• odamın kapısına herhangi bir resmini asıp, odama girenlerin odamı toplu görmesini sağlayabileceğini düşündüğüm ressam.
  • bir sanat hocasından hakkında şöyle bir şehir efsanesi duyduğum ressam;
    hayatının son demlerinde, artık paraya para demediği, tuale kahve püskürtse olay olacağı dönemlerde bir çok asistanı varmış muhteremin.
    hangar gibi atölyesinin bir kenarında devasa bir top tual bezi dururmuş, birkaç kişi bezi açıp yere serer, ellerindeki boyaları allah ne verdiyse, gavur malı gibi ver ederlermiş üzerine.
    ceksın usta da bunların başında durur, kadrajları belirler, "şurayı kesin, burayı alın, alın alın alın bunları alın" dermiş ve altlarına imzasını atıp verirmiş piyasaya.
  • hakkında yapılan yorumlar ekseriyetle «bu adamın yaptığı sanatsa leonardo da vinci'nin yaptığı neydi?» sığlığında salınıyor. oysa ben diyorum ki, pollock'un ressamlığı resim sanatının zirvelerinden biridir. hatta yüz yıllık modern sanat anlayışının dilinden konuşursak: «pollock'un sanatsallığı da vinci'den dahi daha ileri bir seviyededir.»

    insanlık yüzyıllar, hatta binyıllar boyunca sanatı gerçekçilikle ilişkilendirdi. hatta platon'un milattan önce 380 civarına tarihli "politeia"sında fikri temellerini attığı yansıtma kuramı ile ifadeye çalışılan anlayış tam da buydu. sokrates'in düşüncesine göre üzerinde oturmakta olduğum sandalye, idea'lar dünyasında sandalye idea'sının marangoz tarafından maddeye indirgenmiş bir yansımasıdır. bu sandalyeyi tuvale aktarmakta olan ressamın yaptığı ise yansımanın yansımasını yaratmaktan fazlası değil. üstelik, sandalye resmi çizen ressamın değeri sandalye üreten marangozun değerinden de aşağıdır zira ressamın varlığı doğrudan marangozun sanatına bağlıdır.

    "politeia"da ilk izlenimleri edinilebilen yansıtma kuramı, platon'un üzerinden geçen binlerce yılın neticesinde form değiştirip «sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi?» halini aldı. zira on dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlarında sanat toplumcu gerçekçilik ile soyut sanat arasında ayrılmış iki kanatlı bir görünüm çiziyordu. toplumcu gerçekçiler platoncu bir tutumla ressama sandalyeyi gördüğü gibi çizmesini dikte ederken, soyutçular ise ressamlardan tuvallerini birer ayna olarak kullanmaktan vazgeçmelerini öğütlüyorlardı.

    modern sanat kuramının tesisi konusunda akılda tutmanın elzem olduğu ziyadesiyle ilginç bir bilgi var: ingilizcede "sanat" anlamına gelen "art" kelimesinin atası antik yunancadaki "ars"tır ve bu kelime antik yunan'da sadece görsel-işitsel sanatları değil, tıpkı "zanaat" gibi tüm meslek kollarını da kapsamaktadır. bu anlamda marangoz da en az bir heykeltraş kadar sanatçıdır. bir duvar boyacısı da en az bir ressam kadar sanatçıdır. hatta bir doktor dahi sanatçıdır.

    işte, kişisel sanat algım, antik yunan'da "ars"a yüklenen anlam ile modern zamanlarda soyutçuların tuttuğu safın bir karışımı: bir kaseye baktığımda onu bir sanat eseri olarak görmem için onun illa bir müzede sergilenmesi gerekmez. menemen nam leziz yemeğe baktığımda sadece domates, biber ve yumurtanın dile hitap eden uyumunu bulmam; menemen sarı, kırmızı ve yeşil renklerin sıcak ahengiyle yoğurulmuş bir tablodur gözümde ve onu biraz sonra yiyecek olmam onun bu niteliğini değiştirmez.

    öte yandan, bir sanat eserinin sanatsallığının gerçekle arasındaki bağ ile ters orantılı olduğu kanısındayım. edebiyat alanında şiir en sanatsal form kabul edilir zira şiirin dili (söz konusu garip akımı olduğunda dahi) gündelik değildir. roman ise gerçeğin yansıtılmasına oldukça müsait formu nedeniyle toplumcu gerçekçi tutumun elinde bir silah niteliğindedir ama onun bu ayna tutmaya elverişli yapısı onu sanatsallıktan da bir o kadar uzaklaştırır. bir örnekle; virginia woolf'un "the waves"i charles dickens'ın "hard times"ından çok daha fazla sanat eseri niteliği taşır zira bu eser bir romandan ziyade mensur bir şiirdir.

    woolf ile dickens arasında kurduğum sanatsallık ilişkisi, jackson pollock ile leonardo da vinci arasındaki sanatsallık ilişkisi için de bir analoji olarak kullanılabilir. da vinci, maddenin maddeselliğinin tuvale aktarımında çizgisel perspektifi ve üçüncü boyutu seferber ederek (fotogerçekçilik öncesi zamanlarda) gerçekçiliğin zirvesine tırmanmış bir sanatçıydı. fakat bu uğraşında (fotogerçekçilik ile daha da ayyuka çıkacak olan) bir sorun vardı: da vinci, olanca yeteneğine, olanca dehasına ve olanca çabasına karşın marangozun sandalyesinden daha gerçek bir sandalye yaratamıyordu. gerçekçiliğin peşinde beyhude bir kovalamacaydı onun ki. ama bereket ki, fotoğraf makinasının olmadığı zamanlarda sivriltmişti yeteneğini. bu sayede da vinci'nin tablolarını on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda çekilmiş birer fotoğraf olarak izleyebiliyoruz.

    1826 ise yalnızca modern fotoğrafçılığın başlangıcına tanık olduğu için değil, gerçekçiliğe yüklenen sanatsal değerin nihayete erişinin başlangıcına rastgeldiği için de ziyadesiyle önemli bir tarih. joseph nicephore niepce bir deccaldi zira teknik araçlarla yeniden üretim çağını başlatmakla kalmadı, sanatın gerçeklikle değil, gerçekdışılıkla ilintili olduğunu bizlere tekrar tekrar hatırlatacak olan ressamlar neslinin de önünü açtı. yirminci yüzyıla gelindiğinde gerçekçi resimler çizebiliyor olmak artık kar etmiyordu çünkü kraliyet aileleri ve devlet yöneticileri fotoğraf makinasının "olağanüstü" pratikliği dururken uyuşuk ressamlara yüz vermiyordu.

    gerçekçi resimler çizme yarışıyla geçen yüzyılların akabinde modernizmin şafağı sökmüş ve resim sanatı bir anda denenmemiş tekniklerle dolu bir umman halini alıvermişti. pollock'un öncülüğünü yaptığı ve soyut dışavurumculuğun bir dalı olan aksiyon ressamlığı* da bu engin ummanın zengin akımlarından biriydi. üstelik sadece "alelade biri" değil, "zirvelerinden biri"ydi zira pollock'un tabloları doğada eşi benzeri bulunmayan bir soyutluk sunuyordu. bu tablolara bakıldığında, misal, "no. 5 1948" incelendiğinde insanın aklında çağrışanlar kaos, öfke ve kalabalık gibi kavramlar ki tüm bu kavramları sokağa çıktığımız vakit birer somutluk olarak değil, birer soyutluk olarak buluyoruz. "no. 5"i alex garland'ın "ex machina"sındaki nathan gibi duvarımıza astığımızda zerre gerçek olmayıp bütünüyle gerçeğe dair olmayı başarmış bir eser asmış oluyoruz.

    bir diğer mesele ise «ne var canım, bunu ben de yaparım» tutumu. söz konusu eserin sanatçısını aklı sıra aşağılamaya çalışan yorumcunun atladığı iki nokta var:

    1) evet, pollock'un tablolarını ben dahil hepimiz hemen şimdi bizzat çizebiliriz ama bunları çizdiğimiz zaman eserimiz kendi adlarımızla değil, pollock'un adıyla anılır zira bizatihi modern çağda taklitler aslını yaşatır. öte yandan pollock ile aramızda asla aşılamayacak bir ayrım var: biz «yaparım» derken pollock ya "yapıyor"du ya da "yapmış"tı.

    2) modern zamanın bütün gailesi denenmemişi denemek üzereydi. hal böyleyken pollock'un denenmemişi deneyerek yarattığı tabloları kopyalayıp kişiselleştirmeye çalışmak modernist sanatın özüne taban tabana aykırı değil de nedir?

    ha, amaç postmodernizmse, meydan bizim: yarın sabah ilk iş genişçe bir tuval bezi, mümkünse kontrast oranı yüksek olan renklerden üç-dört kova boya ve fırça olarak kullanacağımız bir sopa alıp pollock'çuluk oynamaya başlayalım!

    not: oyunun galibi pollock'un imzasını tablosu üzerinde en gerçekçi biçimde taklit eden kişi olacak...
  • kendisinin... çalışmaları da, michelangelo'nun sistine şapeli'nin duvarına yaptığı son yargı da sanat eseri ise, ya bir duvar resmine yıllarını veren michelangelo kerizin bayrak taşıyanıdır, ya da 15 dakkada bir dönüm tuvali doldurabilen bay pollock çakalın önde gideni.
  • bu arkadasinin öncülügünü yaptigi, ve en basarili orneklerini verdigi sanatini ben, bulutta, patateste, arinin peteginde "allah yazisi" arayan manyak mümin dostlarimiza benzetiorum.. yani tamamen random olarak olusturulmus bir resmi, bir kez daha tekrar edemeyecegin bir resmi "burada soyut calistim ve savasi anlattim" seklinde aciklamak sacmalik gelior.. sahsen ben bu tarz bir, duvara boya atayim, aman paleti firlatayim amele sümügü gibi yapissin, seklinde sanata yonelsem 3 gün sonra "hasiktir kirmizi boyayi attim, allah yazdi lan! mesaj olsa gerek.. birakiorum cat stevens gibi olucam.. kendimi dine vericem" derim..

    bu adamin sanatini sevmiorum, sanat olarak gormuorum, sanat olarak gorenlerin de anlini karislarim.. hele ki 140 milyon dolar verip bu adamin tamamen "rastlantisal" yaptigi bir calismayi alanlarla ise özel konusmak istiyorum.
  • soyut disavurumculuk * bana hep dusundurtur. eger figur ve konu onemsenmisse akademi tarafindan pollock soyuttur, disavurumcu yani delidir. fakat akademinin tanimlari neden bizim tanimlarimiz olsun? ben pollock kadar boyasini ve boyasini yere serdigi yuzey uzerine (tahta, ingiliz bezi, vd) en az onun kadar somut ve kendini hissettiren bir aygitla (comak, badana fircasi, el, vd) atan, seren, puskurten baska bir ressam bilmiyorum. soyut bence asla degil. boya ve yuzey gozume dogru patlarken buna soyut diyemem.
  • resimlerinin dokuz basamaklı amerikan doları meblâğlarına satılıyor olmasına anlam veremediğim 20.yy amerikan ressamı.

    hayır, yani resimlerinde, misal bir leonardo da vinci ustalığı, bir salvador dali dehâsı, bir van gogh orijinalliği falan gibi şeyler de göremiyorum ben.

    adamın tek numarası halı gibi yere serdiği yaklaşık 5 x 10 m boyutlarında dev tuvallerin üzerinde volta atarken, arada onlarca kavanoz boyayı rasgele serpmekten ibaret. türkiye’de olsa, yapmaya teşebbüs edeceği ilk resimde; öncelikle anası, babası, ve/veya öğretmeninden mundar ettiği boyaların hesabı olarak, eşek sudan gelinceye kadar dayak yerdi. sonra, mundar ettiği tuval için aynı kalibrede ikinci bir dayak daha yerdi. çevrede yaratacağı kirlilik ve çıkmayan boya lekeleri yüzünden, en yakın bir zamanda üçüncü bir dayak daha yerdi.
    sonra da büyüyünce manifaturacı falan olurdu.

    oysa amerika’da resimleri 9 basamaklı paralara gidiyor, hem de usd cinsi! vay anasını serhat neler dönüyor amerikada…



    velhâsıl, ortada bir çeşit adnan baba mallığı var ama, o mal(lar) kim; ben miyim, yurdum insanının anne-baba ve öğretmeni mi, jackson pollock mı, yoksa amerikalılar mı? işte orasını hiç bilemeyecem..
  • 20.yy soyut dışavurumcu* ressamı.

    fırça üslubu olağanın ya da alışılmışın dışında olduğundan, eserlerinde sıklıkla dökülmüş, damlatılmış, belirli mesafelerde sıçratılmış boya hareketliliğini görmek mümkündür. bu dağınık, savruk ve asi fırça hareketliliğinden dolayı kendisine jack the dripper lakabı takılmıştır.

    uzun süreli bakınca korneanın yandığı şöyle desenler

    pollock, bu büyük tualleri yere sererek çalışmaktaydı, aynı zamanda da yoğun bir sigara tüketicisiydi kendisi. sürekli çalışırken ağzında sigara olmasından mütevellit çoğu eserinde sigara külü izlerine rastlamak mümkündür.

    şu da fotoğraflanmış hali
  • "hic bir zaman amacim duygularimi resm etmek olmadi, ben her zaman duygularimla resim yapmak istedim ve yaptim" demis olan alkolik dahi.
hesabın var mı? giriş yap