• "isteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğimi fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiilerin daimi bir mesulünü bulmuştum: buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... içimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... içimizdeki şeytan yok... içimizdeki aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç birşey: hakiklatleri görmekten kaçmak itiyadı var..."

    bu romanı okuduktan sonra türk edebiyat tarihinden hızla gelip geçen sabahattin ali gibi bir yazarın, yaşadığı dönem içerisinde anlaşılamayan kadrinin kurbanı olmasına nasıl müsaade edildiğini anlayamamanın derin hüznünü bu yaşımda daha yeni hissediyor olmam beni utandırmaktadır.
    içinde yaşadığımız toplumun yitirilmiş değerlerine bu kadar yabancılaştığını görmek çok acı.
  • kitapta gecen bir paragraf su siralar turkiye'nin icerisinde bulundugu durumun kokenini duru bir sekilde anlatir.

    --- spoiler ---

    "insanlarin en zayif taraflari, sormadan, arastirmadan, dusunmeden, kafalarini patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayulleridir. dunyadaki yalanci peygamberleri yetistirmek ve beslemek icin en iyi gubre, iste bu bilmeden inanmak icin cirpinan kalabaliktir. "

    --- spoiler ---
  • usulca fısıldar kulağımıza içimizdeki şeytan: 'kötülük iyilikten her zaman daha dürüsttür. kötülüğün doğasıdır dürüstlük. kimse mahsuscuktan kötülük yapmaz. işte bu yüzden bütün günahlarımız masumdur.' (bkz: şeytanın fısıldadıkları)
  • sık sık aklıma gelen bir bölümü var, buraya not düşmek lazım.

    --- spoiler ---

    istanbul'dan ayrılmak istemiyoruz fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz? üç beş cadde ile bir o kadar da kahveden başka ne biliriz? fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz... en kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim... bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır... biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz... hepimizi istanbul'a bağlayan sadece bu... burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkanına malik... bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!...

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---
    sabahattin ali'nin kurk mantolu madonna adli romanindan sonra okudugum ikinci kitabi. o kitaptan sonra heralde yazarin tuttugu bakkal defterini bile alip okurum dusuncesi kafamdan hala silinmedi. ama tabi kurk mantolu madonna kadar aklimda unutulmaz, guzel tadlar birakmadi. nedenine gelince sanirim, anlatimdan, olaydan, usluptan degil. zira bunlari yaziya doken ya da olusturan ayri kisiler degil, yine sabahattin ali'nin kendisi. bence sorun kisilerden kaynaklaniyor. kurk mantolu madonna'da kendimi yerine koymak istedigim insan "raif bey", ya da bu dunyaya disi olarak gelsem yerinde olmak isteyecegim kisi "maria puder" yok. yani asmis insanlarin kitabi degil bu. hayalimde canlandirdigim sorunsuza yakin insan tiplemelerini canlandirmamis sabahattin ali bu romaninda. aksine muskul kisiler var. her ne kadar ozunde iyi kimseler olsa da romanin kahramanlari omer ve macide gencliklerinin, cahilliklerinin ve caresizliklerinin kurbani oluyorlar bu romanda. insanin icinde okurken hep bir ezilme oluyor. en basindan beri anliyorsunuz bu romanin mutluluk ve mantik uzerine kurulu olmadigini. fakat kitabin cok kucuk bir bolumunde bahsi gecen bir insan var ki iste o insan uzerine eminim ki en az kurk mantolu madonna kadar can alici bir kitap yazilabilir.bu zat kitabin en asmis en gormus gecirmis karakteri olan veznedar hafiz husamettin bey'dir. bugun merhum sabahattin ali hayatta olsa kendisine yoneltecegim birkac cift sorunun bas kahramani eminim ki bu veznedar olacaktir. iste kitapta en cok gozlerimin dolmasina ve "kitabi iyi ki elimde tutuyorum." dememe sebep vermis o mukemmel sozlerin sahibi veznedarin agzindan:
    - aferin evlat iyi etmissin! sonra zamanini da iyi intihap ettin. maalesef seni bos ceviremeyecegim. mademki iki esnaf karsi karsiyayiz, acikca konusalim.. dun gelsen metelik alamazdin, seni tekme ile kovardim. yarin gelsen beni bulamayacaktin. seytan sana fisildamis heralde... mubarek olsun... ben bu ise daha fazla dayanamayacagim... bir nihayet vermek lazim... bu sabah kararimi verdim. kasada epeyce para var, bir miktarini, daha dogrusu yuklenebidigim kadarini alip eve coluk cocugun nafakasi olarak birakacak, ondan sonra da basimi alip gidecektim. seytan nereye cagirirsa oraya. bu dunyada baska turlu olmak neye yarar? dunyayi bizim kayinbirader gibi adamlar istila etmis... benim gibi bir acizin debelenmesi fayda verir mi? bes cocukla bir kariyi surundurmeye ne hakkim var... sen simdi bu sozlerinle benim kararimi takviye ettin... sana tesekkur borcluyum evlat... bana dunyanin hakikaten suratina tukurulmeye bile degmez oldugunu ve bu dunyada suratina tukurulmeyecek bir tek, ama bir tek insan bile bulunmadigini saglam bir sekilde ispat ettin. boyle biri olsa bu sen olurdun ve simdi buraya gelinceye kadar icimde bir suphe vardi. su kainatta belki bir de iyi taraf vardir, fakat gormek bize nasip olmuyor diyor ve seni dusunuyordum. bir daha tesekkur ederim. beni bos hayallerle avunmaktan, yaptigima pisman olmaktan kurtardin. ben de kendimi, adam tanir birsey zannederdim. senin suratina bakinca melanet dolu ruhunu gorecegime yuregi carpan bir insan goruyordum. nah, bunak kafa... al su iki yuz elli lirayi, beni kimseye ihbar etme. yarina kadar sukut hakki olarak veriyorum. ondan sonra israfil'in borusunu al eflake ilan et... vecibtaala polis olup gelse beni bulamayacak. yalniz senden bir ricam var... namusuna guvenerek istemiyorum. kendin icin de faydasi yoktur, belki zarari olur da ondan soyluyorum: paralari alip eve verdigimi agzindan kacirma... nereden biliyorsun diye belki seni de isin icine karistirirlar... merhametten degil, ihtiyaten sus... simdi arabani cek... namussuz insan surati seyretmek istemiyorum. kendim kendime yeterim... durma... defol!...

    icimizdeki seytan

    bu arada sonradan okudugum yazilarda bu kitapta nihal atsiz ve peyami safa'ya yapilan gondermeler, hatta kitabin bazi karakterlerinin (mesela omer'in en yakin arkadasi nihat'in nhal atsiz'a benzetilmesi) bu kisilere benzetilmesi de kitabin siyasi yonudur. hatta nihal atsiz daha sonradan 1940'ta bu kitaba ithafen icimizdeki seytanlar adi altinda brosurler yayinlamis.

    --- spoiler ---
  • oğuz atay'ın referans gösterdiği kitaplardan bence en önemlisi. çünkü atay kitaplarına yedirilen 'sürekli olarak kendiyle hesaplaşma halinde olma', içimizdeki şeytan'da da ömer adlı karakterin en belirgin özelliğidir. gündelik yaşam olanca hızıyla akıp gider; fakat ömer herkesten iki kat fazla yorulur. çünkü ömer 'düşünmekte'dir. arpacı kumrusu gibi, söylenen her sözde, kaçırılan her bakışta mana arar, durur. atay'ın bir kahramanı selim ışık'a söylettiği gibi: "anlam kadar hayatı zehreden bir kavram yoktur" aslında.

    kitapla ilgili hatırladığım başka ayrıntılara geçeyim (okumayan okumasın -yani 'kitabı okumayan' aşağıdakileri 'okumasın'-):

    adalar'ı betimlerken 'şişirilip denize bırakılan tulumlar' gibi bir benzetme kullanmış ki, onu okuduktan sonra ne zamana adalar'a baksam aklıma bu benzetme geldi.

    vapurdaki kız fenomeninin tesadüfler silsilesiyle aşka dönüştüğünü görüyoruz romanın başında.

    hep tanıdık mekanlarda (fındıkzade, yenikapı, laleli, sultanahmet, sirkeci, cağaloğlu, eminönü, eski galata köprüsü, karaköy, tophane, cihangir, beyoğlu) geçiyor olması hayal gücüyle destek veriyor romanın okuyan nezdinde bıraktığı ize.

    çorap çalma sahnesinde (sahne diyorum çünkü öyle ayrıntılı ve başarılı anlatmış ki sabahattin ali, yaşananları tüm yönüyle gözde canlandırmamak olası değil) yüreğimiz ağzımıza geliyor; macide ile ömer tophane açıklarında kiraladıkları kayığın içinde mehtapta oynaşırken hiç yaşayamayacağımız bir aşkın özlemini soluyoruz; nihat ve tayfasının (ki burada nihat olarak sözü edilen, nihal atsız'ın ta kendisidir, atsız'ın bu romana cevaben ağır bir yazısı da bulunmaktadır) kendi pislikleri içinde nasıl debelendiklerini ve debelendikçe battıklarını görerek acıma duygusuna kapılıyoruz; veznedar'ın türk roman tarihinin en efsane tiratlarından biriyle ortadan yok oluşunun ve bir daha meydana çıkmayışının şaşkınlığı tüm roman boyunca yakamızı bırakmıyor; hayatı, 'düşünme, karar alma ve uygulama' olarak üçe ayırdığımızda, düşünme kısmını filozoflara taş çıkartırcasına sağlıklı ve sağlam biçimde icra eden ömer'in, karar almada aynı başarıyı sürdürmesine karşın, uygulama kısmında nasıl bu kadar bocaladığına anlam veremiyor, o'nun adına kahroluyoruz.

    bedri ve macide'nin gittikleri son sahnede, ömer'in yaralı bir hayvan gibi onları izlemesi, sanırım duygusal olarak bir kitabın beni ulaştırdığı en dip noktalardandır. içim dağlanmıştı be!
  • --- spoiler ---

    burada son sayfada ömer gidiyor ya. hani her şeyi bırakmak zorunda olduğunu hissederek, bir çok şeye en çok da kendini tanıdığını sanmasına yenilerek, sevdiği ama türlü hatalarla kendinden uzaklaştırdığını ama hala da tarafından sevildiğini bildiği kadını hem de bir başkasına emanet edip gidiyor ya, sonra o kadın ve diğer adam giderlerken, sevdiği kadın tıpkı evvel zaman önce kendi kolunu sıkıca kavradığı gibi adamın kolunu kavramışken bi anda arkalarında yürüyor da sevdiği kadın hisseder gibi arkasını döndüğünde göz göze bile belki gelemeden hemen gerisin geriye dönüyor da kayboluyor ya yokuşa doğru yürüyüp, daha hazin bi ayrılık anı okumamışım gibi geliyor; ömer'in o an gömüldüğü ya da onun içine gömülen hüznün, hani yazarın 'başı biraz öne eğilmiş ağır adımlarla..' diye tasvir ettiği o anın sadece bir kaç cümleyle okuyana nasıl bu kadar sahici geçebildiğine şaşkınlığım bi cevap bulamıyor; macide'nin son kez gördüğünde bi an duraksadığı vakit arkasından koşup gitsin istediğim o adamın, yani ömer'in, yüzünü bile görmediğim bi roman karakteri olduğuna inanasım gelmiyor; o iki gencin ayrı yolların uzantısında yürüyüp gidişlerini okurken hissettiğim çaresizlik, sonlara doğru sadece bittiği içinken, bi anda kitabın bitişinin üzüntü vermesinin tek sebebi oluveriyor.

    --- spoiler ---
  • sabahattin ali'nin cok sevdigim, hayranlikla, begenerek, surekli bir heyecanla okudugum romani.

    felsefe okuyan bir adam, asik oldugu ve ona asik konservatuarda piyano ogrencisi uzak akrabasi bir genc kiz, ikisinin arkadasi piyano hocasi bir genc adam ve istanbul, ve pohpohlanmayi, ahkam kesmeyi seven bazi gatezeciler, politikacilar, hukukcular ve onlari dinleyen, aidiyet ve pohpohlanma arayan birkac universite ogrencisi. toplum ama en cok da birey elestirisi var romanda. ask var. cok guclu bir kadin karakter var; hem de hem kadin, hem guclu -yani oyle erkegin kadin adi altinda sunulani degil.

    bir kere daha, kitabin kendi deyisiyle:
    "halbuki ne saytani azizim, ne saytani? bu bizim gururumuzun, salakligimizin uydurmasi... icimizdeki seytan pek de kurnazca olmayan bir kacamak yolu... icimizde seytan yok... icimizde aciz var... tembellik var... iradesizlik, bilgisizlik ve bunlarin hepsinden daha korkunc bir sey: hakikatleri gormekten kacmak itiyadi var..."

    her daim basucunda tutmali ki baktikca silkinip kendimize gelelim.
  • "kustum öz ağzımdan kafatasımı."*
    "tükürdüm gözlerimi ağzımdan boncuk gibi."*

    *
  • oğuz atayla peş peşe okununca garip bir şekilde iç burkma dozu artan, kendini sevmeyi öğrenememiş ömer'le, birey olma kararını vermeye çalışan macide'nin, ve çevrelerindeki entel bozması yahut elalem ne der bağnazı insanların hayatıyla çok başarılı bir psikolojik değerlendirmeler taşkını, sabahattin ali romanı.
    arkadaş, bunları yazan adamlar 40'lı yaşlarında öldüyse ve biz 30'lara geldiğimizde yazdıklarımız belliyse, kendimizden ümidi kesmek mi lazım, nedir?
hesabın var mı? giriş yap