• daha ufak bir çocukken okuduğum bir hikaye, detayları ile olmasa bile, hala aklımda. mezkur hikayede anne solucan, yavru solucanı delikten çıkarmış, gezdiriyor. işte etrafı, hayatı, tehlikeleri falan öğretiyor. az ilerde duran sarı bir civcivi gösteriyor anne solucan:
    "bu şey, dünyadaki en tehlikeli yaratıktır. tam bir canavardır, acımasız ve yırtıcıdır. onu gördüğünde, mutlaka kaç ve saklan." aynı gezide, karşılarına aslan çıkıyordu. aslan hakkında soru soran yavru solucana annesi:
    "bu hayvan, bu dünyadaki en uysal, en tehlikesiz, en kendi halinde, en sakin hayvanıdır. ondan korkmana hiç gerek yok." diyordu.

    kimlik, her daim bizden içeri olana değil, bazen bizden dışarı olana da içkindir. kendi başınalığımızdan ziyade, muhataplarımızın "kim" olduğu ile de belirlenir kimliğimiz.
    (bkz: bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim)

    salt arkadaş ile de değil, düşmanlarımız ile de kimliğimizin hudutları çizilir. korktuklarımız kadar korkuttuklarımız, sevdiklerimiz kadar nefret ettiklerimiz kaçtıklarımız kadar kovaladıklarımız, yakın durduklarımız kadar uzak durduklarımız da yani kabul ettiklerimiz kadar reddettiklerimiz de belirler kimliğimizin sınırlarını. tertemiz bir kağıda çizdiğiniz şekle kimlik diyorsanız, o şeklin işgal ettiği temiz yüzeyin geri kalanına da kimlik demeniz yerindedir. kimlik, ne olduğumuza dair bir beyan olduğu kadar, ne olmadığımıza dair de beyandır.

    tam da bu nedenle, genellikle kimliğimiz ile ilgili arayışlarımızın, mücadelelerimizin, kavgalarımızın, inşalarımızın, yıkımlarımızın ve söylemlerimizin muhatabı kimliğimizden dışarı olanlardır, kimliğimizin hudutları dışında bambaşka kimlikler inşa etmiş olanlardır. kimlik, bir kendi kendinelik halinin değil, göz gözelik halinin ifadesidir. yaralandığımız yeri kimliğimiz belliyorsak, yaralayan birileri vardır diyedir.
  • insanın ne ise o olmasıdır.

    “kendi halinde, sıradan, öylesine bir 'ayı' olan ayı, her ayı gibi kış geldiğinde mağarasına çekilip kış uykusuna yatar. çok geçmeden yaşadığı ormana bir sürü adam gelir; planları, projeleri, aletleri ve makineleriyle birlikte. gece gündüz çalışıp tüm ormanı dümdüz ederek devasa bir fabrika kurarlar. üstelik, kış uykusuna yatan ayı’nın mağarasının tam üzerine…

    bahar geldiğinde ayı kış uykusundan uyanır, mağaradan çıkar. gördüklerine inanamaz, orman yok olmuştur ve ayı’nın nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktur. aradan geçen bir kış mevsiminde yaşam alanını, ait olduğu yeri kaybetmiştir. ama henüz başlayan hikâyede, daha önemli bir mücadelenin içinde bulur kendini. harıl harıl çalışan bir fabrikanın tam ortasında öylece şaşkın şaşkın dururken ustabaşı çıkagelir. ayı’ya hemen işinin başına dönmesini söyler. doğal olarak ayı, burada çalışmadığını, bir ayı olduğunu söyler ve hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşır:

    “sen bir ayı değilsin. iyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın tekisin.”

    bu cümleyi defalarca duyacaktır ayı. ustabaşı onu genel müdür’e götürdüğünde, sinirlenen genel müdür onu üçüncü fabrika müdürü’ne götürdüğünde, daha da çok öfkelenen üçüncü fabrika müdürü onu ikinci fabrika müdürü’ne götürdüğünde ve ikinci fabrika müdürü öfkeden deliye dönüp onu birinci fabrika müdürü’ne götürdüğünde… ayı “sadece bir ayı” olduğunu söyler ve her seferinde daha büyük ve daha süslü bir makam odasında, bir öncekinden daha da öfkeli bir üst yetkiliden hep aynı cevabı alır: “sen bir ayı değilsin. iyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala adamın tekisin. “nihayet müdür’ün katına çıkarılır. ayı müdür’e anlatır derdini. müdür diğerlerinden daha sakin bir tutum benimser, ama ayı’ya bir ayı olmadığını “şüpheye yer bırakmaksızın” kanıtlamaya karar verir. hep birlikte hayvanat bahçesine giderler. müdür, hayvanat bahçesindeki ayılara sorar. kafesteki ayılar, daha da şaşırtıcı bir şey söylerler: “hayır, o bir ayı değil. ayı olsaydı sizinle birlikte kafesin dışında olmazdı. bizimle birlikte kafesin içinde olurdu.”

    ayı, “ama ben bir ayıyım,“ demekten vazgeçmeyince bu kez hep birlikte sirke giderler. müdür sirkteki ayılara sorar. “hayır, o bir ayı değil. ayı olsaydı tribünde sizinle birlikte oturmazdı. kafasında çizgili kurdeleli küçük bir şapka, elinde bir balon, bizimle birlikte bisiklete binerdi.”

    müdür, ayı’nın bir ayı olmadığını “şüpheye yer bırakmaksızın kanıtlamıştır(!), sonuçta ayı, fabrikada bir makinenin başında bulur kendini. bir sürü adamla birlikte aylarca çalışır. bir gün fabrika kapanır. ayı yapayalnız kalır, gidecek bir yeri yoktur ve tekrar kış gelmektedir. mağaraya çekilip kış uykusuna yatma zamanının geldiğini bilse de yapamaz. kendisine dayatılan kimlik, bir kürk palto gibi geçirilmiştir üstüne. buz gibi havada, karın altında öylece oturmaya başlar. ayı, “iyi bir tıraşa ihtiyacı olan, kürk palto giymiş budala bir adamın” böyle bir durumda ne yapacağını bilmiyordur çünkü. donmak üzeredir. o haldeyken içgüdüsel olarak bildiği gerçek, tüm koşullanmaların önüne geçerek ayı’yı ayağa kaldırır. ayı mağaraya doğru yürür ve sıradan bir ayının yapacağı gibi kış uykusuna yatar.

    frank tashlin.
  • kimlik, günümüz insanının en büyük sorunudur. bunun bir sorun haline dönüşmesinin sorumlusu da aslında bugünün insanının -çoğunlukla ailesi tarafından- kendisine "telkin" adı altında yaptığı dayatmalardan neşet etmektedir. daha önceden, bir mühendis, bir avukat, bir doktor olduğunda insan, otomatik olarak bir kimliği de sahip oluyordu ve hayatının geri kalanında toplumun bu kimliğe karşı davranışı ile birey de toplum da sorunsuz şekilde yaşamını idame ettirebiliyordu. fakat bugün ise, bireyden kendi özgün kimliğini oluşturması bekleniyor ve bunu da baskın güçlü medya tarafından her gün maruz kalmak suretiyle tekrar tekrar hatırlatılıyor. bu da günümüz insanı üzerinde, özellikle bu kendi bireysel kimliğini nasıl oluşturacağına dair herhangi bir fikri olmayan insan üzerinde büyük anksiyete yaratıyor. etrafımıza baktığımızda günlük tartışmaların çok büyük çoğunluğunun aslında bu sorunun etrafında dolanan tartışmalardan ibaret olduğunu anlamamız bu tanımı yaptıktan sonra işten bile değil. örnek olarak binlercesi verilebilir fakat en basitinden "üniversitenin faydasının olmaması", "paranın mutlu etmemesi", "x meslek grubunun artık saygı görmemesi" gibi tartışmalar misal gösterilebilir.

    her toplum yeni bir düzen kurarken, kendi "yabancı"larını da yaratmak zorundadır. anlaşılır olması açısından, örneğin, liberal piyasa düzeninin hakim olmaya başladığı 1980'lerin başlarında, sosyalist, komünist ya da kısaca anti-kapitalist düşünceye sahip olanların hepsi bir anda liberal toplum değerlerinin yükselmeye başladığı o yeni toplumda birer yabancıya dönüştüler. bu yeni düzen tanımı yapılırken, "yabancı" yaratımı ile beraber bir de "yan ürün" olarak, münasebetsizler grubu da türemek zorundadır. bu münasebetsizler grubunu da tanımlayan en güzel ifade, daha henüz kuruluş aşamasındaki o yeni düzenin yeni sınırlarını, yeni çizgilerini o yeni düzenin bir neferi olduğunu iddia ederek bulanıklaştıran ekstremist herkesin oluşturduğu bir küme olarak verebiliriz. bunu da yine bir örnek verecek olursak, bireyciliğin ön plana çıktığı bugünlerde canlı yaşamına saygılı davranmanın da peşinden bir erdem olarak çıkageldiği bu ortamda, gelişmiş toplumlarda daha önceden zaten var olan fakat özellikle türkiye'de bir anda oluşuveren hayvan sevgisinin, doğal olarak sokak hayvanlarına kadar genişlemesi ve bu sokak hayvanlarının artık insan hayatını tehdit eder noktaya ulaştığı yere vardığı noktada dahi "canlı hakları" kisvesi altında, bu güzel gelişimin anlamına halel getiren davranışların türemesine sebep olan insanları verebiliriz. bireyciliği ve peşinden tüm canlı haklarını savunurken, bireyin haklarını tehlikeye düşüren hale dönüşüp tüm dönüşümü kadük hale getirme riskini oluşturur bu insanlar ve bunlara yan ürün denilmeye başlanmıştır. bu yan ürünler halledilmesi gereken bir sorundur.

    günümüz dünyasındaki bu bireyciliğin gerektirdiği üzere bireyin sahip olması zorunlu olarak addedilen "kimlik", oluşturmanın büyük kısmı kendisini görsel olarak ifade etme tarafında buluşması, dolayısıyla da "özgür şekilde ve istediği ölçüde tüketebilen" insanın bir kimlik sahibi olabileceği inancını tetiklemiştir ve dolayısıyla, bu "özgürce ve istediği ölçüde tüketebilmenin" "insan" demekle aynı şeye dönüşmesine sebep olmuştur. yani başka bir ifade ile bireyselciliğin yükseldiği ortamda, bireylerin birbirlerinden ayırdına imkan sağlayacak bir "kimliğe" sahip olması gerektiğinden ve oluşturulacak bu kimliğin de en kolay yolunun tüketim tercihleri ile gösterilebileceğinden, bir anda "istediği gibi tüketebilen" bireyler sadece insan olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. yani tüketemeyen bireyler, anlamsız yığının bir parçasına dönüşmüştür, tüketebilenler kimlik sahibi bireylere, yani yeni çağın insanına. istediği şekilde tüketemeyenin dünyada bir iz bırakamadığı, tüketenin ise toplum içerisinde kendi yarattığı kimliği başkalarına gösterebildiği bu yeni düzende, dolayısıyla eskinin insanlarından öğüt almış, bugünün mühendisleri, doktorları ya da herhangi kişileri, kimliksiz kalma tehlikesi ile başbaşa kalmıştır.

    bu kurgulanmaya çalışılan yeni düzenin hayal ettiği nokta aslında bugün gelinen yer değildi. ilerlemenin bir göstergesi olan eskinin sökülüp atılması ve yerine yeninin konulması, eskinin bütün ikonalarının kırılıp yerine "başka yeni bir ikona koymamalıyız" anlayışı, felsefi olarak çok doğru olmasına rağmen, bu çağı anlayamayan insan tarafından tamamen başka bir yöne götürdü. her şeyin çok çabuk eskidiği, anlamların hemen kaybolduğu bir ortama fırlatıp attı bugünün insanını. insanın güvenlik arayışına da ciddi bir darbe vurdu. çünkü bu kadar hızlı değişen trendler döneminde, insanın doğal olarak belirsizlik hissine kapılmasına sebep oldu. belirsizliğin hakim olduğu ortamda da insanın geleceğe dair tasavvuru olamayacak ve böyle bir tasavvuru olamadığı için de hayal dahi kurmasını engelleyen bir ortamın gelişmesine sebep olmuşutr. hayal dahi kuramayan insanın, bir insanın belki de en önemli silahı olan, dayanma gücü veren, umut etme yeteneğini elinden alması ile darmadağın etmsitir. dolayısıyla, her an değişen trendlere kendisini bırakmış ve o an neyse trend olan, onu kabul ederek böylece en azından toplumdan dışlanmanın önüne geçeceğini düşünerek o trendi takip eden bir cenahin bireyi olmayı kabul etmiştir.

    bu etkiyi aşağı yukarı her alanda görmekteyiz. toplumsal yaşamda olan biteni aşağı yukarı anlattık. bunun yanı sıra profesyonel hayatta da benzerinin olduğunu söyleyebiliriz. mesleki kimliklerin, eski türden bir kimlik olduğunu ve bugünün bireyini yeterince tanımlayamayacağı propagandasının da etkisiyle, yıllarını o mesleği edinmeye vermiş insanın bir anda aldatılmışlık hissiyle ortada kalmasına sebep olurken, bunu bu sefer özel yaşamında da yaşama korkusu sarmıştır. çünkü eskinin ideallerinden olan, bir meslek edinip hemen ardından bir aile kurma patikası, daha başından zedelenmiştir. dolayısıyla bu da aile kavramının köküne kibrit suyu dökmüştür. aile olamayan, mecburen birey olmak zorunda, birey olmak zorunda olanın bir kimliği olmak zorunda, kimlik sahibi olmak için de ilk akla gelen kısa yol olan tüketim tarafına meyletmiştir insan. halbuki bunun görece zor ama kendisini bu anksiyeteden koruyacak bir yol olmasına rağmen, fakat bu kadar hızlı değişen trendler dünyasında meslekler tarafında yediği tokattan ötürü bir kez daha böyle uzun soluklu yatırımlar yapmayı makul bulamaz hale gelmiştir bir yandan da. dolayısıyla, olmaya karar verdiği kişi olmaya çalışırken değişen trendler yüzünden daima geride kalan insan oradan oraya savrulup duran bir hale düşmüştür.

    türkiye'de hala daha günümüzde yaşanan şeylerin çoğu kısmını anlamayan ciddi bir kitle var ve bu kitle sonsuz döngü oluşturarak birbirini zehirliyor. bir taraftan kendi kimliği olmamasına rağmen karşısındakine kimlik soran ve kendi sahip olmak istediği türden bir kimliğe sahip olmayan karşı tarafı kimliksizliği sebebiyle hor gören, o sırada kendisinin de bir başkası tarafından hor görüldüğü ve bunun kolektif şekilde biribirnı hor gören bir toplum yaratıyor oluşu, içine düşülebilecek daha ilk ve en sığ çukur olmasına rağmen, burada takılı kalındığını iyi anlamak gerekiyor. çoğunluğun gerçekten hiçbir şeye sahip olmadığı bu ortamda, karşı tarafı kabul etmek için çok fazla bedelin istenmesi doğal olarak o transaksiyonun gerçekleşememesine ve dolayısıyla bu da daha başında çoğu ilişkinin ölü doğmasına sebep oluyor. bazı noktalarda doğrultu olarak doğru belki, fakat mesnetli olma açısından özünde yetersiz açıklamaların da gayet yeterli tanımlamalar olarak görülmesi, işin ciddiyetinin hafife alınmasına sebep oluyor. bu da bugünün bireyinin bütün problemlerinin ancak tek bir çözümü olduğuna ikna ediyor kişiyi: zengin olmak. bu zengin olma çabası da aslında o hayal edilen kimliği satın alabilme güdüsünden geldiğini kaçırmasına sebep oluyor. halbuki sorunun temeli, kimlik oluşturmanın özgürce tüketmeye eş tutulduğu an olduğunu farkedememek olduğunun farkında değil bu çoğunluk.

    bunun farkında varmış insanlar da bir anda sanki bir sapan ile fırlatılan doğru kütleye sahip bir taş gibi inanılmaz hızlı yol almaktalar. bu insanları arkalarından izleyen kimlik sahibi olmayı özgür tüketim ile eş tutan kitlenin birbirinin aynısı olan kimliksiz bireyleri de bu olan bitene yine en basit açıklamayı getiriyor: şans! bu hipotez de onları mecburen şanslı olmaya itiyor. fakat buradaki sorun şu: şans kişinin elinde değildir. egzojen bir faktördür. dolayısıyla, o insan bu sefer de oturup şansın kapısını çalmasını bekliyor ve öylece durur vaziyete geçiyor. çünkü onun çözüm için kurduğu hipotezde asıl gereken şey şanslı olmak. şanslı olmak için de yapılabilecek tek şey, şansın gelmesini beklemek. ne kadar vahim değil mi? daha da vahim olanı, bu insanların aynı birer böcek gibi birbirlerinin kopyası olmaları. olaylara karşı ürettikleri argümanların birebir aynı olduğunun farkında dahi değiller ve bir şeye karşı reaksiyon verirken yaptıkları mügalatalar bile birbirinin aynısı. dolayısıyla, çok kolay kestirilebilir bir kitle oluşturuyorlar ve bu da onların çok daha kolay sosyal gettoya gönderilmelerine sebep oluyor. gettoya düşüldüğü vakit de oradan çıkmak için bir de yengeç sepetinden çıkmak ile savaş vermeleri gerekiyor. içinde zenginlik ve şans kelimelerini içermeyen ya da açıklamanın sadeleştirilip bu iki kelimeye ingirdenmediği hiçbir açıklamayı kabul etmeyişleri bir anda aslında o arayıp da bulamadıklarını düşündükleri kimlikleri haline geliveriyor.

    daha önceleri de necip okuyucu ile konu edindiğimiz, çağımızın cahilliğinin temel unsuru olan "unutma" burada devreye giriyor. yabancı kaynaklarda "unlearn" olarak telaffuz ediliyor. benim kendi kişisel düşüncem, bu bataktan kurtulmanın tek yolunun "unlearn etmek" olduğu yönünde. "unlearn" edildiği zaman, geriye dönük şekilde mazi sıralamasıyla ezbere dahi olsa "unlearn" edildiğinde birçok şey, insanın düşebileceği bu yengeç sepetinden otomatik olarak çıkmak mümkün olabilir. çünkü insan o esnada kendisini bir anda o sepet içerisinde olmadığı bir ana ışınlayacak ve o sepete girmeden önce ne yapması gerekiyorduysa onu yapabilir bir zemine geçmiş olacaktır. buradan hareketle, biraz daha seçici ünlearning ile asıl ise yarayacak şeyleri saklayıp, işe yaramayan şeyleri "unlearn" edebilirse kişi, o zaman işte belki o kendi özgün kimliğine kavuşma yolunda, yolun sonunun yengeç sepetine çıkmayan bir rotada yol olmasına imkan verebilir. bu yolculuğu esnasında da daha bilinçli olacağından, henüz varmadan yolun sonu yine yengeç sepetine çıkıyor öngörüsü ile tekrar bir "unlearn" yaparak, ta ki istediği yere varana yoluna devam edebilir. burada şunu da söylemek gerekiyor, varılacak yer değil, yolda olmak asıl güzel olan. çünkü varılacak yer aslında insanın kendisinin de bittiği andır. kendi hayatımda tanıdığım birçok insan, kendi büyük emellerine ulaşmalarına rağmen, daha sonra bir anda hayatın anlamsızlığı çukuruna düştüğünü gördüm. belki de ta başından beri yaptıkları kabulde bir sorun vardı. hayatın anlamlı bir yer olduğunu onlara kim söylemişti? kimi için hayatın anlamı olması ona iyi gelecekken, kimisi için de haytin anlamsız olması ona iyi gelecektir. fakat bu tercih, kişinin kendi tercihi olmalıdır. eğer bu tercih, sadece o sırada furya diye yapılıyorsa, bu yine o kişinin boşluğa düşmesine sebep olacaktır.

    şimdiye kadar dünyanın bir ideolojisizlik dönemi içerisinde olduğunu telaffuz etmiştik, bunun da özellikle pandemi döneminden sonra tek bir ideoloji ile değil tam da postmodernist çağın da kabul edeceği şekilde bir tür konglomerat gibi yani birçok şeyden oluşan tek bir kökten filizlenmeyen düşüncelerin oluşturduğu ideoloji terimini kabul etmeyen bir tür nebula türettiğini görüyoruz. daha hayal edilebilir analoji kuracak olursak, şimdiki çağın ideolojisinin örüntüsü, bir elma formunda ya da bir portakal formunda değil daha çok meyve tabağı formunda diyebiliriz. öte yandan çağın belirsizlik içerisinde kendisini kaybetmiş insanların kahir ekseriyetinin de ya bu yukarıda tanımladığımız "yabancı" insanlardan ya da "yan ürün" kabilinden kişilerden oluştuğunu da söyleyebiliriz. bu iki güruhu da kolayca anlayabilmek mümkündür. arta kalan, olan bitenlerin anksiyetelerini azdıran insanlar içinse yapılacakların, eski düzenin işe yarayan yöntemlerinden ziyade yeni dönemin ruhuna uygun aksiyonların takip edilmesi olacaktır. unlearning bunlardan biridir. burada konu türkiye özelinde berbat iktidar konusuna gelebilir, burada da realiteyi kabul etmekten başka çare olduğunu düşünmüyorum. ya beğenilmeyen bu yapının değişmesi için aktif rol alınacak ya da aktif rol alma niyetinde değilse birey, maça kendi akranlarından handikaplı başladığını kabul edip ona göre hareket edecek. aksiyonlarını almak için akp'nin gitmesini bekleyenlerin ömürlerinin belki de en verimli yılları tükendi. öteden beri naçizane tavsiyem olmuştur, bu tür şeyleri bahane etmemek ve türkiye özelinde, tabaktaki bu gerçekliğe göre hareket etmek en iyisi olacaktır.
  • "insanlar kendilerini soy, din, dil, tarih, değerler, gelenekler ve kurumlar üzerinden tanımlıyor. kültürel gruplarla, yani kabileler, etnik gruplar, dini topluluklar ve uluslarla özdeşleştiriyorlar kendilerini...
    insanlar siyaseti yalnızca çıkar sağlamak için değil, aynı zamanda kimliklerini tanımlamak için de kullanıyorlar. kim olduğumuzu, ancak kim olmadığımızı ve çoğu durumda ancak kime karşı olduğumuzu bildiğimiz zaman biliriz."*
    (bkz: zygmunt bauman)
  • amin maalouf'un ölümcül kimliklere kitabında dediği gibi " bir insanın kimliği, başına buyruk aidiyetlerin birbirine eklenmeleri demek değildir, kimlik bir yamalı bohça değildir, gergin bir tuval üzerine çizilen bir desendir; tek bir aidiyete dokunulmaya görsün, sarsılan bütün bir kişilik olacaktır "

    maalouf'un "ölümcül kimlik" dediği şey, kimliğin aidiyetlerden sadece birine indirgenmesidir. işte o zaman, kimlik sahibi, daha bir katı ve acımasız olur, aidiyetlerden öne çıkan üst kimliğe bürünür ve o kimlik ölümcül olur.

    maalouf şöyle devam ediyor " ...zaten çoğu zaman kendinizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi zaman bu aidiyetinizi savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersiniz, bu durumda o sizin içinizin derinliklerinde kalır, gölgeye sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlensin, ister fazla açık etmeden ya da gürültüyle ilan edilsin, kendinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur."

    bu yüzden kimliğin tamamına bütün olarak bakıp o tuvaldeki resmin güzelliğine varmak gerek.resmin güzelliğine vardığınızda kullanılan bir rengin fazlalığı ve azlığı değil bütünü değerlendirmeli insan. ve tabi herşeyden önce dönüp kendi tuvalinde renk demetlerine de bakmalı.
  • ontolojik bir tanima veya karakteristige sahip olmayan sey. tanimlanmak icin her zaman bir "öteki"ne ihtiyac duyan bir... kılıf.
  • diğerleri gibi yine enfes tespitler barındıran harika bir milan kundera romanı.
    (bkz: l'identite)

    --- spoiler ---

    - evet, korkunç, " dedi chantal, bir yaşam dramı üzerine yapılan tartışmayı, sıradan bir yemek sorununa nasıl döndüreceğini bilemez durumda.

    " sevdiği kadının fiziksel görünüşünü bir başka kadınınkiyle karıştırmak. bunu şimdiye kadar kaç kez yaşadı. hep aynı şaşkınlığa düşerek: onunla ötekiler arasındaki fark bu kadar az mı? en çok sevdiği varlığın siluetini, benzersiz saydığı bir varlığın siluetini nasıl olur da ayırt edemez?"

    "..çünkü saldırısına uğradığı bu ateş, bir süreden beri onun yabancısı değildi; o ateşe gerçek adını koymayı bir türlü kabul etmemişti, ne var ki bu kez ne anlama geldiğinden kuşkusu yoktu ve işte bu nedenle de ondan söz etmek istemiyordu."

    "..ama o, yavrusunu unutmak istemiyordu. onun, yeri doldurulamaz varlığını savunuyordu. geleceğe karşı bir geçmişi savunuyordu, zavallı küçük ölünün önemsenmemiş, hor görülmüş geçmişini."

    "bu hep böyle oluyor: onu yeniden gördüğü andan, sevdiği kadın olarak yeniden tanıdığı ana kadar belirli bir yolu kat etmesi gerekiyor."

    "..o sırada jean-marc'ın gözlerini kamaştıran güzelliği, onu yaşından daha genç göstermiyordu: hatta yaşının, güzelliğine daha da incelik kattığı söyleyebilirdi."

    "..çünkü aşkın bakışı yalnızlaştıran bir bakıştır. jean-marc, başkalarınca fark edilmez olmuş yaşlı iki varlığın aşk yalnızlığını düşünüyordu: ölümün habercisi olan hüzünlü bir yalnızlık. hayır, chantal'ın gerek duyduğu aşk dolu bir bakış değil; onun istediği, yabancı, bayağı, kösnül bakışların, yakınlaşma, seçme, sevgi, hatta incelik taşımayan, üzerine ister istemez, kaçınılmaz olarak dikilen bakışların altında boğulmak. böylesi bakışlar onu insan topluluğunun içinde tutuyor. aşkın bakışı ise onu oradan çekip alıyor."

    "özlem mi? karşısında oturduğuna göre ona nasıl özlem duyabilirdi ki? insan var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir? (jean-marc bu soruyu cevaplayabilirdi: insan, sevdiği adamın karşısında özlemle yanabilir;onun gelecekte var olmayacağını seziyorsa; sevdiği adamın ölümü, görülmemekle birlikte daha o zamandan varlığını duyuruyorsa.)"

    "-..dostluk nasıl doğdu? düşmanlığa karşı birleşme olarak doğduğuna kuşku yok; birleşme olmasaydı, insanlar düşmanlarının karşısında çaresiz kalırlardı. böyle bir birleşme bugün belki de yaşamsal bir önem taşımıyor.
    -düşman her zaman olacak.
    -evet, ama onlar bugün görülmez ve anonim nitelikte. yönetmelikler, yasalar. birileri, senin pencerenin önüne bir havaalanı yapmaya karar verirse ya da seni kapının önüne koyarsa, dostun olan biri senin için ne yapabilir? sana ancak, yine görülmez ve anonim olan biri yardım edebilir, örneğim toplumsal yardımlaşma öğütü, tüketiciyi koruma örgütü, avukatlar barosu. dostluk artık, ele tutulabilir kanıtlarla ölçülebilen bir şey değil. savaş alanında yaralanmış dostu arama ya da kılıcını çekip onu haydutlara karşı koruma fırsatı hiç çıkmıyor. yaşamlarımızın içinden, büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmadan, buna karşın dostlukları da yaşamadan geçip gidiyoruz."

    "erotizm, ticari açıdan karmaşık bir olaydır; çünkü herkes bir yandan erotizmi yaşamaya can atarken, öte yandan, mutsuzluklarının, yoksunluklarının, kıskançlıklarının, komplekslerinin ve acılarının nedeni olarak ondan nefret eder."

    "insanın hem bir çocuğu olması, hem de içinde yaşadığı dünyadan nefret etmesi olanaksız, çünkü onu bu dünyaya getiren biziz."

    "suskunluğu başkalarının gözü önünde sürdürmek zordur. ... sürekli tavana mı baksınlar? öyle yapsalar bu, suskunluklarını başkalarına sergilemek anlamına gelirdi. çevredeki masaları mı incelesinler? o durumda da suskunluklarıyla eğlenen bakışlarla karşılaşırlardı ve bu daha da kötüydü."

    "o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüğünü düşünüyorum. yaşamın anlamı, insanlar için bir 'soru işareti' değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, işliklerinde, tarlalarındaydı.
    ...
    oysa bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. çağımızın tek büyük, kollektif tutkusu."

    "-iki insanın birbirini sevmesi, kendilerini dünyadan yalıtması çok güzel bir şey. iyi de, bu baş başalıklarını ne ile besleyebilirler? dünya, üzerinde konuşulmayacak kadar iğrenç de olsa, birbirleriyle konuşabilmek için bunu yapmaya gerek duyarlar.
    -...
    -..oh, hayır hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez."

    "peki, bir dilencinin istekleri, neden bir iş adamınınki kadar saygıdeğer olmasın? umut beslemediği için, dilencinin istekleri ölçülemeyecek kadar değerli: özgür ve içtenlikli istekler."

    "..ve devimsizliği sessizliğin ağırlığını daha da arttırıyor."

    "giz, en çok paylaşılan, en sıradan olan, en çok yinelenen ve herkese özgü olan şeydir; beden ve onun gereksemeleri, hastalıklar, saplantılar, kabızlık örneğin ya da adet günleri. özül yaşamımıza özgü bu durumları başkalarından utanarak gizlememizin nedeni, bunların son derece bireysel durumlar olması değil, tam tersine, son derece ortak durumlar olmasıdır."

    "jean-marc'a o mektuplardan söz edemezdi, çünkü bu içtenlikli davranışıyla ona (kendisine ve ona), mektupların kendisine sunduğu olasılıklarla gerçekten ilgilenmediğini, kendisine gösterdiği o yitik ağacı önceden yadsıdığını hemen belirtmiş olacaktı."

    "insan, nasıl olur da hem nefret eder, hem de nefret ettiği şeye bu kadar kolaylıkla uyum sağlar?"

    "nefret edilecek bir iktidarı, kendisini onunla özdeşleştirmeksizin kullanan, kendini ondan bütünüyle ayrı tutmakla birlikte onun hesabına çalışan ve günün birinde, kendisini yargılayanların karşısında, savunma olarak, iki yüzlü olduğunu ileri sürecek olan biri."

    "evden ayrılırken, özgürlüğüne kavuşacağını düşünüyordu, ama böyle yapmakla, aslında kendini bilmediği ve denetleyemediği bir gücün güdümüne teslim etmiş oluyor."

    "konformizmin kötülük, karşılığının da iyilik olduğuna hangi yargıç karar vermiş? uyum sağlamak, başkalarına yaklaşmak demek değil mi? konformizm, herkesin aynı noktaya yöneldiği, birbiriyle buluştuğu, yaşamın daha yoğun, daha canlı ve daha ateşli olduğu o yer değil mi?"

    "..chantal onun için var olmayı sürdürmüyordu artık, bir başka yere gitmiş, bir başka yaşama geçmişti, öyle ki, ona o yeni yaşamında rastlasa tanıyamayacaktı."

    "savurduğu iri cümleler ne kadar saçma olursa, bundan o kadar gurur duyuyordu, çünkü ancak çok zeki biri, saçma düşüncelere mantıklı bir anlam kazandırabilirdi."

    "bir lokomotifin icadı, bir uçak planının tohumunu içinde taşır, buysa, bizi kaçınılmaz olarak kozmik bir füze yapımına götürür. bu mantığı, şeyler kendi özünde barındırır, başka deyişle bu, tanrının tasarladığı şeyin bir parçasıdır. insanlığı tümüyle değiştirip, yerine bir başka insanlık koyabilirsiniz, ama bisikletten füzeye doğru giden gelişimin önüne hiçbir biçimde geçemezsiniz. bu gelişmenin mimarı insan değildir; insan yalnızca bir uygulayıcıdır. hatta zavallı bir uygulayıcı, çünkü uygulamakta olduğu şeyin anlamından haberi yoktur. bu anlamı yaratan biz değiliz, tanrı; bize gelince dünya üzerindeki görevimiz o'na itaat etmek ve kendi iradesini yerine getirmesini sağlamak."

    "özgürlük mi? sefaletinizi yaşarken mutsuz ya da mutlu olabilirsiniz. özgürlüğünüz, işte bu seçimi yapmaktan ibarettir."

    "zaten çıplak, ama onlar onu soymayı sürdürüyorlar!"

    "-..çok silik bir anı bu; o da zaten bu yüzden bu cümleyi yüksek sesle söylüyor; o anıyı böylelikle daha gerçek kılacağını düşünüyor;..."

    --- spoiler ---

    bunu beğendiyseniz diğer kitaplarından da alıntılar içeren entryler için: milan kundera/ die semaphore
  • tüm varoluşun şu iki seçenek arasında yapılan tercih ile tanımlanmasıdır; verilenin muhafazası mı, yeniden inşası mı?
  • insan kendini bir kere kul olarak görmeyi bıraktı mı tarihe anlam vermeye de kalkar, çocukluk çağında yaşadıklarının kendine hükmettiğini de sanır, irade sahibi olmadığını bilmem neyin taklidi olduğunu da kafasında büyütür veya en kötüsü kafasındaki kuruntudan başka bişey ifade etmeyen düşüncelerinin kendi kimliği olduğunu zanneder.

    kimlik dediğimiz şey kendimize söylediğimiz hikayelerden başka bişey değildir. dünya hikayeler üzere kurulu olduğu için bunda yadırganacak bişey yok. sadece söylediğimiz hikayeler veya geçmişimiz bizim yönelimimizi ortaya koysa da hiçbiri kaderimiz değildir.
  • başkalarıyla olan kavgalarımızın bitiminde kendi içimize dönüp başlattığımız bir savaştır.

    her insanın yaşamı boyunca sahip olduğu 'üç' kimliği vardır.

    bunlardan birincisi : esasen kim olduğunuzdur.
    evde yalnız kaldığınızda veya sizi bir görenin olmadığı anlarda ortaya çıkan , 3. bir bakış açısının araya girmediği , insanın bir 'etki yaratma çabası' içerisine giremediği zamanlarda büründüğünüz asıl benliğinizdir. salt gerçekliğinizdir. zararsızdır. varsa da zararı kendinedir.

    bunlardan ikincisi : insanlara gösterdiğiniz taraftır.
    herkesi etki altına almak için gerçeklerin çarpıtıldığı tarafınızdır. genellikle bu tür bir piçliğe başlamak için karşı tarafı tamamiyle tanımaya çalışırlar. karşı tarafın ilgi ve alakasını , beğenilerini kavrayıp tamamen karşı tarafın kabul edebileceği bir insana bürünmek gibi piç bir değişkenlik halidir. sevgilinin yanında şair , annenin yanında masum , arkadaşların yanında küfürbaz ve komik bir insan olarak tanınmayı örnek olarak verebiliriz.

    bunlardan üçüncüsü : size yakıştırılan tarafınızdır.
    her oyunda kazanan taraf olmak gibi bir lüks olamaz tabi. anlattığım ikinci kimliğin bir kurbanıda siz olabilirsiniz. sonuçta insanlar doğar , büyür ve belli bir çevre içinde yaşar. siz kim olursanız olun daima karşı tarafın deneyimleriyle yargılanacaksınız. buna örnek olarak ; her erkeğin kadınların hepsini kaşar olarak görmesi (evet bu tür beyinsiz erkeklerden çok var.) ve her kadının erkeklerin hepsinin 'aldatacağı' gerçeğini yapıştırması gibi (kabul edin kadınlar , sizin çoğunluğunuzda böyle). birşey yapıp yapmadığınız önemli değildir. insanlar size daima geçmiş deneyimleriyle yaklaşır ve size kafalarındaki insan modelini yapıştırır. karşı tarafa göre siz her zaman her türlü pisliği yapabilecek birisiniz. bu kötü. kendimiz için kötü.

    işte bu yüzden , insanların yaşamı boyunca sahip olduğu ve savaştığı 'üç' kimliği vardır.
    en büyük çelişkilerimiz bundan kaynaklanıyor zaten.
    ve tabi ki bu yüzden hiç kimseye güvenilmez.
    ve tabi ki hepimiz 21. yüzyılın en büyük savaşının (bir 'kimlik' savaşının) faili meçhul kurbanları ya da en gaddar komutanlarından biriyiz.

    böyle böyle şeyler işte.
    usul usul 'kendi' olarak yaşamak varken nelerle uğraşıyor insanlar.
    (bkz: şeker kız kendi)
hesabın var mı? giriş yap