu yıkar kasarlardı kadınlar kızlar çamaşırları
çık arı sudan ey el değmemiş boya
kasabaya inmemiş yani ölmemiş boya
ey bakire su kasar yapan meryemlerinle
ışığa bakan ışıklı kızların gölgesini
suya iten biz çocuk isalarınla
seni andım ve ölmedim
o kadınlar çömelmiş olarak
o kızlar eğilmiş olarak
o çocuklar ayakta
hepsi aynı yöne bakarken
hepsi doğuda olan bir yağmur savaşma dönükken
yalnız o ebedî kasarlar anımda
şimşeklerin dere kıyısına iliştirdiği o kızlar
suyun ayaklarından okşadığı o çocuklar
her çamaşır atışında tek bir kelime
söyleyen kıyı ağaçlarına o kadınlar
yataklarında küflenen hastalar
eriyen karlar içinde pazarlık yapan
o çarşı yemişi erkekler
yalnız bu değişmeyen haki tablo aklımda
isa bu saçaktan saçağa atlarken
eteklerinden bahçelere kan dökülen
saçından sakalından geceye bir çiğ düşen
isa'dır bu benim yanımda oturmuş bir taşa
iki bin yıllık bir hece taşına
taş nerde bitiyor nerde başlıyor isa
sürekli bir alışveriş var aralarında
(1964) -
bir zamanlar sabah gazetesiyle beraber yayınlanmış, oyun mizah tarzı içerikler içeren, çocuk dergisi.
-
çağlayanlarda bir başkadır. görsel
-
bu meret ayranda sevilir, kahvede illaki aranır da çayda neden hiç sevilmez anlamam.
-
bir tavşan ismi
-
her hafta perşembe günü sabah gazetesi ile evlerinizde... dopdolu içeriği ve neşeli hediyeleriyle sizin için özenle hazırlanan köpük dergisini almayı unutmayın!
kaynak: sabah çocuk kulübü. -
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap