• patti smith anlatır, biz okuyucular izleriz:

    ''üzerimde suni ipekten beyaz benekli uzun mavi bir elbise ve hasır şapka vardı, bu benim cennetin doğusu kıyafetimdi. solumdaki masada janis joplin grubuyla birlikte takılıyordu. sağımda grace slick ve jefferson airplane ile country joe ve the fish elemanları vardı. kapıya bakan son masada jimi hendrix oturuyordu; kafasında şapkası, tabağına eğilmiş, karşısında oturan sarışınla yemek yiyiyordu. her taraf müzisyenlerle doluydu...
    orada öylece, hayretler içinde kalakalmama rağmen kendimi dışarıdan gelmiş bir yabancı gibi de hissetmedim. chelsea benim evim, el quixote benim barımdı...

    ...bir gün onların yolunda yürüyeceğimi asla bilemezdim...''

    umut aşılayan sözlerle sanki chelsea hotelinin barında oturmuş size hayat hikayesini anlatıyor gibidir patti smith çoluk çocuk'ta. samimi, akıcı ve ilginç hayatına onu seven hayranlarını da dahil ettiği, böyle bir kitaba sahip olduğum için ne kadar mutluyum sözlük ah bir bilsen.

    ''hep birinin frida'sı olmak istedim'' diyen patti smith ile robert aşkını/sevgisini gördükçe ''hep birinin, patti'si olmak istedim'' diyebilirim.
  • hayatı boyunca kitaplarla çok fazla işi olmamış bir insan olan ben, bu kitabı sevdiceğimin tavsiyesiyle okudum. ne patti smith dinledim bugüne kadar, ne de robert mapplethorpe'un icra ettiği sanat dallarından herhangi biriyle muhattap oldum. bu kitabı, bu ikilinin ortaya çıkardıkları eserleri tatmadan okudum. belki de bu sayede bu kitaptan onların sadece insani yönleriyle ilgili sonuçlar çıkardım, ruhlarını tanıdım. kitap bir ikilinin maceralarını anlatıyor, bir anı defteri en nihayetinde. ama yürüdükleri yollar, yaptıkları hatalar, verdikleri kararlar ve tercihleri bu iki insanı öylesine karmaşık ve sanatla içiçe bir hayat yaşamaya sürüklemiş ki insan iç geçiriyor "ah, aşk dediğin böyle bir şey olmalı herhalde" diye.

    özellikle son bölümünde insanın içi pek bir burkuluyor. sanki sevdiğiniz bir insana son kez veda ediyormuş gibi hissediyorsunuz. ve karakterlerle benim yaptığım kadar özdeşleşmeyi başarabilmişseniz eğer, duygulanıp gözlerinizin dolu dolu olmamasına imkan yok.

    masum, güzel bir aşk hikayesi okumak, 60 & 70'lerin havasını ve atmosferini içinizde hissetmek ve iki adet sanat aşığı insanın hayatlarını her türlü sanata adayışını izlemek için bu kitabı okuyun, okutturun efendim.
  • patti smith. ona bakınca, yıldızlara bakıyor insan. onda okuduğu her kelime, iyi bir cadının, hazırladığı bir iksire eklenen bir başka ot oluyor. ya da kurbağa bacağı. büyülüyor. büyülü bir kadın çünkü o. şair bir rock yıldızı. beyaz tenli bir kızılderili.
    robert mapplethorpe. dünyayı onun gördüğü gibi görmek, bir çoğumuzun, bugünün koşuşturmacası bol dünyasında ne yazık ki çok zor. estetik, ironi ve güzelliği, vizöründen bir kez bakarak yakalayabilen nadir insanlardan. di’li geçmiş zaman da ona hiç yakışmıyor üstelik. çünkü, zamanı hapsedebildiği kareleri var.
    işte çoluk çocuk da, patti smith’in, ünlü fotoğrafçı robert mapplethorpe’nin ardından yazdığı 2. kitap. saf bir aşkı anlatıyor. içerilerinin en güzel yerlerinde sakladıkları, sarmaladıkları sanatı dışa vurma çabasını. onca yokluğun, hastalığın ve soğuk gecelerin eşliğinde, altmışlar yetmişleri kucaklarken, biz okuyucuyu da bir kez daha büyülüyor smith’in kelimeleri.
    günümüze gelip de, bankacı yanımı da giyivermişim takım elbiselerimle birlikte. parfümüm en çok para kokuyor. 2011’in bu soğuk ama güneşli zamanlarında, işe yetişmek adına koşarken sabah olduğunda, elimde, çantamda, yakınımda, en çok da aklımda bu kitap olunca, insan daha güçlü hissediyor.
    bir döneme tanık olmak çünkü. bir dönem insanların hiçbir şeyleri yokken bu kadar özgür hissetmesi, bana umut veriyor. neye dair olduğunu keşfedemesem de, büyülü kelimelerle mutlu oluyor insan bu kitap sayesinde.
  • mina urgan'ın bir dinazorun anıları adlı otobiyografisini okuduğumdan beri en zevkle okuduğum otobiyografidir(otobiyografi demem yanlış olabilir). janis joplin her "adamım" dediğinde sanki bana demiş gibi geldi. tüm gece dans ettiği erkek, genç bir kadınla çıkıp gidince, başını sanki benim omzuma koyup ağladı. jimi hendrix'in o büyük projesinin ortada kalmasına ben içerledim. kitap, okuyan ile birebir iletişimi mükemmel sağlıyor. çeviren kişi müthiş çevirmiş.

    jack kerouac bile var ya hu. kitap, beat jenerasyonundan 68 kuşağına geçişi, 68'lilerin yaşadıklarını ve masallara konu olabilecek sonlarını müthiş anlatıyor. ama en çok, mükemmel bir ilişkiyi tarif ediyor. başlangıcındaki mucizelerinden şimdiye kadar devam eden mükemmel ötesi bir ilişkidir bu.

    şunu da yazmadan geçemeyeceğim. evet, patti smith çok azimli ve başarmak istiyor. ama çok şanslı. jersey'den trene atlayıp new york'a giderken parasının trene yetmediğini görüyor ve ne yapacağını şaşırmış bir haldeyken içinde 32 dolar olan bir cüzdan buluyor. new york'da açlıktan sürünürken iyi insanlara rastlıyor. en sonunda belkide batağa düşecekken her şeye birlikte göğüs gerecekleri robert'ı tekrar görüyor vs vs. şans sanırım azimli insanın yanında.
  • "dünyanın her yerinde insanlar kaybettikleri bir şeye yeniden sahip olma umudunu taşır."

    bir çalışma masasının bu kadar aklıma kazanacağını nereden bilebilirdim ki...

    not: okurken fonda horses albümünün dönmesine azami itina gösteriniz.
  • kıskandığım kitaplardan biridir bu kitap. kitabı gördüğüm anda şimdi kelimelerle tanımlayamayacağım kadar mutlu olmuştum. patti smith in kitabını okumak sanki bir annenin günlüğünü okumak gibi benim için. keşke biraz daha uzun olsaymış korkuyorum son sayfasına gelirim diye.
  • kitabı almak ya da okumak için kapağını görmek yeter sanıyorum. elim almaya her gittiğinde mutlaka yanımda biri, eaee çok kötü o kitap yaa, hiç sevmedim dedi. hatta en son olarak bi' arkadaşım kendisini alıp okuduktan sonra, aa güzel mi diye sorunca ı ıh, kötü dedi.
    tabiatım gereği bu kadar çok kötülenmiş, sakın alma denmiş bi kitabı acilen okumam gerekiyordu.
    sanıyorum okudukça niye sevmediklerini anladım. ne patti ne robert, kendileri gibi değildi, kafalarındaki dünyada varolamazdı. onların kafalarındaki aşk klişeydi, basit ve olması gerektiği gibi. eşcinselliği bile kabullenememiş, ötekileştirmeye yatkın bünyelerde," eşcinsel olduğunu söyleyip, eski aşkıyla böyle samimi kalmak" kadar sığ bir tasvir bile getirebilirlerdi patti ve robert için.
    kitapla ilgili bütün o bohemlik, patti'nin çocukluğundan bahsederken bile kendi dünyasını içten içe farklı tanıtmasındaki mübalağa, böyle özgür ve bu kadar bağımlı olmaları, bunların hiç biri kitabı sevmemdeki asıl sebep değil. hepsinin gerçek olduğunu bilmek, patti'yi dinleyebilmek, robert'in eserlerine bakabiliyor olmak, bunlar da değil.
    sadece o çizgilerin geçerli olmadığını bilmek için bile binlerce kere her satırını tek tek okuyabilirim. sadece ayrım olmadan, gerçek ve özgürce, içselleştirilmiş, ötekileştirilmeden, uzaklaştırılmadan, böyle ilişkilerin varolabileceğinin kanıtı olarak okuyabilirim.
    sınırsız ve saf içtenlikle dolu bazen aşk, bazen dostluklarında, patti'siz robert, robert'siz patti olmazmış.

    "patti, kimse bizim gördüğümüz gibi görmüyor."
  • okurken patti ve robert'ın derin dostluklarına şahit olmanın yanı sıra, jack kerouac, allen ginsberg ve william burroughs olmak üzere beat kuşağını, andy warholun ağırlığını, edie sedgwick'in güzelliğini ve yine patti'nin janis joplin ve jimi hendrix ile anlarını oradaymışcasına hissetiren, akıcı anlatımı ile uzun zamandan beri böylesine güzel otobiyografik çalışma görmemiştim dedirten kitaptır.

    bunun ötesinde tek eksiğin chelsea hotel günlerinden ve dönem kişilerinden bahsederken leonard cohenden sanki ısrarla ve inatla bahsetmemesi olduğunu söyleyebilirim sadece.

    --- spoiler ---
    robert: "bizim hiç çocuğumuz olmadı dedi" pişmanlıkla.
    patti: "bizim çocuklarımız çalışmalarımızdı."
    --- spoiler ---
  • iki kişinin öyküsü... patti smith - robert mapplethorpe un öyküsü....
    dostluğun, aşkın ve 68 in newyork'unun şiirsel, hüzünlü öyküsü.....

    sözlükten bu entryleri okuyan ama henüz kitabı okumamış kişi için;
    kendine bir güzellik yap; al bu kitabı, fona horses albümünü aç...
    andy warhol, rimbaud, janis, jim morrison, chelsea otel, 68 ler eşliğinde bir yolculuğa çık...

    inan çok keyif alacaksın.......
  • patti smith'in 60ların sonu, 70lerin başı new york'unu, robert mapplethorpe'u, chelsea hotel günlerini anlattığı, kendi seçtiği fotoğraflarla bezeli, ne aşk, ne rock, ne sanat, ne politika kitabı.
    içimi bunun gibi (kadar değil) coşkun ve sersemletici duygularla dolduran çok az şey okudum daha önce. en özel sevdiklerime hediye etmek istediğim yegane şey şu aralar..
    özgün adı just kids.
hesabın var mı? giriş yap