• işe başladığımdan beri sabahları işyerine gelirken servis kullanmıyorum. bir kere bile binmedim şirketin servisine. zaten bütün gün aynı insanlarla çalışacağımı düşününce, sabahları vapurla gelmek büyük bir ayrıcalık oluyor. insan yüzü görüyorum, biraz hava alıyorum. bu bana iyi geliyor. eski işyerimde böyle bir imkanım yoktu. mevsimler geçerdi ben farkında olmadan. hep aynı kişilerle aynı konuları konuşurduk, anlamsızlaştıkça anlamsızlaşırdı yaşananlar. yeni işyerimin boğaz’ın karşı yakasında olması iyi oldu. zamanın geçişini görebiliyorum. bazen bir çay alıp dışarı çıkıyorum. bir de sigara yaktım mı keyfime diyecek yok. uzaktan görünen galata’yı, sultanahmet’i selamlıyorum her sabah. çocukluğumda sadece resimlerde gördüğüm o meşhur istanbul siluetine karşı keyif çatıyorum. ben de istanbulluyum artık, istanbul artık benim. sayısız efendisinden biriyim istanbul’un, hayat beni, ben hayatı yönlendiriyorum bu şehirde. içindeyim işte, ben de varım.

    bir sabah onu gördüm vapurda. biraz ileride duruyordu. yıllar öncesinden bir yüz. ortaokuldan sınıf arkadaşım betül. içimi bir sevinç kapladı. hemen yanına gidip selam verecektim ki; bir arkadaşım geldi yanıma;
    - olm, nerelerdesin kaç gündür? karşıda mı kalıyorsun?
    - yoo, buradayım. denk gelmemişiz demek ki...

    canım sıkılmadı değil. şimdi esir olduk. sevgilisinden yeni ayrılmış arkadaşım, her sabah aynı muhabbeti yapıyoruz. aynı şeyleri dönüp dönüp konuşuyoruz. adama üzülmüyorum da değil; kaç yıllık ilişkisini bitirmiş. ama bugün gerçekten de hiç günü değil. zaten günlerden pazartesi, ilk iş günü. üstüne üstlük yıllardır görmediğim bir arkadaşımı görmüşüm, yanına gideceğim. konuşma uzuyor, gidemem de adamı böyle bırakıp. laf lafı açıyor, bizimkiyle sohbet koyulaşıyor. aklım betül’de, göz ucuyla süzüyorum ara ara. neredeyse hiç değişmemiş. zaman, olağan etkilerini göstermiş tabii. benim tanıdığım kız değil artık. kuşkusuz az çok değişmiş; daha olgunlaşmış, güzelleşmiş. o ortaokuldaki üflesen uçacak, zayıf kız gitmiş, yerine bir kadın gelmiş. ve yine incecik... ne güzel bir şey; yıllar sonra bir arkadaşını başka bir şehirde, bir vapurun arka tarafında oturmuş saçlarını rüzgara savururken yakalamak. değişiklikler beliriyor yavaş yavaş. saçlarını boyatmış, boyu biraz daha uzun. bizimki kendi kendine konuşurken ben betül’ün hareketlerini takip ediyor, o güzel anın tadını çıkarıyordum. güneşin sıcacık ışınları ve hafiften esen ılık rüzgar sol tarafımdan doğru beni yalayıp geçerken, yıllar sonra rastladığım sınıf arkadaşımı seyrediyordum. derslerde de hiç takılmış mıydı gözüm ona? hiç oturup incelemiş miydim böyle? hatırlayamadım. 17 yıl geçmiş en son gördüğümden bu yana. az değil; bir çok ayrıntıyı silip süpürmüş zaman. bir tek adı kalmış aklımda. bir de yüzü ve hatları. buna da şükür, adı nasılda bir çırpıda geliverdi aklıma... kaçamak bakışlarla onu süzüyordum ki, o da beni fark etti. gerçekten bana bakıp bakmadığını anlamak çok zor, kafamı o yana çeviremiyorum. bakıyor sanki, bakıyor eminim. galiba o da beni tanıdı... belki o geliverir yanıma, adımı söyleyiverir. şaşırmış gibi yaparım biraz. sonra, birden tanıyıveririm. bir iki teklemenin ardından, eski günlerden konuşmaya başlarız. ben bizim çocuktan izin isterim. bir taşla iki kuş vurmuş olurum. ne güzel olur...

    vapur beşiktaş’a yanaşınca sıyrıldım hayallerden. betül kalabalığa karışıp kayboldu. bizimkiyle her zamanki gibi birer sigara yakıp, etrafı seyrederek yöneldik dolmuşa. aynı insanlarla beraber, aynı yollardan, aynı dolmuşçuya aynı parayı uzatıp üstünü bekleyerek geldik işyerine. aklım vapurda kaldı. belki bir sonraki gün de görürüm. bugün vapura bindiğine göre her zaman bu vapura biniyor olabilir diye avuttum kendimi. sonra da unutuverdim, her zamanki gibi, herkese olduğu gibi.

    bir hafta sonra yine gördüm onu vapurda... sanki bir hafta geçmemiş gibi aynı şeyleri hissetmeye, yaşamaya başladım. geçen sefer o da beni görmüştü. görmüş müydü? emin değilim. kafamı çevirip bir an bakıverseydim ona şimdi emin olurdum. tam bu düşüncelerle boğuşurken çarpışıveriyor bakışlarımız. işte şimdi gördü artık, geçen haftanın önemi kalmadı. peki, şimdi kim merhaba diyecek önce? gitsem mi yanına? vapur da kalabalık, zor oraya ulaşmak. üniversiteler açıldığından beri böyle, iğne atsan yere düşmez. gidemeyeceğim. hem gitsem de nasıl yanaşacağım yanına, erkek olmak ne kötü böyle anlarda. ona selam verdiğim an, yan taraflarda oturan namus bekçilerinden biri söze karışıverir. ne olduğunu anlayamadan kendimi bir kavganın içinde bulurum. vapurdan inince mi gitsem yanına? evet, evet en doğrusu bu. öyle yapayım. bekliyorum, iskeleye yanaşalım diye. bu yolculuk da biraz uzun sürdü galiba. tam ayağa kalktığında peşine takılıveriyorum. hafiften göz ucuyla bakıveriyor o da. hemen çaprazında olduğumun farkında. oh, ne ala. vapurdan da yan yana ineceğiz, inince “merhaba” derim.

    tam iskeleye geçeceğiz, yanına başka bir kadın geliyor. gülüşüyorlar, arkadaşı demek ki... bu sefer de onun yanındaki yüzünden merhabalaşamadık. kolkola girip yürüyorlar kadınla. ben de bir sigara yakıp üflüyorum dumanını boğaza doğru. amma çok zaman geçmiş. üniversiteye gidebildi mi acaba? çok parlak bir kız değildi. ama herhalde gitti, yoksa istanbul’da ne işi var? ankara’da kalırdı, torpille bakanlıklardan birinde memur olur, evlenir çoluk çocuğa karışırdı. sahi evlenmiş midir acaba? parmağına da hiç bakmadım ki... zaten, hayatta dikkat etmeyi başaramadım şu parmaklara, bazı erkelerin ilk baktığı yerdir oralar. ben bir türlü öğrenemedim bu işi. biraz çapkınlık yapsam fena olmaz belki de, raconları öğrenirim. bazen gaf oluyor, eski arkadaşlarımla karşılaşınca evlendin mi diye soruyorum. parmaklarını gösteriyorlar. utanacak bir şey değil; ama öğrensem de parmak hesabını, hangi yüzük nişan, hangisi evlilik fark ediversem. karşılaştığım arkadaşımın parmak çekmesine meydan vermeden davranıveririm.
    - evlenmişsin. hayırlı olsun, çok sevindim. ne kadar oldu? hiç de haber vermiyorsun ki, oradan buradan öğreniyoruz.
    ya da;
    - nişan mı yaptınız? ne zaman hayırlısıyla evlilik? çağırmayı unutmazsın değil mi?

    ilk zamanlar verilmeyen selam sonradan çok daha zorlaşıyor. artık neredeyse her gün karşılaşıyoruz vapurda. ikimiz de biribirimizin farkındayız. ama bir atakta bulunan yok. önce kim selam verecek oyunu sanki. bakıyorum ona, ne zaman beni göreceğini merak ediyorum. bakışlarımız kesişiyor arada, birimizden birimiz kaçırıveriyoruz. tam beni bakarken yakalıyor, utançla çeviriyorum yüzümü diğer tarafa. o da aynı şeyi yapıyor. elimdeki gazeteyi okurken bir anda kafamı kaldırıyorum ki, karşımda o. hemen çeviriyor gözlerini. hiç görmemiş gibi yapıyor. ayıp bir şey aslında, insan ortaokul arkadaşıyla yıllar sonra başka bir şehirde karşılaşınca bir selam vermez mi? önce kim diğerini fark edecek diye mi bekler? aslında ayıp ikimizin de ayıbı; ama bunu gizli bir gururla karıştırıp zafere dönüştürüveriyoruz. geçiyor günler, durum sıradanlaşıyor hızla...

    bir gün dolmuşa bindim, hiç beklemezdim; arkadan gelip yanıma oturuverdi. ne yapacağımı şaşırdım. bu kadar da olmaz artık, kaçış kalmadı diye düşündüm. artık bir selam vereyim diye düşündüm ama; nasıl başlayacağımı bilemedim. doğrudan adıyla mı hitap etsem? yok yok önce, “merhaba.” diyeyim. onu nereden tanıdığımı söyleyivereyim. belki de o beni hatırlamamıştır. gerçi o da tanıdık bakışlarla beni süzüyor hep; ama yine de önce bir açıklama yapmak daha doğru olur. hatırlatmak gerek. en azından nezaket icabı, ilk olarak kendini tanıtmak gerek. peki ama, ona nasıl hitap etmeliyim? siz mi desem? ortaokulda ona kopya bile vermiştim; ama o köprünün altından çok sular aktı. gereksiz samimiyet gösterileri yapmamalı, bana yakıştığı şekilde konuşmaya girmeliyim. sonra samimi ortam tekrar oluştuğunda nasıl olsa yine senli benli oluruz. en doğrusu bu... bir ses kendime getiriyor beni, “balmumcu'da inecek var.” demesin mi? kaynar sular dökülüyor başımdan aşağı; o kadar da hazırlanmıştım. bu sefer kesin konuşacaktım. korkacak ne var? sanki kıza asılıyorsun! sadece eski bir arkadaşına merhaba diyeceksin. hem yıllar ötesinden gelen bir merhaba. inerken kısa bir bakış atıyor bana. işte beklediğim de buydu; keşke ilk dolmuşa bindiğimde yakalasaydım bu tanıdık bakışı. arkasından dolmuşun camına yapışıyorum; belki yine bakar. bakmıyor, dolmuş hareket ederken o da yürüyüp gidiyor. benim bakışlarım havada asılı kalıyor.

    düşünüyorum da, aslında hep o kadıköy'de dolanan serseriler yüzünden bu benim durumlarım. arada sırada hasır kahveler’e gittiğimde görürüm onları. onlara benzemekten, benzetilmekten çok korkarım. kızların peşinde bir o tarafa, bir bu tarafa dolanırlar.
    - arkadaş olabilir miyiz?
    - tanışabilir miyiz?
    - çok güzelsiniz.

    sülük gibidirler, hayırdan anlamazlar. peşine takıldıkları kızın kavga çıkarmaktan başka şansı yoktur. yüksek sesle bağrış çağrış reddedene kadar yılışırlar. en sonunda da rahatsız ettikleri kendi halinde yürüyen kız rezil olmuş olur. küçümseyici bir bakış atıp kaybolurlar. anında, başka bir kızı gözlerine kestirip onu da rahatsız ederler. bir tanesi kız kardeşimin arkasından eve kadar gelmiş. apartmana da girmeye çalışıyor. apartmandan kızkardeşimin "abi!" diye yükselen sesini duyduğumda fırladım don gömlek kapıdan. adam topuk tabii, ucuz kurtuldu elimden. terlikle koşamadım peşinden. bu kadar da mı olur? oluyor ve böyleleri yüzünden medeni cesaretin adı serserilik oldu. şimdi, başka bir sebeple de olsa insanlar birileriyle selamlaşamıyor, yaklaşamıyor rahatça kimseye. ben yapamıyorum. bir keresinde, çok sevdiğim arkadaşımın tanıdığı bir kızla karşılaşmıştım hasır kahveler'de. ikimizin de tanıdığı ortak bir arkadaş var. kızın onun arkadaşı olduğunu fark edince, "merhaba!" dedim. ama sanırım o hatırlayamamıştı. "sen kendini ne sanıyorsun?" gibilerinden bir bakış attı yüzüme. "çabuk!" dedim kendi kendime, "kız sinirlenmeden sıvış." sesini yükseltiverse ne yaparım? bir de bağırınmaya başlasa ben kendimi tanıtmaya çalışırken... gören olur, duyan olur. bir tanıdık çıksa dillerden düşmeyiz. arkama bakmadan kaçtım gittim. bir hafta sonra aynı kişiyle ortak arkadaşımızın yanında karşılaşınca olayı hatırlattım. özür üzerine özür diledi, meğer beni o serserilerden zannetmiş... özrünü kabul ettim; ama yine de ona kendimi hatırlatmak için beklemediğime şükrettim.

    aylar geçti. betül’le karşılaşmaya devam ediyorduk. artık oyun sıkıcı olmaya başlamıştı. bakışlarımız pek seyrek denk geliyordu. selamlaşmak önemini yitiriyordu günbegün. iyi olduğunu biliyorum işte diye düşünüyordum, her sabah vapurda görüyorum. eh, fazlası da gereksiz. ne olacak ki sanki? hiç arkadaşım mı yok? bir sürü var. hem, eski arkadaşlarının kaç tanesiyle merhaban var da betül'le tekrar arkadaş olacaksın. vazgeçtim, arada gözümün ona kayması dışında genelde ona bakmıyordum. o da eskisi gibi bakmıyordu. her gün vapurda karşılaşmaya devam ediyorduk.

    vapurda karşılaşıp da bu karşılaşmaların önemini yitirdiği günlerden birinde betül'ün birkaç gündür vapurda olmadığını fark ettim. dikkat ettim sonraki birkaç gün de gelmedi. beni bir telaş aldı. o günlerde patlamalar olmuştu istanbul’da. ya patlamada bir şeyler olduysa ona? ya, yaralandıysa; ya öldüyse! kendi kendimi yedim bitirdim. bir gülümsemeyi çok görmüştüm ona. zamanında bir selam vermiş olsam, yeniden sohbet etmeye başlasak, eski günleri yadetsek ne olurdu? hem sabahları beşiktaş'a gelirken yalnız kalmamış da olurdum. bir hoşça kal bile diyemeden gitti kızcağız... ah benim akılsız kafam!

    bunun üzüntüsüyle başladı bir sonraki hafta. pazartesi, canım sıkkın bunları düşünüp vapurun içinde volta atarken bir baktım betül kanlı canlı karşımda. nasıl sevindim anlatamam, bir gülümseme yayıldı yüzüme. beni gördü gülümserken. sanki, o da mı gülümsedi ne? gideyim yanına derken vapur yanaşıverdi iskeleye. yoo, bu sefer kaçırmaya niyetim yok en az altı aydır böyle böyle bir merhaba diyemedim zaten. alt tarafı iki çift laf edeceğiz. seyirttim kalabalığın arasından. yetişeceğim diye birkaç kişinin ayağına bastım. adamın biri, "oha!" dedi. sana "oha!" bir derdimiz var ki acele ediyoruz. sen kendine bak, sallana sallana, kadınlara yaslana yaslana vapurdan iniyorsun. takılmadım adama, bir çırpıda zıpladım iskeleye. baktım, gözden kaybolmuş, kalabalığın arasında göremiyorum. hızlı adımlarla fırladım öne doğru, bir yandan askerde öğrendiğim taktiklerle kalabalığı tarıyorum. hiçbir noktaya sabitlemiyorum gözlerimi, fıldır fıldır krem rengi mantoyu arıyorum. kararımı vermişim artık bugün, yakalayacağım ve konuşacağım.

    sonunda on metre önümde gördüm onu. yetişip arkasından, usulcacık yaklaştım yanına, “afedersiniz!” deyiverdim. oh be, zor oldu ama oldu. o ilk kelimeyi söylemek çok önemlidir çünkü; gerisi kendiliğinden geliverir. durdu, bana baktı, yine o tanıdık bakışlar. nefes nefeseyim o an, söyleyemiyorum başka bir şey. hem heyecandan; hem yetişeceğim diye koşuşturmaktan soluksuz kalmışım. hiç konuşamayacağım hissine kapılıyorum. o ise durmuş benim bir şey dememi bekliyor. düşünceler sarıyor beynimi, kafamın içi arı kovanına dönüyor. hatırlayamıyorum bir an, gözleri bu kadar siyah mıydı? çenesi daha yuvarlaktı sanki... boyu da amma uzamış, topuklu ayakkabıdan olabilir mi? aklımdan binbir şey geçiyor. o bir anlık durup bana bakışı sanki binlerce yıl sürüyor. dayanamayıp, bozuyorum sessizliği, “adınız betül olabilir mi?” ne aptalca soru. direk adını söylesene. “betül, merhaba. seni gördüğüme çok sevindim. ne arıyorsun burada? sen de mi istanbullu oldun?” söyleyecek bir dolu şey varken sorduğum soruya bak... neyse, soruyu sordum geçti. top onda artık... bakıyor bana, bir şey demiyor. sanki her an hatırlayacakmış, ama bir türlü nereden olduğunu çıkaramamış gibi bakıyor. neler geçiyor aklından? konuş hadi! zaman uzadıkça uzuyor, düşüp bayılacağım. bir cevap verse ve birazcık çabuk olsa... sonunda gülümsüyor, derin bir nefes alıyor, “sanırım...” diyor. aklım karışıyor, bir devamı olmalı. evet, sanırım? sanırım, ne? hiç bitmeyecek sandığım zaman bitiyor, sonunda dökülüveriyor sözcükler ağzından...

    -sanırım birisine benzettiniz!
  • her daim yanlış kişiden gelen..
  • bir konunun insan beyninde i$gal ettigi yer yuzdesi..
  • aşırısı sıkan, orta yolu bulmanın zor olduğu, bulunduğu sanıldığında ise soğuk insan damgası yemeye sebep olan ne idüğü belirsiz kavram.

    mesela bir insan. yakınsın. ya da o yakın sen uzaksın. her gün görüyorsun. her gün. gerek var mı? yok. teknoloji öyle ilerlemiş ki, boğulmamak mümkün değil. ya da habersiz kalmak. en geneli sokak. görmek istemezsin, görmezsin. daha özeli, cep telefonu. kapatsan, ev telefonu. fişini çeksen, internet. bir yerde mutlaka görüşülecek. konuşulacak, yazışılacak. insanlar ikiye ayrılıyor bu durumda, benim gözümde. ilgi bekleyenler, ilgisiz kalmak isteyenler. ilgi bekleyenleri memnun etmek çok zor. her an iletişim bekliyorlar. kafa dinlemek terimi onlara çok uzak. ya da biraz yalnız olma isteği. kilometreler ötesinden, ya da iki sokak ötesinden. hatta mümkün olsa, galaksiler ötesinden.. hiç farketmiyor. artık kimse sessizlik istemiyor. peki sessizlik isteyen? o mu? çok soğuk bi insan ya. ortalarda da görünmüyor, niye ki? benle bir sorunu var herhalde. ya da kafasından sorunu var. hayır, bence senin sorunun var. yalnız kalamama sorunu. iki dakika susamama sorunu.

    kavga etmeyelim evet, hadi susalım. susalım mı? çok da güzel susarım. bi deneyelim bakalım. bir iki üç, tıp!
  • belli ettiginizde, geri donusu olmayan seylere yol acan bir sey ilgi.. daha adim bile atamadan, karsi tarafin geri adim atmasi icin firsat yaratirsiniz. kimbilir, belki de en iyisi bu tabi..
  • kızların hep beklediği şey.
  • acıyı veren
    senin ondan
    benim senden
    onun benden
    beklediği

    .......
    şiir biçimindede belirtebiliriz
  • kamuyazismalarinin (bkz)'ı

    kamudaireleri, kendi aralarinda yaptiklari yazismalarda karsi tarafin bilmesi gereken, malum konu ile ilgili daha once yapilmis butun yazısmlarin birer tane fotokopilerini de yaziya eklerler ve bunlarin herbirine bir numara vererek yazi icinde gectigi yerlerde parantez icinde boylece bir bkz vermis olurlar.

    soz konusu bkz larin bos cikmasi ise asla sozkonusu degildir zira her yazidan birer tane fotokopi mutlaka eklenir yazinin ilisigine.

    lafi fazlaca dondurup dolastirmadan, hemen bir ornek ile pekistirleim isterseniz, buyrunuz efendim.

    sayi : stms.b.11.10.15/1965
    konu :

    eksisozluk moderasyon dairesi baskanli'gi
    suser isleri servisi sefligi'ne

    ilgi : a) 1905 sicil numarli suser amy lee'nin 03.11.2012 tarihli dilekcesi,
    b) servisimizin 13.11.2012 tarih ve 1923 sayili yazisi,
    c) suser ve sosyal isleri servisinin 25.11.2012 tarih ve 1979 sayili yazilari,
    d) 1905 sicil numarali suser amy lee 'nin 01.12.2012 tarihli talepnamesi;

    sozlugumuz suserlarindan 1905 sicil numarali altinci nesil azimli yazar amy lee servisimize sundugu ilgi`(a):iste bir bkzdilekcesinde 23.12.2012` tarihi itibariyle gezegen sinirlari disinda olacagindan kendisine 3 gun sureyle idari izin verilmesini talep etmis ve servisimiz tarafindan konu ilgi `(b):bkz2yazimiz ilesuser` ve sosyal isleri servisine iletilmis ancak, tarafımıza cevaben yazilan ilgi`(c):bkz3yazi ilesuserinkarmasinda ciddi bireksi` ye dogru gidis gozlendiginden dolayi izin verilemeyecegi bildirilmistir.

    bu kerre suser ilgi `(d):bkz4yazisi ilesozluktekarmaninneye gore kime gore belirlendiginin belli olmadigini belirtereksuser` ve sosyal isler servisi sefligi'nin ilgi (c) yazisina itiraz etmekte ve konunun daireniz baskanligina iletilmesini talep etmektedir.

    suserin ilgi talebi ile ilgili ne gibi bir islem yapilacagi husunda servisimize talimat verilmesi hususunu takdirve tensiplerinize arz ederiz.

    imza imza
    simultane sefire hararet durruk
    database servisi sef yard. database servisi sef v.

    ek : 4 adet yazi.
  • kadınlardaki görecelik katsayısı, pi sayısının o virgülden sonra uzadıkça uzayan sayılarıdır.

    karşındakine fazlaca verirsin, ''beş yaşındaki çocuk muyum!?'' olur,

    az gösterirsin, ''hiç ilgilenmiyorsun.. bu nasıl sevgi!?'' olur;

    kararında gösterirsin, ''hiç doya doya yaşayamadım..!'' olur.

    (bkz: kadınları anlamaya çalışmak)
  • çekirdeğin içindeki.
    incir çekirdeği bir yanda, dünyanın çekirdeği diğer yanda.

    süveyda ise, bir kara delik, doymak nedir bilmeyen.
hesabın var mı? giriş yap