• edirnekapı necati bey mezarlığında yatıyor. yola yakın bir köşede halıcıoğlunu seyrediyor, asfaltın sesini dinliyor. kuru çatlamış toprak, kurumuş gül fidesi, yabani otlar var üstünde.
  • muhtesem ses. muhtesem bellek. muzip hafiz. diyapazon adam. vapor dudugu. blues brother.
  • sadettin kaynağın zannedersem "kaniye söylemeyin ama dede efendiyi bile aşmıştır" dediği zat

    a. turan alkan

    02.06.2004 - zaman

    kâni karaca’ya allah rahmet etsin; bazı gazeteler ondan “mevlidhan” diye bahsedince şaşırdım ve üzüldüm. ağacı yaprağıyla tarif etmek gibi bir şey bu. kâni bey’e mevlidhanlık sıfatı az gelir; o yaşadığı müddet zarfında türk musikisinin en büyük sesiydi; klasik tegannî tarzının belki de yegâne üstâdıydı.

    bazen kendisine refakat eden saz heyetiyle lâtifeleşmek istediğinde sesinin karar perdesini koma koma yedirerek bir başka perdeye vâsıl olduğunu ve bir süre sonra sâzendelerin “akordumuz bozuldu” diye icrâyı bırakıp akort düzeltmeye yeltendiklerini anlatırlar ki sözü edilen perde göçürme hadisesi, ancak çok eğitimli ve kabiliyetli kulakların veya elektronik frekans ölçme âletlerinin fark edebildiği bir dar aralıkta cereyan etmektedir. “kaybımız büyüktür” demek gereksiz; biz sadece müthiş bir hançereden değil, asrın en büyük kulağından ve musiki beyninden mahrum kaldık ve telâfisi de yoktur.

    gayet iyi hatırlıyorum, 1975 yıllarında bbc’den bir ekibin sırf kâni bey’den artık radyolarda bile yayın imkânı bulmayan klasik eserlerin kaydını yapmak üzere türkiye’ye geldiklerini işitmiştim. böyle bir musiki beyninden geriye kalan birkaç tane ticari albümden ibarettir ve onun kadrini bilenler, bu kadarıyla iktifâ etmek zorunda kalacaklar.

    kâni bey, “klasik” kavramının içini hakkıyla dolduran bir musiki zekâsıydı. “icrânın zekâyla ne ilgisi var” dememeliyiz. sıradan sesler, zekâ ve zekânın desteklediği birikimle musiki haline gelir. feyz ve ders aldığı hocaları itibariyle kâni bey, bugün meraklı dinleyicilerin bile varlığından ve lezzetinden haberdar olmadıkları klasik tavrın en mütebahhir icrâcısı idi. o edâ ve o tavır bugün yoktur. klasik musikimiz ne yazık ki iyi niyetli ama bilgisiz ve zevksiz koro şefleri tarafından insanı “on dakikada huzur içinde derin bir uykuya” sevk eden terapi seansları haline getirilmiş bulunuyor. klasik zevkin körelmesinde, klasik eserlerin müşterisiz kalmasında vaktiyle uygulanan kültür politikalarının derin tesirleri vardır. ülkesinin medenî birikimini gözden geçirdikten sonra “bizim klasiğimiz yoktur” diyebilen kafalar yıllarca maarifte ve yayın hayatında tesirli oldular. bu yüzden kâni bey ve onun yanına koyabileceğimiz üç–beş musiki üstâdı “gazelhan, mevlidhan” gibi sıfatlarla anılabiliyor bugün. bu ayıp bizim ayıbımızdır. zihnimizde “klasik” diye bir kalite kategorisi olmadığı için iyiyi kötüden, sıradanı sıradışından ayırt edecek bir tefrik cihazına malik olamadık. böyle bir eksiklik, haddizatında klasik değere sahip eserlere sahip olmamakla aynı kapıya çıkar; evet, o eserler yerinde duruyor ama onlara nüfuz edecek harfler, âletler, kavramlar, kelimeler, hâsılı kültür kodlarından mahrumuz. sâbâ ile segâh’ı birbirinden ayırt edecek kaç kişi var tanıdıklarınız arasında? bırakalım gençleri, otuz yaş sularında seyredenlere beş bestecinin adını sorunuz isterseniz.

    “ne aradığını bilmeyen, ne bulduğunu da bilemez” diyen adam ne kadar haklı! adamın ufku “mevlidhan”da nihayete eriyorsa ne yapabilirsiniz ki? mevlidhan, hani şu kandil günlerinde televizyona çıkan ve naklen yayın esnasında ağız ve diş taraması yaptıracak ölçüde zorlanarak sanatını icrâ eden kişiler; tâbir yerinde ise dinî musikinin sokak çalgıcıları. kimseyi tezyife niyetim yok, ufkumuzun bittiği yeri anlatmaya çalışıyorum sadece.

    “belki hâlâ o besteler çalınır / gemiler geçmeyen bir ummânda” mısrâlarını hatırlar mısınız; kâni bey, artık gemilerin geçmediği o uzak ummânlarda, varlığından kahir ekseriyetimizin hâlâ haberdar olmadığı o besteleri seslendirirdi işte.

    hâsılı efendim, “göçtü kervan, kaldık dağlar başında”
  • bu akşam katıldığım bir imam nikahı sırasında, emekli imamımız tarafından bir anısı aktarılan üstatdır aynı zamanda. nikahı kıyan hoca zamanında imamlık yaparken kani karaca bir gün izmir'e gelir ve bekir sıtkı sezgin'in de etkisiyle camiye gelip kendisini dinler. çok beğenir, kendisiyle görüşür, sonraki gelişlerinde de mutlaka ziyaret eder. bir gelişinde yaz zamanıdır. akşam mevlit okunacaktır ve kani karaca da mevlithanlar arasındadır. rahmetli karaca'nın içi yandığından olsa gerek, hocadan bir dondurmacıya götürmesini rica eder. hoca da "sesine zarar gelir mi acaba?" diye düşünür ama herhalde ölçülü yiyecektir deyip güzel dondurma yapan bir yere götürür üstadı. üstad bir oturuşta yarım kilo dondurma yer. hoca telaşlanmıştır ama rahmetli karaca alışkın olsa gerek, tüm dinleyenleri mest ederek mevlidi okur o gece, sesinde en ufak bir bozulma olmaksızın hem de.
  • 3 ay gibi kısa bir süre içinde sadettin kaynak, sadettin heper gibi hocalarının birikimini aldığı söylenen ses üstadı. cinuçen tanrıkorur ile ilgili bir anekdot aktarmak isterim.

    bir dost meclisinde tanrıkorur ve karaca bir araya gelirler yine. çevresindekilere takılmayı seven cinuçen hoca udunu eline alır, "üstadım, biraz taksim geçelim mi?" der. sonra başlar çalmaya. mesela hüzzamdan başlar, uşşak sesinde bırakır, karaca da uşşaktan alır, bunu hüseyniye taşır. biri ud virtüözü, diğeri en iyi ses seçilmiş iki üstad, makamdan makama, perdeden perdeye gezer dolaşır. en son cinuçen hoca az bilinir makamlarda dolaşmaya başlar, kani karaca da (arkadaşımın aklında tam kalmamış ama) gerdaniye gibi zor ve de az kullanılan bir makam perdesinde bırakır. tanrıkorur udunun tellerine bir vurur ama perdeyi bulamaz. kalkar, kani karaca'yı kutlar ve "üstadım, sizi yürekten tebrik ederim." diyerek udunu bir kenara kor.

    diğer sazendeler aka gündüz kutbay'dan çok arada derede perdelerin sesini neyden alırlarmış. rahmetli kani karaca da o alengirli sesleri gırtlağı ile verecek kadar iyi bir kulağa ve ses egemenliğine sahip bir değerdi. mekanları cennet olsun.
  • çok sevgili kâni karaca, beşiktaş vişnezade camii'nde kayınpederimin kırkını okumuş. eskiler öyle derlermiş, bizimkinin kırkını şu mevlithan okudu, diye. 50'lerin, 60'ların istanbul'unda hafızların, mevlithanların, gazelhanların kıymetini iyi bilirler, haklarını teslim ederlermiş. bilhassa üç hafız, vefat gibi hadiselerin aranılan isimleri imiş. biri kâni karaca, diğeri geçen aylarda uğurladığımız aziz bahriyeli, bir diğeri de halil ibrahim çanakkaleli...

    mekânları cennet, ruhları şâd, allah'ın rahmeti üzerlerine olsun.

    kâni karaca'nın vefatıyla ilgili şöyle tatlı bir anekdotumuz var. eşim, babasının kırkını okuduğu için, sicilyalı babası mesabesinde gördüğü marlon brando'nun mevlidini de kâni bey üstada okutmak arzusunda imiş. camii olarak eyüp sultan'ı gözüne kestirmiş; gazetelere vereceği vefat ilanına, kullanacağı fotoğrafa, yazacağı taziye mesajına kadar her ayrıntıyı hayal etmiş. mukadderat, brando'dan üç ay evvel kâni karaca hakk'ın rahmetine kavuştuğu için bu arzusu gerçekleşmemiş.

    bendeniz, cümle sevdiklerimin ve kendimin mevlidini kâni karaca'nın okumasını isterim.
    mümkünse bülbül paşam lütfetsin, izin alıp gelsin.
  • vaktiyle konyada ikamet ederken sırf kendisini dinlemek için mevlana haftasında sema törenlerine gittiğimi hatırlarım.. nefis bi ses, duygu yüklü bi insan.. iyi ki kör.. bu boktan dünyayı görmüyo die düşünüyorum bazan.. bu adamın gastelerin ramazan sebepli para amaçlı müslümanlık kampanyasına alet edilmesi kadar ağırıma giden az şey vardır..
  • sarkicinin teki.

    yanlis anlasilma olmasin bu sozler ustadin bizzat kendisine aittir. hatta soyle soylemektedir tam olarak;

    "kani karaca kimdir diye sorarsaniz; canim sarkicinin teki..."

    bu kadar yuksekte olup da kendini bu kadar alcakta gorebilmek, tevazu'nun kanli canli tarifi olabilmek ancak boyle buyuk insanlara mahsusdur zaten.

    bir tarafta borazan gibi, boru gibi sesle daha dun bir bugun iki ortaya cikip kendini kaf daginda gorenler, bilgisayar efektinden tursu olmus sesiyle soyledigi sarkilar icin "eserlerim" diyenler, "hepi topu uc-bes notayla ne kadar farkli sey yapilabilir ki" dahiyane bilgisini verenler, kendi kendine unvan alip sahneye taht kurduranlar, "beni siz var ettiniz" diyip 50 tane korumayla gezenler, en ufak bir elestiride "sen benim kim oldugumu biliyor musun, seni mahvederim" diyen ve kendilerini her cumlede "biz sanatcilar" diye ifade edenler,

    obur tarafta sarkicinin teki, yani kani karaca.

    yukaridakilerin hepsini toplasaniz kani karaca'nin tirnaginda kir olabilir mi?

    bana gore ustad saba makamindan girdiginde havaya sogut, igde ve servi rayihalari yayilir, butun modern binalar goz acip kapayincaya kadar yikilip tum hasmet ve yorgunluklariyla eski konaklar aslinda hep kendilerine ait olan yerleri geri alir, kaybolan insanlik mevhumu geri gelir. siyah beyaz bir sukunette cumbalardan yansiyan kandil isiklari sokaga huzurlu ama tekinsiz bir his yayar. eski mezar taslari huzunle inlerken ruzgar terennume katilir. binlerce sayfaya sigmayacak hisler uyanir insanin icine. ustadin sesi sustugunda ise hersey yine soguk, gaddar, beton grisi gerceklige doner. iste bu yuzden ne zaman yesillikler icinde butun heybetiyle dikilen kosklerin kandil isigini gormek ve peri hikayeleri dinlemek istesem, ne zaman modern zamanlarin gaddar griliginden bunalsam kani karaca dinlerim.

    boyle bir kisidir kani karaca ustad,

    ama kendisine sorsaniz, sarkicinin tekidir.

    not: bizzat "sarkicinin teki" tanimini yaptigi kendisi hakkinda cok guzel bir belgesel icin; youtube adresi.
  • okurken yüzünde beliren tebessümü içinize serpen insan.
  • gun itibariyle yolculuguna son vermi$,her zaman tebessumle anilacak has dostlardan biri.(bkz: allah gani gani rahmet eylesin)
hesabın var mı? giriş yap