• emin alper'in bu sıralar vizyonda olan filmi. uzun zamandır görmek için sabırsızlanıyordum, geçtiğimiz haftasonu kadıköy/rexx sinemasında doluca bir salonda izledim. mısırcı tayfa sanıyorum tarantino'ya gittiğinden huşu içinde tadına vara vara izledik hep beraber.

    --- spoiler ---
    film, enfes olduğu kadar zıt duygular da uyandıran bir kasabada başlıyor. muhteşem dağlar, ağaçlar, manzaralar ile doğa güzelliğinin yanında bunların içine hapsolmuşluk hissi yaratan, şehirli insanın 3 gün kalsa aklını yitireceği bir ıssızlık.

    kardeşler arasında bir sevgi bağı var ama mekanın barındırdığı zıtlık bu ilişkilerde de kendini gösteriyor. sevgi bir anda alev alıp buna tam zıt hislere dönüşüyor zaman zaman.

    yayık başında geçen sahne türk sinemasında daha önce hiç görmediğim bir pencereden kadın açısından cinselliğe bakıyor. ve mükemmel. sinemamızdaki erkek egemen zihniyeti paramparça ediyor. rahatça, açık açık kendini ifade eden kadınlar. bu sohbete ve hızla alınıp verilen nefes seslerine ritmik hareketlerle gidip gelerek eşlik eden yayık da bence filme damgasını vurmuş. bu sahnenin alevi ile veysel'i iğfal eden reyhan'a aşık oldum asdfasjsdja

    drama içine güldüren, çok komik diyaloglar nefis yedirilmiş, müfit kayacan tam bir komedi oyuncusu, keşke daha çok izlesek dedim.

    son olarak filmde hiç görmedik ama ana oyunculardan biri olan neriman'ı hepimiz gözümüzde canlandırdık dimi? :)

    --- spoiler ---

    çok güzel film olmuş, namkörlük etmeyin, gidip izleyin.*
  • --- spoiler ---
    film üzerine yazdığım aşağıdaki inceleme yazısının görsel açıdan daha derli toplu bir blogpost haline ulaşmak için tıklayınız: bir yönüylë,
    --- spoiler ---
    ________________________________________

    son filmi kız kardeşler ile kendi sinemacılığı üzerinde kurduğu abluka'yı kaldırıp tepenin ardı'na geri dönen emin alper'in bu filmini, filmin hem isminin hem de afişinin merkezinde olmaları nedeniyle reyhan, nurhan ve havva üçlüsü üzerinden ele almak ilk akla gelense de, film boyunca birkaç sahne dışında hep edilgen konumda izlediğimiz üç kız kardeşin bu edilgenliğinin müsebbibi olan bir başka üçlünün üzerine eğilmek çok daha çözümleyici olacak:

    • necati'nin temsil ettiği "akıllı şehirliler"
    • şevket ile muhtarın temsil ettiği "akıllarını satmış köylüler"
    • veysel'in temsil ettiği "yarım akıllılar"

    necati karakterini film boyunca köyün havasına, toprağına ve suyuna nüfuz etmiş neredeyse soyut bir varlık olarak takip ediyoruz. başta kız kardeşlerin babası şevket ile köyün muhtarı olmak üzere belli ki bütün bir köy, varlıklı, kültürlü ve 06 plakalı bu şehirliyi velinimetten öte bir efendi gibi görüyor. köyün havasından kavaklarına dek sözü geçen necati, sahip olduğu burjuva ahlakıyla yeri geldi mi "kudret gösterisi", yeri geldi mi "merhamet gösterisi" yapıyor ve "güya akıllı" köylülerin akıllarını parmakları arasında ezip geriye yalnızca kendisi için kullanışlı bir posa bırakarak çocuğundan muhtarına tüm köy üzerine alegorik bir tahakküm kuruyor.

    ben bir şehirliyim. ekonomik gelirim, gördüğüm öğrenim ve edindiğim kültür beni orta-orta alt seviyeden bir sosyal sınıfta sabitliyor. sosyal sınıfımın penceresinden, fırsat buldukça, kendi vicdanımı rahatlatacak biçimde kuru-sıkı toplumsal duyar lafları ediyorum. oysa gerçekten tesir ettiğim hiçbir şey olmadığı gibi, bir yandan kent ile kırsal arasında şık köprüler kurulmasını isterken içten içeyse bu köprülerin asla aşılmamasını diliyorum. şehrimde bir kent-endüstri kültürü kurulamamış olduğu için hayıflanıp bunun ivedilikle sağlanmasını isterken avrupa ve asya yakalarının dört bir yanında köyleşmiş bir kent kültürü içinde yaşıyor olmaktan adeta kendime fırsat yaratarak yakınıyorum.

    necati de bir şehirli. bir şehirli, köyü kendisine paralel bir varoluş alanı olarak değil de şehir için çalışan bir fabrika olarak görür. orada hiçbir şey sadece kendisi için var olamaz. ağaçlar oksijen sağladıkları için iyidir ama gerektiğinde mobilya ya da ısı da verebilmelidir. dağ manzarası güzeldir ama kalbinde maden olanları daha iyidir. havanın temizliği, rakı sofrasından nispeten ayık kalkılmasını olası kıldığı ölçüde övgüye değerdir. ve insan faktörlerinden köylü kadınlar şehirdeki işe yararlılıklarıyla ölçülürken köylü erkeklerden ise bitmek bilmez bir dalkavukluk hali içinde şehirliye sofralar, içkiler, mezeler, hoş sohbetler, insan gücü ve mürebbiye kızlar sunması beklenir ama şehirlinin köyden ve köylüden beklentileri burada da sona ermez, çünkü gündüzün mürebbiyelerinden geceleri odalık hizmeti vermeleri de istenir ve bu hizmet gönüllü verilirse —ki alt tarafı gönüldür, yapılır— daha iyidir.

    şehirlinin köylü üzerinde tahakküm kurmak için kullandığı aygıtlar ise bir isviçre çakısını dahi kıskandırabilecek cinstendir. ekonomik güç, meslekî donanım ve kültürel birikim gösterilerinin şimdiki zamanda olup bitenleri çekip çevirmekte hantal kaldığı yerde önce kudret gösterisine başvurulur: sözde "akıllı", özde "akılsız" dalkavuk köylü babaların hor gören bakışları altında şehirli necati'den rakının da etkisiyle kendi onurunu ayaklar altına almak pahasına dolaysız bir dille iş isteyen ve bunu yalnızca kendini değil, ailesini de kurtarmak, oğlunu okutup sevgi-saygı görmek adına yapan veysel'in bu ısrarcı teklifsizliği, necati tarafından, şevket ve muhtarın çıplak gözle seyredebileceği bir kudret gösterisinin sahnesinde şehrin soğuk duvarlarına toslar. ilk perdesi veysel'in sofradan kovulması ile kapanan "burjuva ahlakı" oyununun ikinci perdesinde ise bu defa sahnede "merhamet gösterisi" vardır: kudret gösterisi sırasında dinsel huşu duygusunun korku yüzüyle göz göze gelen şevket ve muhtarın temsil ettiği "akılları kontrol altına alınmış" köylülerin gönülleri, "akıl kuklacısı" necati'nin «ayıp ettik, adam alt tarafı iş istedi, iş istemek ayıp mı?» demesiyle birlikte bu defa huşu duygusunun vecde varan saygı tarafıyla dolup taşar.

    tüm bu gösteriler boyunca herhangi bir duyguya kapılmayan yegane kişi ise gösterinin biletsiz katılımcısı veysel'dir. akıllarını necati'ye satmış bulunan şevket ile muhtarın tabiriyle "yarım akıllı" olan veysel'in aklının yarısı gerçeküstü bir yerlerde kaybolmuş gibi görünse de onu "yarım akıllı" diye anılıp hor görülmeye iten temel sebep, bu yarım aklının diğerleri tarafından kontrol edilmesine müsaade etmemesidir. akıl ve akıl dışı ikiliğini deliliğin tarihsel teşhisinden psikiyatrinin icadına ve ötesine dek araştırıp tartışan michel foucault'nun da ortaya koyduğu gibi "deli", kapitalist düzende, «üretim karşısında, aile sistemi karşısında, söylem ve oyun karşısında dışlanan ve muaf tutulan» bir konumdadır ve daima azami faydayı hedefleyen böylesi bir düzende «delilerin toplumsal bütünlüğün içine dahil edilmesi düşünülemezdir.» bu yüzden de «onlara ihtiyaç yoktur.»

    sosyal sınıflar, hatta toplumsal cinsiyet yönünden dahi hikâyenin aslında en edilgen karakteri olarak tanınan, sadece işe yaradığı ölçüde ihtiyaç duyulan veysel ise, kayınpederi şevket'in bitimsiz hor görüsüne, muhtarın dışlamasına, necati'nin aşağılamasına, buraya kadarki üçlünün fiziksel şiddetine ve hatta aslen kendisinden değil de necati'den olan oğlunun annesi reyhan'ın tecavüzüne dahi maruz kalır. tüm film boyunca diğer hiçbir karakterden hiçbir gerçek sempati göremeyen veysel'in "yarım akıllı" oluşu ise köydeki mevcut şartlar hiç söz konusu edilmeksizin yalnızca "kendisi gibi yarım akıllı olup kendisini köyün girişindeki ağaca asarak intihar eden" babası ile açıklanır. ki, bir şehirliyle konuşurken diğer köylüler gibi dalkavukça davranmayı "akıl" edemeyen, bunun aksine tıpkı william shakespeare'in kral karşısında dahi dilediğince konuşmalarına müsaade edilen soytarı karakterleri gibi "kontrolsüzce" davranan veysel de babasıyla aynı sonu yutkunur. "akıllı şehirliler" ile "akıllarını satmış köylüler" arasındaki alışverişe asla dahil olamadan intihar eden "yarım akıllı" veysel'in son sözü ise yaşamdan ve yaşamındakilerden tüm beklentisinin bir keşkesi olur:

    «keşke beni hor görmiyeydiniz...»

    veysel'in de babasıyla aynı daldan aynı ölüme sarkmasına sebep olan "hör görü", köylü aklının bir kurşunuyken, bir diğer kurşun ise şehirlilere satılmış köylü aklının dalkavukluk gösterisi içinde günden güne ölümcülleşen bir basiretsizliğin namlusundan çıkar. kendisini akıllı sayan köylü babasının bir fıkrayı dahi "x demekle" anlatamadığı sıralarda hanenin günlerdir doktora götürülmeyi bekleyen ortanca kızı nurhan son nefesini verir ve hızla karlar altında kalan köyde artık doktora ve fıkraya gerek kalmaz.

    ________________________________________

    kaynakça

    • "kültür ve demokrasi" (1996), bozkurt güvenç. [köy-kent kültür ayrımı üzerine.]
    • "iktidarın gözü" (2003), michel foucault. [delilik üzerine.] [çev: ışık ergüden.]
    • "twelfth night" (1602), william shakespeare. [açık sözlü soytarı örneği feste için.]
  • dün itibariyle sinemada izlediğim film gibi film. salonda toplam beş kişi vardı. bu belki yapımcıyı, yönetmeni üzüyordur ama beni mutlu ediyor valla. kusura bakmayın sevgili yönetmen telefonuyla oynayanlar, haşur huşur mısır yiyenler, konuşanlar olmadan film izlemek benim de hakkım.
    gelelim filme. sevgili emin alper'in diğer filmlerini de izlemeliyim mutlaka. öncelikle onu belirteyim. adamın dili çok güzel. hiç kasma yok, her şey doğal akışında ilerliyor. sen gerçekten izleyici olarak kalıyorsun, yönetmen veya yapımcı kimliğine bürünmüyorsun. tatlı tatlı bir hikaye anlatıyor ve senin kafanda hikayeye kurduğun görüntüleri adam film yapmış.
    yalnız görseller de harika. neredeymiş o köy ya bilen haber versin.
    birazdan minik bir spoiler gelecek. efenim, izlemeyenler ona göre davransın.
    --- spoiler ---
    şu kazan sahnesi kafama takıldı. reyhan'ın başından geçenleri havvaya anlattığı sahne. ocağın başındalar ve görüntü kazana odaklanıyor. reyhan anlattıkça doluyor sanki kazan. sırlar dökülüyor, hiç anlatılmaması gerekenler çıkıyor gün ışığına. sonra veysel geliyor. o hırsla kazanı kurcalarken dökülüveriyor kazan. o günahlar yüzünden dünyaya gelen gökhan günah dolu kazanla siliniyor dünyadan.
    nasıl geldiyse öyle gidiyor sanki. bir günah çıkarma sahnesi gibi geldi bana. kafayı yemiş de olabilirim tabi.
    --- spoiler ---
  • (bkz: tepenin ardı /@hanging rock) ve (bkz: abluka /@hanging rock) filmlerini çok beğendiğimiz emin alper'in son filmini de ürpererek izledik.

    unutulmuş köye ulaşan yılankavi yollar, sık ağaçlıklar, üst üste binen kayalıklı dağlar, göçük maden, nerden belireceği belli olmayan mezarlar, karlı gecenin üstüne düşen ve masalsı atmosferi tekinsiz bir manzaraya çeviren ay ışığı, ışık-gölge oyunları... doğadaki görsel ayrıntılar izole genç kız kardeşlerin travmatik yakın geçmişini anlamak için birer alegoridir aslında.

    herkesin akıl danıştığı baba imgesi esasen masalın anlatıcısıdır ve film de onun sözüyle kapanır ama tıpkı masalların gerçeküstü âlemlerinin arkaplanından bihaber minikler gibi o da esasen olan-bitenden, kızlarının yaşadığı felaketlerden, olası tecavüzlerden habersizdir. belki de her şeyi bastırmakta, yok saymaktadır. tıpkı yaşanan onlarca kadın tecavüzü ve cinayetine sessiz kalan iktidar ve şer odakları ile yozlaşmış medya eskileri gibi.

    bu minvalde filmi günümüz türkiye'sinin taşradaki alegorisi olarak okudum.
  • artvin yusufeli ilçesine bağlı morkaya köyünün derebaşı (havger) mahallesinde 2017'de çekilmiş filmdir.
  • bu filmdeki köyde kurulan sofra sahnesi ve necati bey ile veysel muhabbetini defalarca izlesem de sıkılmam. tüm oyunculukları beğenmekle birlikte özellikle veysel ve nurhan'ın performansını muhteşem bulmuştum.
  • bir koyden neredeyse tum ortadogu cografyasini, avrupa'yi ve turkiye'nin ic dinamiklerini anlatan film.

    besleme verilen, besleme verildikleri icin birilerini suclayan, besleme verildikleri yerde huzursuzluk cikaran, fakat yine de en iyi ihtimalle ikinci sinif olacak olsalar bile daha iyi bir yasam umuduyla besleme verilmek icin birbirleriyle kiyasiya cekisen, bu arada da dogduklari koyu ve koyde kalanlari tiksinti seviyesinde bir duyguyla oteleyen insanlar...

    ve bu insanlari besleme alan, sozumona saygideger, iyiliksever, medeni ama koye her bulastiklarinda koyun huzurunu bozan, koydeki insanlara tiksinti seviyesinde bir duyguyla tepeden bakan diger insanlar...

    ve daha suphede kalan pek cok sey.
  • oyunculuklar, görüntü, emin alper'in küçük bir rolde oynaması filan çok güzeldi.

    --- spoiler ---

    filmde müthiş bir kısır döngü alegorisi var; şehre gidip şehirden geliyorlar, köyün delisi sürekli takla atıyor, reyhan istenmeyen bi' çocuğa hamile kalıyor çocuk ölünce tekrar istemediği bir çocuğa hamile kalıyor, veysel'in babası kendini asıyor veysel de kendini asıyor. bu daire olgusu çok hoşuma gitti. taşrada bütün kaderler birbirine benziyor.
    --- spoiler ---

    "köylüleri niçin öldürmeliyiz?
    bu sorunun karşılığını bulamıyorum
    içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz
    köylüleri öldürmesek de olur
    hatta onların kalın suratlarını
    görmezlikten gelebiliriz."
    ismet özel
  • bazı eksiklerine rağmen neden iyi bir film anlatmak isterim. belki biraz spoiler içerebilir. ona göre okuyalım.

    emin alper, tepenin ardı'yla kurduğu yapıyı ısrarla sürdüyor bu filmde de, emin alper sineması budur dedirtmek için. kendi dil birliğini oluşturmaya çalışan bir yönetmen olarak bu gayet anlaşılır bir tutum. aşağı yukarı 3 filminde de aynı yapıyı kuruyor. sinik alegorik anlatısının içinde bu ülkenin (orta doğu) neredeyse tüm dertleri var. tepenin ardı bu noktada en temiz ve güçlü filmi. özellikle ''kürt meselesi'' özelinde düşmanın kim olduğu vurgusu anlatılarının temelini oluşturuyor. kız kardeşler ilk iki filmden politik diskuruyla ayrılıyor. daha genel, daha yerel, taşra merkezli ama nihayetinde evrensel trajedinin örüntülerine sahip (benzer coğrafyalarda ayni hikayelerden çok var maalesef) bir yapıya sahip.

    bu filmin senaryosu çağan ırmak'ın eline geçse ne olurdu diye bir düşünmek gerek öncelikle. ben söyleyeyim; vıcık vıcık bir istismar romansı izlerdik. izleyicisinin ensesinden kedinin ensesinden tutar gibi tutan bir burjuva sinemacının objektifinden sömürünün en hesaplı, en didaktik, en romantik halini görürdük perdede. işte emin alper'in filmi ne anlatıyor, anlattığı şeyi nasıl anlatıyor dediğimiz mesele tam da bu.

    önümüzdeki hikaye ajitasyona, sömürüye o kadar açık bir hikaye ki, bunu bir doz arttırsa yolunu kolaylıkla kaybedebilir yönetmen ya da hikayesine biraz daha mesafeli yaklaşsa sanat filmlerimizin klasik usçuluğunun ağına düşüp, bir halt anlatmadan, anlatma beceriksizliğini entelektüel memnuniyetsizliğiyle perdeleyen hubrise yenik düşebilirdi . neyse ki tam dozunda bir film çıkıyor ortaya yönetmen. oldukça sert hikayesini, taşra estetiğinin içinde hafife almadan yer yer parodiye yakınsayan bir tonla seyreltiyor. hatta taşra estetiğinin ana mekanı olarak belirlediği o daracık evi adeta tek başına hikayenin temsili haline dönüştürüyor. ev, neredeyse tüm hikayenin merkezi olarak çatışma ve yüzleşmenin fiziki bunalımlarını, geçmişe ait yıpranmışlığı, sır saklarlığı, yüzleşme ve çözülmeleri adeta bir sandık gibi taşıyor içinde. film ev merkezinden doğaya açıldığı yerlerde nispeten gücünü yitiriyor mesela. filmin en güçlü anları, evin, neredeyse tek göz odanın içine sıkışan insanın, yani geçmişin, yani sırların yüzleşmeye tabi gibi görünüp sürekli olarak sıkışılan çemberin içinde kendi kuyruğunu kovalaması. elbet karakterler nezdinde. buradan doğaya açılan her an, her durum bastırılan şeylerin, yani duyguların havalandırılması, unutulması, ezcümle geçmişin hayaletlerinin kovalanması gibi bir anlama denkleşiyor bana göre.

    mekanın sıkışmışlığı karakterlerin içi motivasyonlarına yani düşüncelerine denk gelirken, doğayla açımlanan her an unutuşa işaret ediyor.

    kadınların toplumdaki yeri üstüne epe düşündürücü bir film çıkarıyor emin alper ortaya. taciz, tecavüz, istismar, derken , birey olarak var olamamak, konumlanamamak, sınıfsal çelişkiler arasında kol gezen kötülüğün normalliği, şehirli, okumuş, aydın, burjuva vs olarak adlandırılanın sömürü ve yabancılaşmayla kurduğu imparatorluk, klasik beyaz yaka stoikliğinden beslenen doğa özlemi, doğaya dönüş sendromu eleştirisi (ve bence çok güzel dalga geçmiş bu durumla) filmin ruhunu perdede bir güzel örüyor.

    buradaki meziyet; bunca derdin simgelerle göze sokulmadan, sarkıtılmadan, ajite edilmeden, kendini net bir şekilde ortaya koyması.

    gelelim eksiklere. 3 film için temel, ortak bir yaklaşımı var alper'in. aynı yapı etrafında farklı hikayeler gibi dursa da aşağı yukarı aynı dertleri anlatıyor filmlerinde. fakat bu film özelinde yönetmenin ilk 2 filminde ısrarla vurguladı ''tehdit unsuru'' maalesef yerine oturmuyor. hatta epey zorlama duruyor. filmin 2 filme göre daha gevşek olan çatışma dinamiğini böyle bir yolla daha sıkı tutmak, ya da kendine ait dil birliğini pekiştirmek için böyle bir seçim yapıyor belki ama bence bu seçim filme neredeyse hiç katkıda bulunmuyor. hatta finalde veysel karakterinin seçimine dolaylı bir etkisi varmış gibi bir hava yaratarak kendi dil ve estetik birliğini parçalıyor emin alper. oysa bu ''tehdit unsuru'' olmadan da karakterin eylemi pekala kendini anlatabilirdi. beri yandan filmin atmosferine sirayet eden devamlılığı olan bir gerilime zaten hizmet etmiyor bu seçim.

    ikinci olarak; nbc'nin bir zamanlar anadolu'da filminde yaratıp, kış uykusu'nda devam ettirdiği''erkek sofrası'' öykünmesi de nispeten yersiz duruyor. oralarda karakterlerin sınıfsal itki ve yönelimleri belirlenmeye çalışılıyor bariz bir şekilde ama durumun vuku bulma biçimi maalesef biraz zorlama. genel atmosfere yayılan taşra sıkışmışlığı içinde nbc esintileri olması zaten doğalken, hatta yer yer taşra meselesini nbc'nin entelektüel bariyerlerini aşarak daha gerçi kıldığı anları hem de sadece evin içinde yakalamayı başarmışken keşke hiç o toplara girmeseymiş yönetmen.

    kısacası iyi bir film kız kardeşler. dilini, sinemasını tanımlamaya çalışan bir yönetmenin taşra hallerini anlatma isteğini en azından öykü ve estetik bakımdan farklı noktalara taşıdığı, ama hala ilk filmi tepenin ardı'nın kusursuz yapısının etkisinde olduğunu da gösteren bir film. umarım tekrar etmekte beis görmediği bazı kavram ve durumları kullanma isteğinde ısrar etmez emin alper. ya da onları daha işlevsel kılacağı fikirleri üretmeye devam eder. zira zaten iyi bir yönetmen ve senarist olduğunu, saçma sapan sanat filmleri çeken, dandik, entel yönetmenler gibi bir düşüş, geriye gidiş yaşamayacağını izleyicisine çoktan ispatladı. bundan böyle dil birliğini pekiştireceği ama yararsız alışanlıklarını azalttığı muhteşem filmleri daha çok çekmesi dileğiyle.

    ne yapıp edip gidin ve görün kız kardeşler'i. sanat sinemamızın içler acısı halini gördükçe böyle kıymetli filmlerin değerini daha iyi anlayacaksınız.
  • bu yılın kesinlikle en iyi filmi, hiç abartmadan söyleyeyim benim en sevdiğim on türk filminden de biri oldu.

    gelgit akıllı çoban veysel en başta olmak üzere, üç kız kardeş de, babaları da, doktor da, hatta köyün delisi taklacı kadın da dahil olmak üzere hepsi çok iyi çizilmiş ve çok iyi oynanmış karakterler. konu iç burkucu, senaryo eksiksiz, görüntü yönetmenliği ustalıklı, ışık ve ses tasarımı harika. hele o tekinsiz klasik müziği ve filmin sonundaki o duygulu azeri ninnisi yok mu.. sırf bu müzikler bile filme zamansız bir hava vermekte mahirler, ki yönetmen de bunun kendi bilinçli isteği olduğunu belirtti.

    artvin yusufeli'nin tablo kadar güzel ve çarpıcı dağ köyü havger'de çekilen, efsanevi iranlı yönetmen abbas kiyarüstemi'nin ''rüzgar bizi götürecek''ini ve nuri bilge ceylan'ın ''çehovyen'' filmlerini anımsatan kız kardeşler, genç ve başarılı son kuşak yönetmenlerden emin alper'den, ''üç namkör kız kardeş''in nezdinde, dikkatini sınıfsal eşitsizliğe ve cinsiyet ayrımcılığına yöneltmiş, dokunaklı ama duygu sömürüsü yerine tatlı bir mizahı da eksik olmayan, çok iyi oyunculuklarıyla, etkileyici atmosferiyle ve sağlam görselliğiyle metaforik değil gerçekçi bir taşra masalı.

    zeyl: çoban veysel'e ''görünen'' iki eşkıyadan biri de, yönetmenin kendisinden başkası değil.
hesabın var mı? giriş yap