• kendisinin söylediği şey çok kabaca ve özetle şudur: öncelikle sözmerkezli (logocentric) batı düşünce sistemine göre sözün yazıya karşı bir hiyerarşik üstünlüğü vardır. ancak derrida'ya göre aslında durum bu değildir. yazı, söz ile ifade edilemeyecek farkları ifade etmeyi sağlar (imlâsı bozuk uydurma bir kelime olan différance örneğinde olduğu gibi). dil de farklılıklar üzerinde yapılandırıldığı için (yani beyaz, kırmızı olmadığı, diğerinden farklı olduğu için beyaz'dır) söz yazıya karşı üstün değildir. ancak bu yazının üstün olduğu anlamına da gelmez çünkü aslında kavramlar arasında bir hiyerarşi yoktur çünkü gösteren (signifier) gösterilen (signified) ilişkisinde gösteren hiçbir zaman gösterileni işaret etmez. başka bir göstereni işaret eder, o bir diğerini vb. şekilde gider. mesela kalem kelimesini ele alalım. açıp sözlüğe baktığımızda orada fiziksel olarak bir kalem görülmez. iki boyutlu (ya da dijital) bir yüzey üzerinde yazılmış başka kelimeler, yani yeni gösterenler görünür. görülen şey resim bile olsa durum yine aynıdır çünkü temsili bir resimdir, bu da bizi representation (temsil) sorununa götürür sadece. kastedilen kalem hangisi olursa olsun, ona ilk gösteren ulaşamaz, gösterge (signification) ertelenir (differ).

    söz/yazı gibi diğer binary opposition'lar (ikili karşıtlık) arasında da hiyerarşi yoktur. örneğin, "iyi/kötü" şeklinde kurulan ve dünyayı açıklamamızı sağlayan karşıtlıkta, ezelden beridir iyi kavramı kötü kavramına üstün kabul edilmiş ve daha yukarıda konumlandırılmıştır. ama aslında iyi kavramı, işaret ettiği (signify) iddia edilen şeyi ifade etmez. iyi kavramı bir gösterendir (signifier) ama gösterileni (signified) olmayan bir gösterendir, haliyle de gösterge (signification) oluşmaz. bir üst paragrafta özetlediğim mekanizma tüm ikili karşıtlıklar için geçerlidir. bu da bizi sabit anlamlılıkla açıklanagelmiş dil sisteminin aslında çokanlamlılık deryası olduğu gerçeğine götürür ya da götürmez ya da çok geç götürür (malum artık gösterilene ulaşmak kolay değil) ki o aradaki gösterenler bolluğu yüzünden zaten çıkış noktamızla varış noktamız arasında bir ilgi kalmamıştır. iyi ya da kötü gösterenleri, bizi arzuladığımız gösterilenlere götürmez.

    yapıbozum dalgası da işte bu ikili karşıtlıklar dediğim binary opposition'lar arasındaki hiyerarşiyi bozmak oluyor. batı metafiziğinde (bundan anlaşılması gereken şey felsefeden dini metinlere kadar hemen hemen tüm yazılı ve sözlü kültür - haliyle yazıya aktarılmış olanlar) tarihsel olarak kurulmuş olan

    iyi/kötü
    erkek/kadın
    vs.

    diye giden karşıtlıklar arasında sol tarafın sağ tarafa üstünlüğü kabul edilmiştir. yapıbozumda bu karşıtlıklar bozuluyor falan filan. bu çok entelektüel bir uğraş olup bir metnin içindeki kabul edilegelmiş karşıtlıkları ters yüz etmekten ibarettir. derrida bunu tarihsel metinlerde kelimelerin muğlak ya da çokanlamlı oluşlarından yola çıkarak uygulamış ve iyiyi yücelttiği düşünülen bir metnin pekala kötüyü yücelten şekilde de okunabileceğini göstermiştir (iyi/kötü karşıtlığını basit olsun diye örnek olarak verdim). bu da haliyle yeri altımızdan çekip alıyor, bizi güvensiz ve huzursuz bırakıyor çünkü dünyayı açıklamak için kullandığımız bu tür karşıtlıkların sandığımız gibi sabit anlamlı ve açık olmadığını görüyoruz.

    bunları yapıyoruz da ne oluyor? hiç. evet hiçbir şey olmuyor çünkü derrida, getirdiği yaklaşımda herhangi bir öneri sunmaz. sadece durumu tespit eder. bir şeyin nasıl olmadığını anlatır. nasıl olduğunu anlatmaya çalışırsa, kendisi de yeni bir gösteren yaratacak ve différance'ı (bak kavram bile diyemiyorum çünkü aslında yok) gösterge dizisine sokmuş olacak. oysa derrida, différance ile bir yokluğun varlığını işaret etmeye çalışır. olmayanı anlatmaya çalıştığı için de onu tanımlamaz, tanımlayamaz, tanımlamak da istemez. aksini yapmaya çalışırsa, onu da binary opposition evrenine, yani sisteme sokmuş olur. o zaman da différance karşıtını bulur ve yok olur. aslında zaten yok demiştik değil mi? ha ha. makaleyi okuyun.

    bunları yapıyoruz da ne oluyor? bir sürü şey. bugün hemen hemen tüm kavramların tartışmaya açılmış olmasını işte bu hiyerarşik yapının kırılmasına borçluyuz. o yüzden yarım akıllı ve çokça cahil bir takım tv yüzlerinin ağzından "farklı okumalar", "anlamlandırma", "gösterge" falan gibi laflar eksik olmaz. sorun, hakkında konuştukları kavramları açıklayacak durumda olmamalarına rağmen bunların varlıkları/yoklukları hakkında atıp tutmakta bir sakınca görmemeleridir. derrida vs. bol miktarda tarihsel metinde metafizik kökenlere inerken (çünkü tarihsellik demek statik metinler demek, bu da daha az hata yapmak demektir), tv enteli kütükler, mevcut dinamizmi bile dikkate almadan güncel olaylarla ilgili fütursuzca ağzına geleni söyleyip "ama kavramlar artık yeni anlamlar kazandı" diyebiliyor. bu rahatlık da bana batıyor haliyle.

    adamın ya da kadının daha sözünü ettiği kavramın içeriğine dair bile fikri yok. onun üstünden büyük çıkarımlar yapıyor. hani akepe'yi aklayıp paklamaya çalışan entel dantel takımı var ya, hah işte onların tamamının yaptığı şey derrida'nın açtığı yoldan gidip hoşlarına gitmeyen karşıtlıklarda hiyerarşiyi bozmak. ancak sorun şu: derrida hiyerarşinin var olmadığını göstermeye çalışıyordu. bu hıyarlarsa kendi doğru saydıkları şeyleri üste çıkarıp yeni bir hiyerarşi yaratıyorlar. ama kullandıkları yöntemi tutarlı bir şekilde takip etseler bunu yapamazlardı. herzaman olduğu gibi işlerine geldiği gibi takılıyorlar.

    bu tiplere bir şey anlatmak da imkansıza yakındır ama en azından şunu bilseler iyi olurdu. kullandıkları yöntem, en büyük ninni olan "tanrı/şeytan" (iyi/kötü) karşıtlığına ve hiyerarşisine de dokunur. hem de öyle bir dokunur ki kendini bir anda karşıtlığın öbür tarafında bulursun. derrida'ya göre bulamazsın. karşıtlık da sonuçsuzdur. sabit anlam yoktur. hiçbir şey yoktur. aptallık vardır. tükenmeyen tek şey.

    derrida dedim o kadar da asıl derdimi yazmadım. berbat bir yazardır kendileri. öyle böyle değil. yazdığının kolay anlaşılmama sebebi bizim gerizekalı olmamız değil, kendisinin kötü bir yazar olmasıdır. hep derim, yazı ehli olmayanların kurama, felsefeye bulaşmasına engel olmak lazım.
  • tuhaftir... bugun kendi adini tasiyan filminde gordum tekrar derrida'yi... agzinda piposu, ve kameralar esliginde yurumesi, kameralara konustugu anin yapi-sokumunu yapmaya calismasi ile derrida ile aramdaki ask nefret iliskisi tekrar yeserdi... dusununce, yazdiklarindan okudugum iki uc kitabi (hic okumamis olabilirim derdi derrida herhalde bu kitaplari), cizdigi bu entellektuel imajina tekrar bir kufur edesim geldi... ama bunu derrida'nin kendi kendisine itiraf etmis olabilecegini dusunmem, bulundugu zaman-mekan icerisindeki celiskilerini anlatmaya calisan bir filozofun nasil da ezilmis, basitlestirilmis oldugunu gordum bu filmde... tekrar seviverdim derrida'yi... ustadi taklit etmekten baska birsey yapmayacagim bu entry'de; sadece filmin derrida'ci bir yapi-sokumu yapacagim ki zamanin otesine cok gec kalmayayim... asagida size film anlatiyorum sanmayin, aslinda bu metin de derrida'ci bir elestiridir, bunu acikliyor olmam da ustada buyuk hakarettir...

    derrida olsa benim yerimde; haddim olmayarak soyluyorum tabi ki, elestiriye metinden degil, metnin incelendigi zaman-mekandan baslardi herhalde... ben de dvd'den izledim ustadi, once sarap iciyordum, sonra bitince votka icmeye basladim (yalan aslinda tekila iciyordum ama tepki toplamamak icin votka diye yazdim), ayiptir soylemesi yer fistigi yedim biraz; sonra da not tuttum birazcik... not tutarken ki amacim, yanlis anlamayin, filmin analizini falan yapip, kendime bir katki bulunmasi degildi; yarin obur gun bunu sozluk'e yazarim, unutmayayim kaygisindan kaynaklandi...

    aristo icin "dogmus, dusunmus ve olmustur; gerisi anektoktur" dedi hemen baslarinda ustad... sozlukte de yazmislar zaten bunu... (acaba birisi o seminerde mi bulundu yoksa belgeselden ayni benim yaptigim gibi mi asirdi bu metni?; derrida her anektod bir asirma dememismiydi zaten; yoksa ben mi attim bunu?)... sonra ilerleyen vakitlerde filmin yapimcilarindan bir kadin, derrida okumadigindan, ya da okusa okusa benim kadar okumus oldugundan soyle bir soru sordu:

    - sayin derrida, bir konusmanizda "aristo dogmus, dusunmus ve olmustur; gerisi anektodtur" dediniz; peki esiniz marguerritte ile aranizdaki iliskiyi bu cercevede nasil degerlendirirsiniz?

    diye bir salak-sacma bir soru sordu... salak-sacma dedim ama soru hic de sacma degildi aslinda... cunku bu filmde soru soran bir spiker olmak icin ne derrida bilmek gerekirdi, ne de anlamak... derrida'nin soyledigi seyleri bir toparlayalim, zaten sormak istedigimiz sorular var; birlestirip sorariz gibi bir mantik vardi; ki bu mantik her yerde var... sadece film yapimcilarinin degil, bir ogrencinin hocasina sordugu soruda, ya da bir muhabbete girmek isteyen bir kisinin, muhabbeti getirmek istedigi yere tasirken cektigi izdirapta, her yerde karsimiza cikan birsey bu aslinda... ustad gecikmedi, her sorunun basinda "bu soru neden yapay bir soru, onu anlatayim" diyerek "aslinda ben bu filmin yapilmasini istemedim ama madem yapiyorsunuz ben de bunun bir yapi-sokumunu yapayim" mesaji veriyordu... yapi-sokumu nedir, nerden akliniza geldi sorusuna ise, yine ayni kivralikla yanit verdi ustad...

    sonra bir kadin derrida'nin kitaplarindan metinler okuyordu... acaba hic derrida okumus mudur o kadin? her uc dort saniye de bir duruyor, metnin soru yerlerini iyice vurguluyor ve duygusallastiriyordu... kac ayri belgeselde seslendirme yapmistir acaba o kadin? derrida kendi belgeselini incelerken iste bu soruyla baslardi herhalde, benim bunu yazdigimi bilse, benden ve sozlukten baslardi anlatmaya iste... yapi-sokumu, derrida'ya gore, iste metni boyle sokmektir... bu belgeselde de onu gostermeye calisti herhalde... dusunmeden edemedim... marx olsa, kameralara "siktirin gidin lan" der miydi acaba; yoksa, sarabini yanina alip kapitali yazar gibi yaparken, derrida'nin verdigi pozlari verir miydi?

    derrida'nin piposuyla, berberde kestirdigi saclari, dusunurken elini kafasina koymasi ile verdigi binbir poz, derrida'dan birsey goturur muydu acaba... aslinda 100 dakikalik filminde de, en can alici yerinden vurdu felsefeyi, entellektueli... kendisine sorulunca kant, heiddegger ya da aristo hakkinda neyi merak ediyorsunuz diye, seks hayatlarini dedi... ben de merak etmeden duramadim derridanin seks hayatini... esi ile ilgili "nasil tanistiniz" sorusu soruldugunda durdu, esine dondu ve "anlatayim mi" dedi... yalan soyledi sonra... kendisi de biliyordu yalan soyledigini... bir kac gun sonra cekimlerde o sahneyi izlerken "size zaten bir sey anlatmadim" diyerek bir tasla iki kus vurdu: (1) hem hala radikaldi, yani kendi durumunun yapi-sokumunu yapiyordu, (2) hem de hala dibe batmiyordu... oysa delikanli gibi dibe-batmasi gerekirdi yapi-sokumcu bir filozofun... tanistim ve sevistim, hem de o zaman bir baska sevgilim vardi onu aldattim, sonra esime de 40 yildir yalan soyluyorum demesi gerekirdi... dili el vermedi ustadin, ama celiskisini itiraf etti... her ne olursa olsun yalan soylerim dedi...

    bir nietzsche delikanliydi zaten bu filozof camiyasinda... derrida delikanli olmamanin analizini yapiyordu... ama kacak dovusuyordu ve acik veriyordu... ama kullandigi dili verdigi aciklari kapatmaya yetiyordu...

    bir de kamera vardi, bu yapi-sokumunun onemli bir parcasi olarak... kameraman ne anlar derrida'dan? burdaki amacim kameramani asagilamak degil, kimsenin derrida'yi, ustadi okumasi bilmesi gerekmez... ama derrida kalemlerle oynarken mavi kalemlere yapilan zoomlar, derrida dusunurken gozlerine yapilan zoomlar, bir insani paketleyip kafamizdaki filozof imajina sokmaktan baska neydi??? derrida gozleriyle dusunmedi hicbir zaman... o da senin benim gibi, kitap okurken, tuvaletteyken, tartisirken dusundu... yazdi elestirdi, yazdiklarinin cogunu yirtti atti; yayimlananlarin yarisindan fazlasina pisman oldu... o da senin benim gibi dusunuyordu cunku... o da celiskilerinin bir toplamiydi cunku...

    ama bir film kahramani olarak derridanin cok daha fazla seye ihtiyaci vardi... dusunurken arkada gelen tek notali tiz sesler olsun, tereyagli ekmek yerken yapilan gorsel oyunlar olsun... kendisi demisti "yapi-sokumu dogal olmayani dogal yapmamak" diye... nasil oldu da bu filmi yapiverdi o zaman...

    ya bizimle alay ediyordu ustad, ya da bizim onla alay etmemizi istedi...

    belki de kendi yok olusuna gec kalmadan once, kendisinden gelecege, ilerde sokulecek bir yapi birakmak istedi... biz ondan hem nefret edelim hem de celiskilerine asik olalim diye...
  • ötekileştirmenin dilde başladığını söyleyen filozof. bunun temeli de karşıt kelimelerdir ona göre. şöyle ki; bu karşıt kelimelerden ilkine birinci terim, ötekisine ikinci terim der. birinci terimin, ikinci terimden güçlü olduğunu ileri sürer. türk-kürt diye söylenir mesela genelde. kürt-türk dendiğine rastlamadım ben. deconstruction* dilde gerçekleştirilirse, 2. terimle 1. terim yer değiştirirse yani; ötekileştirmenin de bir aşamaya kadar engellenebileceğini savunur.
  • gülben ergen-mustafa erdogan evliliği gibi önemli konulardan yer kalmadığı için ölümü türk basınında ancak iki satır yeralabilen felsefeci...
  • maalesef, 74 yaşında pankreas hastalığı nedeniyle kaybettiğimiz değerli feylezof. hakkında çıkan yazılarda da belirtildiği gibidir; anlaşılması zordur. örneğin, anlamadığınız bir cümlesini okurken "yahu, iyi hoş da sonuçta bu bir cümle ve ben anlayabilirim" deseniz de, yani metnini tırnak içinde söküme uğratsanız bile, sonuçta çıkacak olanın bir anlamazlık hali olacağı kesindir. (bizzat kardeşi derrida isimli belgeselde der ki; "bende beyin var ama yapıbozumu bilmiyorum")

    ---

    can bahadır yüceye bağlanalım bu noktadan sonra:

    "yapıtları üzerine çok tartışıldı, karmaşık ve kapalı üslubuna rağmen yapıtını 'olağanüstü' bulanların yanı sıra, gençlere, derrida gibi 'kendini bilmez'lerden uzak durmayı öğütleyenler de -ki, bunların arasında paul feyerabendi de sayabiliriz- oldu. karanlık ve ürkütücü metinleriyle felsefe öğrencileri için bir kabus olan bu sıra dışı adam, ortaya attığı yapıbozum (deconstruction) kavramıyla büyük yankı uyandırmıştı. nedense, bir türlü açık seçik ortaya koymadığı (ya da bizim anlayamadığımız) 'yapıbozum', felsefe öğrencileri arasında, derrida?nın bile kendi yazdıklarını anlamadığı ya da onun kuyuya attığı taşı kırk akıllının çıkaramayacağı esprilerine yol açmıştır hep.

    türkiye'de, derrida ismi etrafındaki bu belirsizlik hâlesinin oluşmasında, filozofun 1967'de basılan başyapıtı de la grammatologienin hâlâ yetkin bir çevirisinin yapılmamış olmasının payını da anımsatmak gerekiyor. derrida'yı, dilin referans sayılmasına getirdiği eleştiriler bağlamında bir dilbilimci saymak da pekâla mümkün. ülkemizde en çok, marks üzerine yazdıklarıyla bilinen filozof ısrarla marks karşıtı olmadığını söylemişti. yine de, son dönemde türkçe olarak da yayınlanan kimi metinlerde derrida'nın yapıtında siyasi kaygılar arayan eğilimler gözlendiğini söylemekte yarar var. beyaz saçları, elinden asla düşürmediği piposuyla zihinlerdeki imgeye uygun bir filozof görünümü sunan derrida konusunda şaşırtıcı olan şey, aslında onun bu siyaset dışı/üstü kalma çabalarına rağmen yaşarken çok popüler olmasıydı.

    o, chomsky, edward said, habermas gibi entelektüellerden farklı olarak, hiç değilse son yıllarına kadar her platformda söz almadı. yapıtının cesaret kırıcı zorluğunu da göz önüne alarak, onu her sevenin yazdıklarını anladığına da kuşkuyla bakmak gerekir. o halde, derrida'nın popülerliğini -zizekin deyişiyle, derrida krallığını- bir yerde, kişisel karizmasına ve metinlerindeki belirsizliğe bağlamak, yapıtlarına haksızlık mı olur. iki sene önceki istanbul film festivali'nde gösterilen ve vasatı aşamayan derrida belgeseli de filozofun popülerliği konusunda bir fikir veriyor olsa gerek.

    derrida, 'ölümün artık eskisi gibi olmadığı' fikriyle alay etse de bu fikri büsbütün reddetmemişti. ölüm onu her zaman ilgilendirdi. bir kitabını (the gift of death) neredeyse ölüme armağan etmişti. bir nihilist olmasına rağmen ölümü hep kurcaladı; ölüm kültürlerini ele alarak kendinden önceki filozofların ölüme yaklaşımlarını eleştirdi. hepsi kuşkusuz, çetin ceviz metinlerdi ve bugün, derrida ile ilgili olarak karşımızda duran 'ölüm'ün ürpertici yalınlığı, söz konusu metinlerin hepsini gölgede bırakıyor. derrida, bir filozof olarak çokça yüzleştiği ölümü, insan olarak da hafifsemedi. son yıllarında kanserden iyice şikayetçiydi. ne yazık ki, 'yaşamayı nasıl öğrenirim' sorusunu cevaplamaya vakti olmadı. filozof öldü, şimdi öznenin yalnızlığı başlıyor."

    ---

    öte yandan, derrida hakkında güzel yazılardan birini de mahmut mutman yazdı. ancak bu tür yazıların tümü de -her nedense- hep aynıydı: anlaşılmazlık halesi... bakalım kimi ölmeden anlayabileceğiz...

    derrida'yı "kısayoldan" anlamak veya tanımak için belki (tabii en önemli referans yine kendi kitapları olacaktır, o başka mevzu) yönetmenler kirby dick ve amy ziering kofman'ın çektiği "derrida" isimli belgeseldir. belgesel bundan iki yıl önce istanbul film festivalinde gösterilmişti. belgesel hakkında bianette çıkan iki yazı tavsiye olunur; bakınız:
    http://www.bianet.org/2003/05/13/18691.htm
    http://www.bianet.org/2003/05/16/19075.htm
  • soke soke yapi birakmayan,
    gecen haftalarda 2 makalesinin sunumunu yapmak zorunda kaldigim, bir cumlesini anlamak icin 5 dakika harcadigim, omrumu yedi bitirdi diyebilecegim fransiz filozof. makaleleri bitiremeden hakkin rahmetine kavusacagim hissi. ambole olmus bir kafa. nasil yani? eeeeeee?amannnnnnn! cok zor bee!
    ama
    adam bilerek yapiyor kardesim.
    maksat
    dilin ne kadar zor ve karmasik bir sey oldugunu gostermek.

    birgun derrida'ya sormuslar:
    -nietzsche'yi nasil bilirsin?
    - iyi bilirim, iyi. kuskucudur muskucudur ama iyi dusunurdur.
    - peki ya freud, heidegger?
    - severim keratalari.ikisi de iyi, akilli cocuklar.
    -pekiii, yaaaa derrida, plato icin ne dusunursun?
    -plato mu!!!, aman aman!, cok sevgili idealinden vazgecmeden yanima ugramasin o. cık cık cık... [derrida biraz sinirlenmistir]

    derrida der ki:

    "il n' y a pas de hors." ---- yorumla dur bakalim. unutma tek bir anlam yok! skeptic olacaksin.

    kolay gelsin...ben kactim...
  • dekonstruksiyon adami, binary oppositions dusmani. postmodernizmin babasi, demeye dilim varmadi ama en baba adami.
  • "...bir keresinde john hopkins'teki latince kökenli diller programından bir grupla kapital'i işledim. bütün dönemi 1.bölüm'e harcamamız bende derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. ben sürekli -bakın, ilerlememiz ve en azından işgünü konusundaki politik meselelere kadar gelmemiz gerek,- diyordum, onlar da -hayır, hayır, bunu doğru anlamalıyız. değer nedir? meta olarak para derken neyi kastediyor? fetiş neyle ilgili?- vb. diye cevap veriyordu. hatta sırf çevirileri karşılaştırmak için kitabın almanca baskısını getirdiler. meğer hepsi de daha önce hiç duymadığım birinin geleneğinden geliyormuş. böyle bir yaklaşıma yol açtığı için bu kişinin entelektüel açıdan değilse de siyasal açıdan budalanın teki olduğunu düşünmüştüm. bahsettiğim kişi 1960'ların sonunda ve 1970'lerin başında hopkins'te bir süre çalışmış olan jacques derrida'ydı. bu deneyim üzerine sonradan düşündüğümde, bu grubun sadece 1.bölüm'ün üzerinden ince dişli tarakla geçerek bana marx'ın diline özen göstermenin(ne diyordu, nasıl diyordu ve neyi varsayıyordu) hayati önemini öğrettiğini fark ettim."

    david harvey
  • hic bir zaman pozitif/olumlayici bir fikir catmaya kalkmamis, negatif/yadsiyici olanin ardinda, dipnotlarin, satir aralarinin ve etimolojik katmanlarin arasinda dolanarak kendinden once catilmis olani dagitmayi ve ortaligi darmadaginik birakmayi tercih etmistir. bilir ki bir sekilde olumlayici olmak kendiyle celismek olacaktir, kendiyle celismek ise bizzat 'kendisini' hic de haz etmedigi diyalektigin alanina sokacaktir; dahasi tarihsel olarak diyalektigin konusu oldugunu da hatirlatacaktir. derrida'nin buyuk sessizlikleri buradan gelir. kendi hayatiyla ilgili yapilan o meshur filmde de mutemadiyen suskun kalmayi tercih eder derrida. sessiz bir planda dakikalarca derrida'nin beyaz, kivircik ve kabarik saclariyla durmadan bir sey soyleyecekmis gibi titreyen ama asla bir sey soylemeyen dudaklarini izleriz. derrida'nin buyuk bir filozof oldugunu dusunmek olanaksizdir cunku her seyden once derrida'nin eseri onun bir filozof oldugu dusuncesini defalarca red edecektir. dahasi derrida'nin derdi bati metafizigi olarak adlandirdigi ve platon'dan husserl'e ve dahi sartre'a uzanan bir felsefe cizgisini dagitmaktir. bu yuzden derrida olsa olsa bozguncu bir dusunurdur; durmadan bozar ama asla yapmaz. onu bu kadar cekici yapan belki bu ele avuca sigmaz bozgunculuktur. ama onun dusuncesini bir cok bakimdan itici ve hatta kabul edilemez kilan da yapma veya eyleme sorumlulugunu (eger bu bir sorumluluk olarak gorulurse tabii) asla tanimamasidir. son donemlerinde bu degismeye baslamisti sanki. bari artik rahat uyusun.
  • “istesinler ya da istemesinler, bilsinler ya da bilmesinler insanların tamamı bir ölçüde marx’ın mirasçılarıdır.”
hesabın var mı? giriş yap