• filmin leyla'sının şiiri:

    "bir kitabın sayfaları

    baktım rüzgarsın sen
    baktım çamaşır ipini zorluyorsun
    hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
    baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
    ayağına terlik giy
    bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun

    biz satranç oyuncusuyuz sevgilim
    üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz
    inanıyoruz ceketlere düğmelere
    inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
    işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası
    bir tek şahımız duruyor sevgilim o da evli iki çocuk babası

    kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
    uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar
    buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
    içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz
    herkese küsmek için
    hemen o cumartesi buluyoruz hemen o pazar

    yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
    bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
    ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim biraz da kekik toplayalım
    kıymetini bilmediğimiz şeyler var

    yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
    geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
    düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
    düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
    başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
    tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
    bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman

    ama baktım sen rüzgarsın sevgilim
    kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
    başucunda bir bardak su
    beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun"
    *
  • şiir gibi bir film. izlemekle kalmıyor, okuyorsunuz.

    2 hafta sonra gelen edit:

    filmin senarist ve yonetmeni pelin esmer tanıl bora 'ya verdigi kısa roportajda şiir gibi bir film yapma gayesini şöyle dile getirmiş:
    "şiirin başıbozuk haline, yan yana gelmez kelimeleri yan yana getirme özgürlüğüne, anlamasan da olur, sen hissettiğine bak tavrına özenip bu filme kalkıştım biraz da. şiir yazamıyorum, bari filmi şiire benzetelim dedim. şiirin üzerimizde bıraktığı o tanımlaması zor etkiyi sinemadan çıkan insanın üzerinde deneme arzusu biraz."

    link

    edit: link kırılmış yeniledim
  • ah bir ataş ver...

    göğsüme saplandı.
    adamı bile sevdim. o sarhoş adamı...
    şiirler ve şairler,
    işte böyle hoş ediyor insanın üstünü başını

    başak köklükaya oynamamış, yaşamış. kendi ölümünü izlemiş, ordan kalkmış, bir şiir yazmış. diğer ihtimalleri de düşünmüş. çünkü onlarla ayakta kalmış.

    yiğit özşener, tadını damakta bıraktı. çok güzel yaptı. dünyada merak kadar seksi bir şey var mı?
    "biraz daha yok mu?" dedirtmek istemez miyiz aslında biz de? her zaman? herkese?

    öykü karayel, minicikti. içi dolu turşucuktu. hem ölüm meleği - kocamış kadın hem de misket yuvarlayan, sakar çocuktu. o da bu şiirle hemhal olmuştu.

    ---
    muhsin bey gibi "incelikli" bir türk filmi. insanın insan yanından öpen...

    var ulan vaktimiz işte, durup incelikli şeyler düşünmeye...
    hatırlayın kim olduğunuzu!
    bu hoyratlıktan ne kadar da yorulduğunuzu...

    pelinim esmer... barışım bıçakçı...
    dünyanın en temiz göz yaşlarıydı bizden akan. en hazırlıksız ve utangaç kahkahalarıydı dudağımızdan taşan...

    kalbiniz dert görmesin. iyi ki tanıdım sizi bu filmle.

    sanat yönetmeni! sen de her kimsen, müthiş bi şeysin. her karede ayrı şiir dinlettin gözlerime, ayrı fotoğraflar çektin kulaklarıma... bin yaşa!

    gidin! koşa koşa...
    içinizin acımasına, ruhunuzun yanmasına hazır olarak -en çok bu yüzden hatta.

    çünkü...

    "şimdiden çekilecek acısı bunun,
    duyulacak mahzunluğu şimdiden.
    böylesine sevilecek bu dünya
    "yaşadım" diyebilmen için... "
  • bazı insanlar içinde bulundukları, çelişkilerle dolu nizama direnç gösterecek güce sahiptir. parçası olmaları onlar için önemsiz olduğu gibi, imkanları dahilinde, tıpkı kendileri gibi hissettikleriyle dayatılanların çatışmasında ezilenlerin hayatını kolaylaştırmayı da şiar edinmişlerdir.

    işte bu film de insani gerçekleri önemsemeden baskıyla hükmeden düzene karşı şairane bir protestodur *.

    --- spoiler ---

    hipokrat yeminli bir doktor, bir adamın ölüm iksirini hazırlar; güvendiği bir hemşire, bu zor görevi üstlenir; yasama temsilcilerinden hazzetmeyen bir adalet neferi de onlara yardım ve yataklık eder. çünkü bilirler ki ipe sürülecek aklı olmayan parlamenterler, insani gerçeklere ayak uyduramayan yasalarıyla, hiçbir derde derman olamazlar. hatta bir şarkıcı ya da dansöz gibi beyin kıvrımlarını zorlama gereği duymamışların bile, vicdanları doğrultusunda daha işe yarar kanunlar çıkarması muhtemeldir.

    izlerken sanki ölümcül kararı verecek olan bizmişiz gibi hırpalayarak sorgulatan konu için en doğru çözüm sona saklanmıştır. dostlar buluşmasında kamera masadakilere döndüğünde "yatana da zor, bakana da" diye düşündüren kısım, yavuz karakterinin güzelliği karşısında "böyle bir adam ölmemeli!" diyen iç sesi bile susturur. ama film icabı mevzu, çözüm olarak aklımızdan geçen ötenazi hakkıyla sınırlı görünse de tespitten tümevarımla genelleme yapılabilir: hiçbir yasa, insan ihtiyaçlarını baz alarak çözüm sunmaz.
    --- spoiler ---

    yakın zamanda hayal kırıklığının, tiksintiye yol açabileceğini yaşayarak öğrendim. gururla üstleneceğin, vasıtasıyla dünyayı daha iyisine dönüştürebileceğine inandığın, ne zaman ki içine girdiğinde çıkarcıların kontrolünde savrulduğunu fark edip kullanmaktan vazgeçtiğin bazı araçlar olur. mecburen amacına farklı bir araçla ulaşmayı denersin. tıpkı avukatlıkta umduğunu bulamayıp pasif anarşizmi benimsemiş leyla karakteri gibi.

    film bende mitolojik çağrışımlara da neden oldu. başından beri onlara yoldaşlık eden karga figürü, sanki şiir tanrısı apollon'dur ve özel insanlarından biri için, ona layık bir uğurlama tertiplemiştir. apollon, aynı zamanda tıbbın ve müziğin de tanrısıdır ve tüm neferlerini son kez yavuz'un hizmetine sunmuştur. hatta en uzağa ok fırlatabilen tanrı olma özelliğini de eklersek, saatlerce yol kateden hemşire de öldürücü oku ona ulaştırma fonksiyonu üstlenmiştir.

    bu benim ilk pelin esmer tecrübem. barış bıçakçı için de geçerli. dünyaya bakışlarını ve gördüklerini anlatma tarzlarını sevdim. en çok da bana düşündürdüklerini. umarım bursa'da da bir söyleşi gerçekleştirirler de kendilerini iyice tanımış oluruz.
  • film değildi. fazlasıydı. bir barış bıçakçı kitabıydı, hem de en şiirselinden. incecikti-ipinceydi. güzelliğinden başım döndü. film; yönetmeninden figüranına, görüntü renklerinden tüm filmin altında akan müziklerine, içinde geçen edebiyat eserlerinden kargaya bir mutluluk sebebi. çok, çok uzun zamandır sinemadan bu kadar etkilenerek ayrılmamıştım.

    filmin ilk sahnelerinde kıpppkırmızı kapağıyla göz kırpan gülten akın.
    tren yolculuğu, tren rayları ve yolu. maviler ve kırmızılar ve turuncular. “ben turuncuyum ve hiçbir şey turuncuyla kafiyeli değil”.
    ve en çok yansımalar, eşlik eden pencereler ve aynalar. ölüm, şiir ve hayat ve her şey adına.
    muazzam güzellikte. bir teşekkür bu güzelliğe.

    dibenot: antalya'da bu filmi izlememi sağlayan başka sinema'ya sonnnsuz teşekkür.
    dibenot iki: filmde leyla'nın şiirini hatrında tutabilen, aktarabilen çıkarsa gözlerinden öpeceğim. <3
  • işe yarar bir şey yapmak isterseniz; izlemeden, okumayın*

    bir şey var; “yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar” cümlesi gibi bir şey;

    evvela derin bir çukur açıp, sonra üzerine koca koca evleri kondurmalarının sebebi belki de bu şey. öyle ki; ışığı yanan odalara, dolup taşan balkonlara, perdesi uçuşan camlara, renk renk boyanan kapılara dışarıdan bakarken, sana da yaşadığını hatırlatan aynı şey.

    ölmeye yatmış bir adamın gitgide çöken yanaklarının içinde biriken hayatın sebebi belki de bu şey. o da, kendi yüzüne bakıp bunu farkeder umuduyla; “yarın yine gelelim mi?” diye sormayı gerektiren aynı şey.

    bir genç kızın, hayallerine ulaşmak için olmayacak yükler altında ezilmesinin sebebi belki de bu şey. ona, sarı çiçeğin öyküsünü * anlatırken, her karamsarlığın içinde var olan iyimserliği bulmasını uman aynı şey.

    hiç gün yüzüne çıkmamış bir şiir kitabında gizlenen kelimelerin sebebi belki de bu şey. o kitabı, saklandığı yerden çıkarmana, o kelimeleri yanına almaya sebep olan aynı şey.

    bir de... bir de, bütün bunları “izleyebilmek” var. bir tren camında, ağlayan birinin gözyaşlarında, bir odanın tavanına vuran yansımalarda, bir adamın aynadaki suretinde, izlemek var olan biteni. ve arada kalan bütün boşlukları, bütün çukurları ağzına kadar doldurmak var; iç sesinle, şiirlerle, repliklerle yaşamak ve yaşatmak var... bunu yapabilen bir insanın, işe yarar bir şey yapmadığına beni kim inandırabilir ki artık?

    “yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
    bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan”
  • --- spoiler ---

    bir sahnede, leyla, kitapları kurcalarken yavuz'un şiir kitabına denk geliyor. o kitaptan bir şiir 2-3 saniye kadar ekranda görünüyor. mevzubahis şiir ilhami çiçek'in kesit adlı şiiri;

    "kesit

    bir resimdi işte
    tandan ikindiye sarkan
    kara kalem çalışılmış sürekli
    ışık yoktu

    önünde saçlarımızı tarardık
    ölüm müydü o yalınlık
    yoktu

    ve gamzelerinin türevi
    o canım kırışıklığında alnının
    o ceylanda bir yığın kan yazması
    yüzün yoktu

    hani bütün hüzünlere nesnel karşılık diye
    bir sınavda kullanılan su gibi
    utangaç ve bir kez daha
    acıtarak göğsümün sarplarını
    yüzün yoktu

    ne çok güz ölüsü böyle
    diyorum küllerinde bir ateş çatsam"

    ilhami çiçek, müntehir şairlerimizden birisi. ben, yavuz'un olduğu söylenen kitapta intihar eden bir şairin şiirine yer verilmesinin ve özellikle 2-3 sn kadar gösterilmesinin, filmin sonunda muğlak bırakılan ölüm/yaşam terazisinde ölümden yana ağırlık yaptığına ve yavuz'un ötanazi kararından vazgeçmediği şeklinde okunabileceğine yordum.
    --- spoiler ---

    ayrıca leyla'nın şahsında barış bey haklı, hakkaten de 'kıymetini bilmediğimiz şeyler var', ne tuhaf!
  • görsel

    *filmi izlememiş olanlar okumasın lütfen.

    pelin esmer'in filmi olan "işe yarar bir şey" hakkında işe yaramaz birkaç cümle sarf edeceğim. trende başlayan veya biten her hikaye bir yersiz yurtsuzluğa aittir. kendine ait bir odası olmayan insanların merkezidir trenler. oğuz atay'ın tutunamayanlar kurmacası turgut'un yolculuklarından birinde trende tanıştığı, romanı yayımlatan gazeteciye yazdığı mektupla ve selim'in tutunamayanlar ansiklopedisi'nde yer almayan kendi biyografisiyle sona erer. bu haliyle leyla da belki bir tutunamayan'dır. zira leyla'nın kendisi tüm belki'lerden emekli olmuş birisidir; filmde diyor ya hani, "ileriye bakmaktansa sağa sola bakmayı seviyorum."

    trende canan ile konuşurken bir anda tüm ışıklar söner ve bu duruma aldırmayan leyla canan'a sorular sormaya devam eder. çünkü leyla için nerede olduğunun bir önemi yoktur. karanlığa bakmaktansa karşısındaki insanın orada olduğunu bilmek daha insani gelir ona ya da karanlığı bir başına yaşamaktansa varlığını duyacağı bir sese tutunmak daha anlamlıdır. karanlık da yersiz yurtsuzdur, biçiminin ötesinde bulunma hali olmayan bir andır sadece.

    leyla ve yavuz'a dönecek olursak, aslında aynı noktadan bakarlar yaşama. canan bazı şiirlerden hiçbir şey anlamadığını söylediğinde yavuz gülümser ve anlamasına gerek olmadığını belirtir. hani ulus baker'in dediği noktaya dikkat çeker sanki: "her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret." diye. julio cortazar'ın öyküsü ve tüm film boyunca yapılan göndermeler hesaba katılınca leyla ile yavuz hayatı ve insanı, yani gerçeği anlamak için sanatı deneyim eden iki başka kişidir. nietzsche gibi yorumlarlar hayatı ve bir sanatçı gibi kurgulayıp dışında kalarak yaşarlar.

    yukarıdaki görselde duvardaki aynaya bakan leyla bunun kanıtıdır. bir taşın içinde kendini görecek kadar şair, kopmuş bir parçanın içinde görecek kadar insandır leyla. işte ayna bu yüzden önemli bir imgedir; çünkü o duvara ait olmayan ayna ona bakan insanı bir aidiyet içine sokmaz, tam tersine bir kopuşun içine dahil eder.

    hatırlarsınız tarkovski şöyle diyordu:

    "aynada bana baktım...
    aynadan bana baktım...
    ne suçluluklar, ne hayaller,
    ne umutlar, ne günahlar, ne acılar,
    ne pişmanlıklar yer değiştirmedi."

    yavuz'un ölme çabasındaki istenci anımsarsınız ve ölümü bir bekleme odasında seyrettiği onca yılı. yavuz odasındaki yatağında bir başına tren yolculuğundadır adeta ve mütemadiyen hayatı sadece pencereden izlediği kadarıyla görür fakat bir okur olmanın kazanımıyla kitaplardan duyar dışarda olup biteni. leyla o yüzden onu gördüğü ilk anda farkeder ve tanır aslında, devamında ise yavuz'un dilediği ölümü onaylar ve sonrasında ona dair sessizliği yaşamayı yeğler. yavuz artık leyla için bir sessizlik ve anlam içinde bir penceredir artık. rilke'nin duino ağıtları'ndan bir bölümü muhakkak okumuşsunuzdur. birinci ağıt'ın başlarında (bkz: #117430020) şöyle seslenir rilke:

    "yiğit kendini saklar, yokoluş bile
    varlık yoludur ona, en sonuncu doğuştur."

    yavuz bunu derinden hisseder sanki ve ölümünün onun doğumu olacağını haykırır leyla'ya ısrarla ve leyla kavradığı anlamın karşısında çaresizliği bir sevinçle karşılar, akabinde yaşamın varlık karşısındaki boşlukta kendini görür ve sonrasında hızla kaçmaya başlar ölümün geleceği odadan.

    ve yavuz aynadaki kendine kavuşur, yeniden doğar ve leyla artık yavuz'un ardında bıraktığı sesine dönüşür.

    aslında bir rüya görüp geldim yazmaya, rüyamda korkuyla uyanıyordum uykumdan ve yanımda tanımadığım bir kadın vardı, ben korktukça bana sarılıyordu sıkı sıkıya, bende ona, sonra farkettim ki kadın da benden korkuyor ve işin aslı bana değil korkusuna sarılan kadını görünce uyanmak istedim rüyamdan ve aklıma ilk gelen şeye tutunmaya çabaladım, çekmeceden bir ayna çıktı. rüyalar dışbilincin konuşmaları malum ve ayna içinde hep başka bir ayna ve onun içindeyse mütemadiyen kendini çoğalan bir an var sanki; sanırım insan o an içinden türüyor dışına doğru. ben rüyamı susmaya geldim buraya, teşekkür ederim suskunluğumu dinlendiğiniz için.

    yavuz'a, leyla'ya ve canan'a...

    edit: imlada kusur.
  • pelin esmer adı kadar barış bıçakçı adının varlığının güzelliği vardı bu filmde. iyi ki yanyana gelmişler de biz böylesi sakin ama ihtişamlı bir tren yolculuğuna çıktık onlarla birlikte.

    peki bu filmde beni en çok yaralayan ve etkileyen neydi derseniz, hikayenin en başından ortaya çıkan yatalak ve ölmeyi arzulayan bir insanın varlığı idi.

    lise birdeyim. bir arkadaşımın üniversitesideki ablası vesilesiyle tanımıştım onu. matematik çalışacaktık birlikte. itü'de matematik bölümünde okuyordu. geçen yaz tatilinde arkadaşlarıyla kayıkla açıldığı denizde kafasını çarptığı bir taş yüzünden boynundan aşağısı tutmaz hale gelmişti. konuşabiliyordu ama yazamıyordu. tüm matematik problemlerini kafadan çözüyordu. kağıda kaleme ihtiyacı yoktu. susayinca pipetli bardağından su içiyordu. bir apartmanın son katında yaşıyordu. yatağının kenarından deniz görünüyordu. bana okuduğu kitapları ödünç veriyordu. başucunda sakat kaldığı için onu terk eden kız arkadaşının fotoğrafı hala ona gülümsüyordu. battaniyesinin altında sakladığı idrar torbası ile ilgili şakalar yapıyordu. çok gülüyordu. ve çok güldürüyordu. "bu problemi biraz geç çöz deniz şimdi çok güzel" diyordu bazen ve denize uzun uzun baktığı çok oluyordu. gözleri de aynı deniz gibi masmaviydi. arada traş olurdu. traş losyonu kokardı. saçları tek gecede beyazlamıştı. öyle anlattı. zaten o hep çok konuştu çok anlattı. ben çok dinledim.

    hiç telefon etmeden çat kapı gidebildiğim bir evdi evleri. bir pazar öğleden sonra, evlerinin olduğu yokuşu zar zor tırmanıp son kattaki dairelerine varıp da zile hızlı hızlı bastığımda hava çok soğuktu. mevsimlerden kıştı. kafamda bir bere vardı. "artık gitti" dediklerinde o merdivenleri o yokuşu nasıl koşa koşa nasıl hızla indiğimi hatırlamıyorum bile. beremi düşürüp kaybettim o gün. kaybettiğim bir tek berem değildi oysa ki. "acaba iyi mi oldu kötü mü oldu daha mı mutlu oldu" diye sora sora günlerimi geçirdiğimi hatırlıyorum.

    bir insanı tanıyınca ne halde olursa olsun "vazgeçmesin gitmesin bitmesin yaşasın" diyor insan onun yerine karar vermeye yeltenerek hadsizce.

    "kıymetini bilmediğimiz şeyler var"

    ben bu filmi ölene kadar unutmam. animsamaktan vazgeçtiğim onlarca duyguyu yaşattı bana. açıp açıp denize bakan o adamı izlerim. hayiflanirim, huzunlenirim, dertlenirim, kederle dolup taşarim..

    "baktım rüzgarsın sen
    baktım çamaşır ipini zorluyorsun
    hepimizin derdi güzel yaşlanmak sevgilim
    baktım bir kitabın sayfalarını çeviriyorsun
    ayağına terlik giy
    bildiğimiz şeylerin taşında yalınayak geziyorsun

    biz satranç oyuncusuyuz sevgilim
    üzerimizde kara bir leke biz satranç oyuncusuyuz
    inanıyoruz ceketlere düğmelere
    inanmıyoruz takvimleri savurarak gelen geleceğe
    işte yitirdik bütün taşlarımızı darmadağınık oyun tahtası
    bir tek şahımız duruyor sevgilim, o da evli, iki çocuk babası

    kelimeler önümüze çıkıyor sevgilim
    uykumuzu bölüyor buradan çocukluğumuza kadar
    buradan çocukluğumuza kadar bir telaş
    içi boş kuşları kovalıyoruz ve bir sebep arıyoruz
    herkese küsmek için
    hemen o cumartesi buluyoruz, hemen o pazar

    yaşamak çukur yerlere doluyor diyorlar
    bu yüzden yıkıntıya dönüşse de yaşıyormuş insan
    ama hep yıkıldığımız yeter sevgilim, biraz da kekik toplayalım
    kıymetini bilmediğimiz şeyler var

    yaşamak bir at gibi huysuzlanıyor kapımızda sevgilim
    geçen günlere üzüldük tamam yola düşelim
    düşünelim: başka günlerin duvarı daha sağlam
    düşünelim: başka günlerin sokağı daha neşeli
    başka evlerin kadınları erkekleri tam bir kahraman
    tül perdeler uçuşurken başka evlerin pencerelerinde
    bizi bir kitabın sayfaları arasında kurutuyor zaman

    ama baktım sen rüzgârsın sevgilim
    kitapları bir başından bir sonundan okuyorsun
    başucunda bir bardak su
    beni başucumda bir bardak su gibi avutuyorsun"
  • yukarıda da bir yazar da tam benim hissettiklerimi yazmış. filmi cidden de sadece izlemiyor, okuyorsunuz.

    barış bıçakçı'nın kaleminin değdiği o kadar güzel belli oluyor ki, sanki pelin esmer ile birlikte yazdığı yeni bir kitabıymış gibi. (tabii ki yönetmen pelin esmer'i kenara atmıyorum.) iyi ki birlikte çalışmışlar.

    öte yandan o mavi trenle 15 saat yolculuk yapmanın nasıl bir his olduğunu bilince daha farklı bir gözle izliyor insan. o anda, o trende yolculuk yapanlardan biriymiş gibi.

    ayrıca belirtmeden geçmemek lazım. başak köklükaya gerçekten muazzam kadın. filmin dokusuna, hüznüne o kadar güzel uymuş ki. hani onu çıkarsak filmden yerine kimi koyabiliriz, bilemedim. başkası bu kadar oturamazdı bu senaryoya.

    kesinlikle gidin, yetmez bir daha gidin.
hesabın var mı? giriş yap