• para kazanmak icin ciktigi turnesinin turkiye ayaginda sahne alan, kuresel koyumuzun postmodern ikonlarindan pop(uler) star. hayranlari onu gormek(ben entrylerin yalancisiyim, dinlemeye gidiyorum diyeni okumadim) icin konser alanini hincahinc doldurmus. insanlar birbirini eziyormus. ona dokunabilenler, imza alanlar kimbilir ne kadar mutlu olmustur. konserin repertuari en onemsiz konu ki kimse ne konusuldugunu yazmiyor.

    hafizam beni yaniltmiyorsa adnan adivar'dan, yine hafizam beni yaniltmiyorsa bir alman yazarin, elbetteki hafizam beni yaniltmiyosa kuzey afrika'daki bir gozlemini okumustum. bu alman, kuzey afrika'da bir atla yolculuk sirasinda bir irmagin kenarina geldigini, atiyla dibi gorunmeyen bu irmagi gecmeye once tereddut ettigini, sonrasinda cesaretini toplayarak irmagi gecmeye karar verdiginde suyun atin bilegine bile ulasmadigini anlatir. suyun dibinin gorunmemesi derinliginden degil bulanikligindanmis meger. "aklima alman felsefesi geldi" demis o alman. bazi postmodern dusunurlerin cagina erseydi, alman felsefi'ne bu haksizligi etmezdi.

    anlamadigina daha cok inanan bir cografyanin cocugu oldugumdan ben de yillar boyunca "onemli seyler soyluyorlar" zanniyla bu postmodern seyhlerin kavramlari onunde diz coktugumu, ne dediklerini anlamaya calistigimi itiraf ederim. elbetteki bugun de dogru buldugum, orijinal buldugum tespitleri de vardi.(gerci ayni azimle serdar turgut metinlerini okusaydim, o'nun bile ne demeye calistigini anlayabilirdim) ancak bu adamlarin gordugu bu mistik saygi, bu hayranlik, bu kutsama gercekten de artik komik boyutlara ulasti. kendileri simulasyona donustu bu adamlarin. filmlerde oynuyorlar, klip cekiyorlar, kitaplarina artistik pozlar veriyorlar, dunyanin en onde gelen universiteleri bunlar icin keselerinin agzini acmis durumda. nasil olsa "sahici" bir sey soylemelerini gerektirmeyen bir dinleri(hermeneutic axiom), zamana ve mekana gore istedikleri yone kivirma imkani veren muglak kavram coplugu, dilsel bir ishale yakalanmiscasina surekli yenisini urettikleri kavramlarini birer muska gibi boyunlarina asan benim de uzun sure aralarinda oldugum "bilmeyi, cok malumata ya da kavrama sahip olma" sanan, murit olmaya dunden hazir bi hayran kitlesi var. bilincin yine kendini bir tur guzellik olarak seyrettigi bir aynaya donusmus bu kavram/dusunce yapisinin sahiplerinin, "grand narrative'leri cizdim, discourse'lari grand stories'leri dagittim, paradigmalari ayagimin altina aldim" naralari arasinda kendi dusuncelerini herseyi aciklama konumundaki bir tur metanarrative'e donustururkenki paradoksuna cok da takilmayip, insan dusunurken hatali sonuclara ulasabilir anlayisiyla kabullenebiliriz. ama postmodern dusunur(!)lerin en azindan bazisinin, insancil bir kayginin soylu bir sancinin urunu olan "tefekkur"un sayginligina artik cidden zarar verdikleri de acik. soylediklerinin anlattiklarinin bir kisminin rasyonel olmasini bi kenara birakirsak, genelde bize dusunuyormus gibi yapip dusunmemeyi, yapi bozuyor gibi yapip hicbirseyi degistirmemeyi, anarsist gibi gorunup gidisata mudahil olmamayi telkin ediyorlar. biz de onlara uyup anarsistmis gibi, dusunurmus gibi, anlarmis gibi yapiyoruz.
    birseyler soyluyormus gibi yapip bizi de buna inandirip ama hicbirsey soylemeyen matrix'in baudrillard'dan esinlenmis olmasi elbetteki sasilacak birsey degildir(filmi sinema ya da seyir zevki acisindan degerlendirmiyorum)
    hem mevzuya boyle dalmisken hizimi alamayip kendilerine postmodern diyen zevatin en azindan onemli bir kismina postmodern degil neomodern olduklarini bir kez de ben ukelalikla hatirlatiyorum. postmodernligi modernizmin kokunden reddi gibi gosteriyorlarsa o yeni birsey degil. onun onceden yapilmisi aha surda(bkz: nihilizm)
    herkesin kendi urettigi kavramlari kutsallastirmasi, kendi elleriyle yaptigi puta tapmasi ise modernizmin eski caglardan devsirerek devam ettirdigi en onemli geleneklerden. o da yeni degil. sonra bunlarin modernizmi parcalarken kullandiklari araclarin cogu da dogal olarak modernizmin araclari. aslinda hala devam eden modernizm bir gun gercekten asilirsa en cok da bu tur sarlatanlar ekmeksiz kalacak gibime geliyor. takipcileriye beraber kavram uretip satan birer cokuluslu sirkete donusmus durumdalar nerdeyse. beddualiyiz, ilginc zamanlarda yasiyoruz! yakinda baudrillard marka parfumler, derrida marka iccamasirlari cikarsa sasirmayacam zaten, kendimi buna hazirladim.

    bu noktada farkettim ki konuyu uzattikca ben de onlara benzemeye basladim. baslangictaki samimi elestirel tavrimin, sonlara dogru, keyif aldigim ne kadar tadini cikarsam kar laubaliliginde ikiyuzlu bir eglenceye donustugunu siz de farketmissinizdir. postmodern tavira dusman olmadigimi da gostermek icin konuyu bir sonuca baglamaktan ozellikle kacinarak, unlu dusunurlerimizden 'sinemaci latif'in oglu veli'nin "yapibozum elestrisini" one surerek kendi yaklasimimi suracikta muallakta birakiyorum;
    "olaa duvari yikip priketleri kirmislar... ulan hadi duvari yiktiz, kiremitleri niye kiriyorsuz, insan tekrar priketlerden duvari orer"
  • gerçek dünya ile imgeleri arasında ayırım yapma becerisine sahip olmadığımız bir ortamda olduğumuzu ve böyle bir ortamda eleştiri gücünün de yitirilmiş olduğunu öne süren düşünür.

    aslında günümüzde sosyal medyanın insanlar üzerindeki etkilerini ürettiği doğru tahminlerle tespit edebilmiş olan zamanının ötesinde kişidir.
  • “biriyle karşılaşmamanın tek yolu onu izlemektir.” (baudrillard, s; 161)

    kendimizle karşılaşmamak için kendimiz–miş gibi olanı, kendi simülasyonumuzu izliyor, takip ediyoruz.
    sahte kendilikler arasında boşuna kendi izimizi arıyoruz.
    bir izimiz, bir gölgemiz yok artık. “gerçekleri izlediniz” diyen tv karşısında izlerini, gerçekliğini yitirmiş sayısal “ben” leriz.
    kendi benliğimizi yaşadığımızı sanıyor, yeni teknolojilerin bize uygun gördüğü role, kimliğe bürünüyoruz.
    bunun da gerçek kendimiz olduğu fikrine kapılıyoruz.

    oysa;

    artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz.

    artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz.

    artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.

    ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz.

    (baudrillard, s; 169)sayısal benlikler… / baudrillard
  • "ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu."
  • 6 mart günü aramızdan ayrılan düşünür, yazar. gerek içinde yaşadığımız dünyayı gerekse sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızı bizlere yadırgatan ve böylece hali hazırda olanın, ‘olması gereken’ olmadığını gösteren sarsıcı üslubu ile hep hatırlanmaya devam edecek.

    baudrilard’ın, yaşamı boyunca verdiği tüm eserlerinde ortak olan bir tema varsa bu da bugün gerçek olarak algıladıklarımızın, üzerine anlam yüklediğimiz değerlerin, bağlandığımız kimliklerin ve aidiyetlerin mutlak ve ebedi olmadığı fikriydi. elbette, bu fikri ilk kez dile getiren baudrillard değildi. nietzsche’den heidegger’e, foucault’dan deleuze’e uzanan tüm bir yapısalcılık sonrası eleştirel kuram, baudrillard’ın düşüncesi ve yazınına damgasını vurmuştu. baudrillard’ın tüm bu adı geçen düşünürlere katkısı ise bu kuramsal eleştiriyi, gelişen teknolojiyle kurduğumuz ilişki üzerinden yeniden düşünmesi ve böylece bizleri gündelik tecrübelerimizi sorgulamaya davet etmesi oldu.

    baudrillard’ın bu yönde verdiği şüphesiz en çarpıcı eseri, başyapıtı olarak da kabul edilen simulakrlar ve simülasyon kitabıydı. fransa’da henüz 1981’de yayımlanan bu eser, dilimize ancak 90’ların sonunda ve maalesef baudrillard’ın görüşlerini anlamayı imkansız kılacak derecede yetersiz, eksik ve yanlışlarla dolu bir türkçeyle çevrildi. baudrillard’ın ölümünün ardından mutlaka yeni ve özenli bir çevirisinin yapılması gereken bu önemli eserinde yazar, simülasyon metaforunu, içinde yaşadığımız ve gerçek olduğuna sonsuz bir inanç beslediğimiz dünyayı bize yadırgatmak için ortaya atıyordu. zira, gerçeklik ile kurgu arasındaki sınır çoktan yıkılmış, dolayısıyla inandığımız anlamlar ve değerlere referans olarak vereceğimiz ne bir gerçeklik ne de bir köken kalmıştı. yazar, 1995’te kaleme aldığı sonraki eserinde, gerçekliğin katlini kusursuz cinayet olarak adlandıracak ve böylesi bir cinayete kurban giden gerçekliğin ve kurguların hayaletinin tekrar tekrar her gün birer yanılsama olarak bize geri döndüğünden dem vuracaktı. televizyon, reklam, sinema, moda ve eğlence endüstrileri yoğun bir biçimde kurgusal bir evreni, simülasyonu, tekrar ve yeniden üretmekteydi. her gün maruz kaldığımız enformasyon bombardımanı, anlam ve değere dair ne varsa silip süpürüyordu. tüm alışkanlıklar, aidiyetler, kimlikler ve anlamlar her geçen an biraz daha hız kazanan bir yapı bozumuna uğruyordu. farklı siyasi parti ve görüşlerin gitgide ayırt edilemez hale gelmesi, sözde bir çoğulculuk söylemi altında gündelik yaşamların dünyanın dört bir yanında birbirine gitgide bu kadar çok benzemesi işte bu yüzdendi. ideolojilerin ve geçmişte uğruna mücadele edilen türlü kültürel, cinsel veya siyasi kimliklerin anlamını yitirmesinden sonra solculuktan, milliyetçiliğe, eşcinsellikten dindarlığa her türden kimlik ve aidiyet artık birer ‘yaşam tarzı’na ve ‘imaj’a indirgenmiş bir biçimde karşımıza çıkmaktaydı.

    baudrillard, kötülüğün şeffaflığı: aşırı fenomenler üzerine bir deneme adıyla dilimize kazandırılan eserinde ise ideolojiler ve kimliklerin imajlara indirgendiği böylesi bir dünyada politikanın, ekonominin, cinselliğin ve sanatın yiten anlamını sorguluyordu. baudrillard’a göre eski ideolojiler ve kimlikler yerini trans (geçişken) kimliklere yani trans-seksüaliteye bırakmıştı. baudrillard bir metafor olarak kullandığı trans-seksüel kavramı ile cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal veya ideolojik her türlü kimliğin geçişkenleştiği ve böylece kadın-erkek, sağcı-solcu, dindar-laik arasındaki ayrımların silindiği bir dünyayı tasvir ediyordu. politikanın, cinsiyetlerin, ekonominin ve estetiğin ‘translaştığı’ bir dünyada, sansürün yerini söz patlamasının, kaynakları kısıtlı olarak varsayan üretim mantığının yerini tüketim çılgınlığının alması şaşırtıcı değildi elbette. buna dayanarak baudrillard yaşadığımız çağı, özgürlüklerin aşırı biçimlerde yaşandığı ve ütopyaların çoktan gerçekleştiği bir ‘orji sonrası’ olarak tanımlayacaktı

    baudrillard’ın 1986’da kaleme aldığı amerika adlı eseri işte tam da böylesi bir orji sonrası dönemin çarpıcı bir örneğiydi adeta. amerika’ya yaptığı geziye dair gözlemlerini ve tecrübelerini aktardığı bu eserinde baudrillard, bir eğlence şehri olarak çölün ortasında inşa edilen las vegas’ın yapaylığından, hollywood sineması ile gerçek yaşamı birbirinden ayırmayan amerikan halkına, amerika’nın simülasyon evrenini tasvir ediyordu. avrupa’nın aksine, anlamın ve kökenin kaybına dair sorgulamayı ve dolayısıyla böylesi bir sorgulamadan dolayı yaşanan krizi es geçerek mutlak bir pragmatizmle doğrudan doğruya bir simülasyon evreni meydana getiren amerika, belki de çağın hem en ileri hem de en ilkel uygarlığı olarak çıkıyordu karşımıza. baudrillard, ‘amerika’da tüm anlam ve değerlerin çözüldüğü ve yerine yenisinin koyulmasının imkânsız olduğu bir dünyayı işaret ediyordu.
    bu karamsar hava, baudrillard’ın daha birçok eserinde de hakimdi. örneğin 1979’da yayımladığı baştan çıkarma üzerine adlı kitabında baudrillard aşkın, baştan çıkarıcı oyunların ve romantik ütopyaların yerini geri dönülmez bir biçimde tek gecelik aşklara, pornografinin bayağılığına, bedenlerin tüketimine bıraktığından yakınıyordu. ona göre buna yol açan, çağımız insanının karşısındakini baştan çıkaramama endişesi değil, ama baştan çıkmaya cesaret edememesi, kuralları muğlâk böylesi bir aşk oyununu oynamaktan ölesiye korkmasıydı.
    bedenlerimizi nasıl kullanacağımızı dahi belirleyen bu yaygın ve geri dönüşsüz iktidarın tasviri aslında baudrillard’ın daha 1977’de yayımlandığı foucault’yu unutmak kitabında kuramsallaştırılmıştı. 2004 yılında istanbul’da yaptığı söyleşide, bu kitabının sansasyonel başlığına yönelik bir soruya, aslında foucault’ya ve onun iktidarın merkezsizleştiğine ve yaygınlaştığına dair analizine tamamen katıldığını ancak onun görüşlerini daha da öteye taşımaya çalıştığını belirterek cevap vermişti baudrillard.
    baudrillard’ın, 1987-1997 arasında kaleme aldığı siyasi ve gündelik sorunlar hakkındaki makalelerinin bir derlemesi olan tam ekran’da da yazar, internetten, sanal gerçeklikten, turizm kültüründen, cinselliğin yeni biçimlerinden örneklere dayanarak kimliklerimize, tercihlerimize dair her geçen gün daha da sık dile gelen sözde bir farklılık ve çoğulculuk söylemi altında yaşadığımızı dile getiriyordu. ne var ki, bu çoğulculuk söylemi aslında aramızdaki farklılıklarımızın ve farklı bir dünya düşünün yitip gidişinin üzerini örten bir maskeden ibaretti. aslında her geçen gün hayatlarımız daha da sıradanlaşıyor, bayağılaşıyor, aynılaşıyordu.
    evet, baudrillard zaman zaman okurlarına abartılı gelen son derece karanlık ve çıkışsız bir tablo çizmişti eserleri boyunca. ne var ki, onun karamsar tasvirlerindeki bu abartı unsuru, içinde bulunduğumuz çağa özgü farklılıkları yok eden kapsamlı bir şiddeti ve tahakkümü ifşa etmek ve sürdürdüğümüz alışıldık hayatlarımızın bayağılığını bizlere yadırgatmak için başvurulan retorik bir stratejiydi belki de. zaten, baudrillard’ın üslubunu, yaptığı eleştirilerin içeriğinden ayırmak güçtü. dilimize ilk cildi siyah an’lar 1-2, ikinci ve üçüncü ciltleri ise cool anılar 3-4 ve 5 adlarıyla çevrilen ve baudrillard’ın 1990-2004 yılları arasında aldığı kısa notlarından oluşan ilginç kitapları, üslubun yıkıcı bir araç olarak kullanıldığı eserlerdi. arka arkaya sıralanmış birbirleriyle ilişkisi olmayan bir veya birkaç cümlelik paragraflardan oluşan bu kitaplarda adeta anlamın bütünselliği fikrine meydan okunuyordu.
    ne var ki, baudrillard, 1973’te yayımladığı üretimin aynası adlı eserinde marx’ın ‘yabancılaşmamış’ bir üretim değeri varsayımının aslında gerçekliğe değil bir kurmacaya işaret ettiğini söyleyerek marxist ekolden tam olarak ayrıldığından beri, akademik çevreler tarafından “ampirik verilere dayanmayan, bir iç tutarlılığı olmayan, soyut ve metaforlarla bezeli” eserler verdiği için eleştirildi. hatta, baudrillard’ı ciddiye almanın akademisyen kimliğine zarar vereceği endişesiyle, çoğu zaman düşünceleri göz ardı edildi. oysa baudrillard’ın zaten yapmaya çalıştığı da, kendilerini çok ciddiye alan birçoklarının, yüzlerine taktıkları maskelerin ardında gizlenen koca bir hiçlikten ibaret olduklarını göstermek değil miydi?
    şiirsel yıkıcı üslubu ile bizlere inançlarımızı sorgulatan, içinde yaşadığımız ve gerçek olarak varsaydığımız dünyayı bizlere yadırgatan ve tüm karamsarlığına rağmen aslında adeta bir bilimkurgu yazarı gibi bizlere yeni gerçekliklerin, yeni olasılıkların, başka dünyaların önünü aralayan bir yazardı baudrillard. o, yıktığı, yerle bir ettiği bu dünyadan 6 mart günü ayrıldı. bambaşka ve yeni dünyaları kurma işini bizlere, biz okurlarına bırakmıştı...
  • fransız yazar ve düşünür. sanılanın aksine (bkz: michel foucault)'nun görüşlerini en iyi anlayan ve bu görüşleri öteye taşıyan bir şahsiyettir. istanbul'daki son söyleşisinde bu bağlamda foucault'ya duyduğu saygıyı dile getirmiştir.
    jean baudrillard'ın, değindiği konularla beraber kullandığı üslup da dikkat çekidir. eserlerinde, o güne değin sorulmamış bir dizi radikal soru ortaya atıp, bu soruları –önceki düşünceleri ve yazdıklarına bağlanmadığı ve bir iç tutarlılık arayışında olmadığı için, ki bu özgürce düşünmesi ve derinleşebilmesinde çok önemli bir faktör- gidebildiği kadar uç noktaya götürür. bu durum baudrillard’ın eserlerini okumayı tam bir düşünsel serüvene çevirir. sorular, yeni sorulara kapı aralarken, gitgide sarpa saran ve işin içinden çıkılmaz hale gelen açıklamalar, baudrillard’ın pragmatizmin yüzeyselliğine ve kolay yoldan ulaşılan çözümlerin sığlığına yönelik eleştirisi olarak da okunabilir. baudrillard’ın düşüncelerini aktarırken zekice kurduğu ironik üslubu ise, adeta içinde yaşadığımız düzenden duyduğu rahatsızlık ve bundan kaynaklanan derin melankoliye karşı üzerine geçirdiği bir zırhı çağrıştırıyor.
    baudrillard, özellikle 70’lerin sonunda marxist ekolden tam olarak ayrıldığından beri, akademik çevreler tarafından “ampirik verilere dayanmayan, bir iç tutarlılığı olmayan, soyut ve metaforlarla bezeli” eserler verdiği için eleştiriliyor. hatta, baudrillard’ı ciddiye almanın akademisyen kimliğine zarar vereceği endişesiyle olacak, çoğu zaman düşünceleri göz ardı ediliyor. sanırım, baudrillard’ın da ciddiye alınmak gibi bir derdi olmasa gerek. zira zaten yapmaya çalıştığı da, kendilerini çok ciddiye alan birçoklarının, yüzlerine taktığı maskelerin ardında gizlenen koca bir hiçlikten ibaret olduklarını göstermek. herhalde bu büyük tehdit karşısındaki yegâne savunma mekanizması da düşünürü ciddiye almamak oluyor.
    baudrillard’ın 80’ler sonrasında yazdığı tüm eserleri, iç tutarlılık, çözüme götürücü bir pragmatizm veya nesnellik ve bilimsellik gibi kriterlerle değerlendirmenin bir anlamı yok. nitekim, baudrillard’ın yapmaya çalıştığı da tutarlı bir felsefi sistem veya açıklama ortaya atmaktan çok, o çok ciddiye aldıkları kendi küçük gerçeklik evrenlerinde her gün didişip duran politikacıların, gazetecilerin, ekonomistlerin ve akademisyenlerin konumunun dünyanın bugünkü anlamsızlığı karşısındaki absürdlüğünü ironik ve çarpıcı bir dille ortaya koymak. simülasyon metaforu da şüphesiz, içinde yaşadığımız ve gerçeklik olduğuna sonsuz bir inanç beslediğimiz dünyayı bize yadırgatmak için ortaya atılmış. yadırgatmak için, direkt olarak “gerçeklik” ve “anlam”ın ta kendisini seçen baudrillard’ı bu nedenle belki de gelmiş geçmiş en önemli bilimkurgu yazarlarından biri olarak okumak mümkün.
  • bodriyar diye okunur...
  • "bireyin narsizmi ayrıksılığın hazzı değil, kollektif niteliklerin kırılıp yayılmasıdır"- bu tespitle kahveden daha büyük bir haz sağlamış bulunmaktadır şu an.

    müteakiben, "gerçek ihtiyaçlar ile sahte ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı tüketim toplumunda birey, tüketim mallarını satın almanın ve bunları sergilemenin toplumsal bir ayrıcalık ve prestij getirdiğine inanır. insan bu süreçte bir yandan kendini toplumsal olarak diğerlerinden ayırt ettiğine inanırken, bir yandan da tüketim toplumuyla bütünleşir. dolayısıyla tüketmek birey için bir zorunluluğa dönüşür. insani ilişkiler yerini maddelerle ilişkiye bırakır. artık geçerli ahlâk, tüketim etkinliğinin ta kendisidir.
  • müthiş derecede cazip ve çarpıcı düşüncelerini, harikulade bir anlatımla sunmuş yazar.

    toprağı bol olsun.
  • simulasyon kuramının kurucusu...
hesabın var mı? giriş yap