• filmi verdiği temel mesaj olan "maneviyat ve bilime dair bir diğerini tümden reddeder keskin tavır yıkıcı olabiliyor"u beğendim. bence günümüzde yaygın ve aşina olduğumuz bir tema. lakin konuyu özetlemeye çalışınca garip durduğunu itiraf etmem gerek:

    --- spoiler ---
    ian ateist bir bilim adamıdır. bir partide seviştiği hatunu bulmaya kafayı takar. bulamayınca bir süre ateistliğini kenara atıp spiritüel bir yolculuğa çıkar. bu şekilde hatunu bulduktan sonra "ha bu arada ben sadece kanıta inanırım" diyen kazma bilim adamı haline geri döner. sonra sevgilisi ölür. biraz kötü olur. kendisine taziye ziyaretine gelen bilim kadınıyla sevişir. bu ona iyi gelir. evlenirler aradan 7 yıl geçer. çocukları olur. yale üniversitesi "acaba ruh var mı? bu kusursuz kainat kendiliğinden yaratılmış olabilir mi?" konulu bir araştırma yapmaktadır. bu iki sıkı bilim adamı ve kadını da buna ikna olur. sonunda adam dayanamaz ve 7 yıldır sakladığı ölen hatunun film arşivini açıp 31 çekmeye başlar. karısı bunu bu halde basar. der ki "sen bi hindistan'a git iyi gelir açılırsın". adam spiritüel bir yolculuğa çıkar. sokakta bulduğu gözleri ölen ex'ine benzeyen 7 yaşında bir hintli kızı elinden tutup otel odasına çıkarır. karısına skype açar, bu kızı gösterir. dünyanın en bilimsellikten uzak testini yapar. neyse sonuçta bu bi şekilde bu kızın eski sevgilisi olduğuna ikna olur. beraber güneşe doğru yürürler. noluyo lan?
    --- spoiler ---
  • "yolda bir solucan var. yanından geçip gidiyorsun. solucan senin kendini akıllı olarak değerlendirdiğini biliyor mu? solucan, senin aklın hakkında herhangi bir fikre sahip değil. çünkü sen, solucandan çok daha akıllısın. bu sebeple de, solucan, kendisinden daha akıllı bir şeyin yanından geçtiğinin farkında değil. bu da beni aynı konseptte düşünmeye itiyor, acaba bizim yanımızdan da üstün varlıklar geçip gidiyor olabilir mi diye. belki de onlar da bizimle ilgilenmiyor, çünkü biz onlara göre iletişime geçmeyi düşünmek için çok aptalız. solucanın yanına gidip "of, acaba solucan şu anda ne düşünüyordur?" demiyoruz. demeyiz. böyle bir şey aklına bile gelmez. sonuç olarak, dünya dışı varlıkların veya metafizik ögelerin bizi neden hala ziyaret etmediğine dair en iyi kanıt; onların aslında bizi izlediği ve dünyada zeki bir yaşam olmadığına karar vermeleri olması gerekir." neil degrasse tyson
  • edwin abbott abbott, "flatland" adını verdiği ve 1884 yılında yayınladığı novellasında bizleri iki boyutlu bir evrene konuk ediyordu. bu iki boyutlu evrenin bir sakini olan "kare", bir gece rüyasında tek boyutlu bir evrene seyahat ettiğini ve orada o evrenin kralı ile tanıştığını görüyordu. gittiği tek boyutlu, yani düz bir çizgiden ibaret olan evrende tanıştığı bu hükümdara bir türlü ikinci bir boyutun varlığını anlatamıyor, onun tek boyutlu ufkuna yeni bir boyut kazandırmayı başaramıyordu. aynı "kare", eserin ilerleyen bölümlerinde, üç boyutlu dünyadan gelen bir "küre" tarafından ziyaret ediliyor ve bu sefer bizzat kendisi, kendi irfanının hududunu çizen iki boyutluluğun ötesinde üçüncü bir boyutun varlığına ikna olmaya karşı var gücüyle direniyor, y ekseninde hareket etmeyi başaramayan, yalnızca x ekseninde harekete alışkın gözlerinin önüne serilen ve "üçüncü boyut"un somut varlığına işaret eden tüm kanıtlara karşın, kendisine üçüncü boyutun vahyini veren "küre"ye «fool*! madman*! irregular*!» diye bağırmaktan çekinmiyordu. ne var ki, gözleri önündeki açık gerçeği inkara daha fazla devam edemiyor ve gözlerini y ekseninde hareket ettirmeyi en nihayetinde başarıyordu.

    mike cahill, "i origins"te izleyiciyi "flatland"e benzer bir evrene konuk ediyor. ama burada abbott'tan ayrı bir yol izleyip izleyicisini "mevcut boyutların sayısı" yerine "mevcut duyuların sayısı" konulu bir tartışmaya tanık tutuyor. hatırlayalım; "flatland"in başkişisi "kare", iki boyutlu bir evrende yaşıyor, boyutsuz ve tek boyutlu evrenlerde yaşayanlara istihza ile bakıyor ama iş üçüncü boyuta geldiğinde diğerlerinden beklediği aynı açık fikirliliği sergilemeyi başaramıyordu. "i origins"in başkişisi dr. ian, tanımlı beş duyudan ibaret bir evrende yaşıyor, kendisinden daha az duyuya sahip olan canlıları (misal, yalnızca iki** duyuya sahip solucanları) açıkça hakir görüyor, ne var ki, tıpkı kendisine üçüncü boyuttan haber veren "küre"yi delilikle suçlayan "kare" gibi, kendisine altıncı bir duyunun mevcudiyetinden söz açan sofi'yi çocuklukla itham ediyor. sofi, bu yeni duyunun varlığını kanıtlamakta yetersiz kalınca, onu görmesini sağlayacak gönül gözünden de yoksun olan dr. ian, kendisini bütünüyle ikna edecek olan çeşitli spiritüel olayların eşiğinden içeri adım atarken buluyor kendini.

    evet, kulağa güzel geliyor, değil mi? hayli yaratıcı, hayli esinleyici, hayli ufuk açıcı geliyor, değil mi?

    değil. yani evet; yeni boyutlara, yeni duyulara açıklık, muhafazakarlıktan oldum olası nefret eden ve her türlü inancın karanlığına karşı kendisini aklın ve deneyin aydınlığına adamış insanlar için olmazsa olmaz bir nitelik ama sap ile samanın birbirine karıştırılmasına karşı durmak da böylesi insanlar için bir görev. iki boyutlu bir evren modeli, fiziğin konusudur. buna eklenecek üçüncü bir boyut da yine fiziğin ilgi alanına girer. aynı şekilde, beş duyulu bir insan modeli, fiziğin konusudur. buna eklenecek altıncı bir duyu, öznesi-nesnesi her ne olursa olsun, yine fiziğin ilgi alanına girecektir, metafiziğin değil.

    mike cahill, "i origins"te, christopher nolan'ın "interstellar"ın ilk yarısında yaptığı gibi, kurgusunun bilgi kantarındaki ağır yükü, inanç kantarına yerleştirdiği karakterlerle dengelemeye çalışıyor. materyalizm'in yılmaz savunucusu ve sözcüsü olarak tanıdığımız dr. ian'ın sayılardan ve istatistiklerden ibaret olan hayatına evvela sayısal rastlantılar*, ardından da istatistiklere dökülemeyecek güzellikte gözlere sahip olan, bir "yin" olarak dr. ian için "yang"ı temsil eden ve böylelikle kadim diyalektiği tamamlayan sofi adında spiritüel bir ruheşi dahil ediyor. ispanyol-fransız kırması bir nemf olan astrid berges-frisbey tarafından canlandırılan bu karakter, tıpkı "flatland"de "kare"nin hayatına girip onun iki boyutlu evrenini alt-üst eden üç boyutlu "küre" gibi, dr. ian'ın materyalistliğini, ona ruhani meselelerden bahisler açarak ve onu altıncı bir duyunun varlığına ikna etmeye çalışarak kendince yumuşatmaya ve ruhanileştirmeye çalışıyor. fakat mike cahill, metafiziğin fiziğe dökülmeden kanıtlanabilecek bir şey olduğunu sandığı için, metafiziğin üzerinde tek kelime laf etmeye dahi imkan vermeyen zifiri bir karanlık olduğunu bilmediği için, bir materyalist olarak dr. ian'ın önünde sofi'yi metafiziği işaret eden bir peygamber olarak konumlandırıyor ve böylelikle dr. ian'ı haklı çıkarıyor çünkü mike cahill sahiden de beyhude bir çabayla çocukça bir işe kalkışıyor ve sap ile samanı birbirine karıştırma yolunda sofi'yi sahiden de çocukça konuşturuyor.

    ve ben şunu da anlamıyorum: bilgiyi inanç ile harmanlamaya yönelik bu arzu neyden kaynaklanıyor? bizleri, dr. ian'ın deyimiyle, "painfully vacant"* bir halde bırakan varoluşsal bunalımlarımızın ruhaniyete yönelimle dolacağına yönelik bu güçlü inanç kökünü neyden alıyor?

    christopher nolan, "interstellar"da, cooper'ı bir boyuttan bir boyuta savurup dururken «akıllı bir yaratıcı var mı?» sorusunu sürekli olarak gündemde tutuyor fakat hikayenin son katları çıkılarken ve bizler tüm yolların bir "tanrı"ya çıkacağına handiyse ikna olmuşken, aniden direksiyonu kırıyor ve cooper'ın diliyle şöyle diyordu: «onlar, yani "akıllı yaratıcılar", bizden başkası değil!» ne var ki mike cahill bunu yapmıyor. hikayesinin ilk cümlesinden son cümlesine kadar kullandığı her bir kelime ile tek bir şeyi, "tanrı"yı işaret ediyor. ama ne yazık ki bunu felsefe bilen bir insandan beklenenin tam aksi biçimde, yani metafiziği fizik ile yüz-göz ederek yapmaya çalışıyor. ama beş duyulu insanlığa altıncı bir duyu tanıtlama gayesiyle çıktığı 106 dakikalık bu yolculukta ne altıncı duyuya yönelik, ne de tanrıya yönelik dikkate değer bir şeyler söylemeyi başarabiliyor.

    ve evet, fiziğin yalnızca fiziğe ayna tuttuğu "another earth" gibi bir güzelliğin ardından çekilen bu "berbat edilmiş bir kasa incir" karşısında insan, derin bir üzüntüye kapılmadan edemiyor. film nihayete erende insanın umurunda kalanlar, birbirinden güzel gözlerden çekilmiş onlarca makro fotoğraf, frisbey nam su perisinin duru güzelliği ve trésor nam parfümün kokusuna dair duyulan güçlü bir merak oluyor. [edit: ha bir de the do güzelliği "dust it off" ve ilgili sahne var tabii. kulaklarında olivia merilahti'nin sesi, dudaklarında astrid berges-frisbey'nin tadı olacak, sonra ne dert kalacak ne tasa...]
  • göz doktoru* arkadaşımla şans eseri bulup, konusu hakkında hiçbir fikrimiz olmadan izlediğimiz, izlerken derin derin düşündürebilen, bilim ve inanç konularını ele alan, "filmler hep keşke böyle olsa" dedirten filmdir.

    insanların tamamen hassaslaştığı ve karşı görüşlerden rahatsız olduğu bir konuyu, bu kadar objektif bir biçimde, hiçbir tarafı (bence) rahatsız etmeden sunabilmesi, oldukça değerli bir durumdur. inanan biri filme bir pencereden bakarken, inanmayan biri ise filme tamamen farklı pencereden bakabilmekte izlerken. ve en önemlisi de bu farklı iki kişinin birbirinin pencerelerini görebilmelerinin sağlanması.

    inançlı/inançsız herkeze tavsiye edilir.

    izlemeden önce opsiyonel olarak (bkz: apofeni).

    --- spoiler ---

    kendi hayatımdan kısa hikaye: toronto'da 2007'den 2012'ye kadar beraber yaşadığım, ilişkilerimin oldukça iyi olduğu o zamanki ev sahibim beklenmedik bir kaza sonucu vefat eder (bkz: su zehirlenmesi). durumu öğrenen aile ve dostları başımız sağolsun için bizim eve doluşurlar. misafirlerden biri rahmetlinin üvey kızı gibidir - karen - ve kazadan en çok etkilenen kendisidir.
    aradan bir ay geçer. karen tekrar eve gelmiştir. önceki haftalardakine rağmen daha güler yüzlüdür. kazanın şokunu belkide üstünden sonunda atmıştır derken hikayeye girer: bir arkadaşının tavsiyesi üzerine toronto'nun ünlü bir falcısına gitmiş ve durumu anlatmıştır; rahmetliye bir elveda bile diyemediği için uykuları kaçmış, öğretmenlik yaptığı okula gidemez olmuştur. falcı, karen'a endişelenmemesini söylemiş ve rahmetlinin kendisiyle çok yakın bir zamanda bir şekilde irtibata geçeceğine ve gözlerini mutlak suretle açık tutmasına ikna etmiştir. karen o hafta okuluna gider, sınıfıyla tenefüse çıkar ve bahçede yürürken öğrencilerden biri kendisine kanada kışının tam ortasında, bahçede bulduğu bir çiçeği getirir. bu çiçek rahmetli ve karen arasında özel bir anlam taşıyan çiçektir ve karen yeniden göz yaşlarına boğulur. falcının tıpkı dediği gibi rahmetli karen'a selam etmiştir ve karen'ın elvedasını kabul etmiştir.

    filmle bağlantısı ve alternatif film sonu hipotezi:
    filmde küçük kızın test edildiği sahnede, kızın seçtiği her obje, filmin başkahramanı tarafından değerlendirilmekte ve true ya da false sonucunu ortaya çıkarmakta. baskahraman true ya da false dedikce, oksuzlugunden oturu yillardir ilgiye muhtac kalmis kucuk kiz, gelen her true icin sevinmekte, ve her false icin uzulmekte. test bittikten sonra esyalarin artik toparlanmis olup asansore dogru ilerlenen bolumde kucuk kiz, testten de inconclusive bir sonuc almanin pismanligiyla, umudunu iyice kaybetmis durumda.
    asansorun tusuna basilir. asansor kata gelir. saatlerin ayrilik vaktini - oksuzluge geri donus vaktini - gosterdigini bilen kiz cigligi basar. kazada eski sevgilisini kaybetmis baskahraman bu noktada "inanir".

    (bkz: apofeni)
    (bkz: false pattern recognition)

    --- spoiler ---
  • hakkında çok şey yazmak istiyorum ama gece gece ağzıma sıçtığı için halim yok.

    çok ağlayan biri değilimdir. ilk aşkımdan ya da 4 senelik ilişkimden ayrıldığımda falan 1-2 dakikalık gözyaşı dökmüştüm sadece ki en çok ağladığım durumlar onladır heralde.

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---
    ama kızın asansörü gördüğündeki bağırışlarıyla önceki sahnede dolan gözlerim boşaldı. olur dedim güzel senaryo. ama daha önce hiç yaşamadığım birşey oldu. ağlamam giderek arttı, sahneler geçti, credits geldi ben hıçkırmaya başladım. credits bitip bazılarının kaçırdığı o sahne başlayana kadar da durmadı ağlamam.

    ben hayatımda ilk defa hıçkırarak ağladım. dinle alakası olan bir insan da değilim, kendimi bildim bileli de olmadım. bilim ve felsefe, standart bir ilgilinenin alakası ne kadarsa o kadar tanıdık benim için. belki de ruhaniyetle ilgim olduğundan değil tam tersine hiç olmadığından koydu bana film.

    bu kafayla ne kadar yazarsam o kadar saçmalayacağım. bu yazıyı okuyacaklara acırsam ilerde editlerim belki.

    ayrıca hoş bir detay, credits'ten sonra gelen sahnede john f. kennedy'nin eşi jackie kennedy'nin gençlik/ankara'da reenkarne olduğu görülüyor. ben de dahil olmak üzere film'de türkiye bahsi geçince sevinenlere müjde.

    http://i.imgur.com/hb1cdfv.jpg

    --- spoiler ---
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    salomina'nın test sonuçları şöyle gidiyor;

    (a)lpha-doğru
    (b)eta-doğru
    (c)harlie- doğru
    (d)elta-yanlış
    (e)cho- yanlış
    .
    .
    d - h arasını yanlış yapıyor. ancak sonra ı'ya gelince

    (ı)ndia-doğru

    sonra yine l harfine kadar yanlış ve ....

    (l)ove-doğru

    yine yanlış cevaplar..

    (u)niverse-doğru

    '(ı) (l)ove (u)' -(l)ove ıan and karen'in modifiye edilmiş grek alfabesinden geliyor.

    sofi, salomina üzerinden bir şey söylemeye çalışıyor olabilir mi? :)

    alıntıdır
    --- spoiler ---
  • "ateist bilim adamı yine göt oldu" temalı eser.
  • --- spoiler ---

    en sondaki reenkarneleri teker teker durdurup, jacquline kennedy'nin ankara gençlik'te reenkarne olduğunu tespit eden kişiye oha diyorum. işin gücün yok mu kardeşim?

    --- spoiler ---
  • iki kisinin iris scan sonucu ayni cikinca ne yapiyoruz ? goz taramasi sonucunu digitize eden algoritmayi gozden gecirmek yerine, asagidaki sekilde ilerliyoruz tabii ki :

    goz taramasinin unique olmasi gerekiyordu, ama degil ===> bilimin aciklayamadigi bazi seyler var ====> o halde ruhlar muhlar enerji spiritualizm.

    yonetmenin adi mike cahillmis. tesaduf mu? elbet degil.
  • yazının tamamını blog'umdan okuyabilirsiniz

    mike cahill, ı origins’te belki de dünyanın en merak edilen sorusunu soruyor: öldükten sonra yeni bir bedende tekrar var olabilecek miyiz?

    --- spoiler ---

    bu sorunun cevabını kahramanımız yüce insan alan watts’tan alalım:

    yani öldüğünüzde, sonsuza dek sürecek olan bir yok oluşla karşılaşmayacaksınız. çünkü bu bir deneyim değil. pek çok insan öldüğünde, karanlık bir odada sonsuza kadar kilitli kalacağını ya da buna benzer bir şey yaşayacağını düşünüyor.
    ama dünyadaki en ilginç şeylerden birisi de –ki bu yoga’dır, bu bir kavrayış yoludur- uyuyup hiç uyanmadığınızda nasıl bir şey olacağını düşünmektir. bunu bir düşünün.
    bu dünyanın en büyük harikalarından biridir. uyuyup hiç uyanmadığınızda nasıl bir şey olabilir?
    bunu uzunca bir süre düşününce bir şeyi daha fark edersiniz. aklınıza yeni bir soru gelir: hiç uyumadan uyanmak nasıl bir şeydir? işte doğum böyle bir şeydir.
    gördünüz mü? hiçbir şeyden bir deneyim yaratamazsınız. doğa boşluktan nefret eder.
    yani öldükten sonra olabilecek tek şey, doğduğunuzda yaşadığınız aynı deneyim ya da bu deneyimin bir benzeridir.
    diğer bir deyişle, insanlar öldüğünde başka insanlar doğduğunu çok iyi biliyoruz. ve bunların hepsi sizsiniz. ama bu deneyimi, her seferinde sadece bir defa deneyimleyebiliyorsunuz.
    herkes ben, siz de biliyorsunuz ki siz sizsiniz; galakside daha başka hangi canlılar olursa olsun, bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. siz onların hepsisiniz. ve onlar hayat bulduklarında, bu demek siz hayat buluyorsunuz.
    şunu çok iyi biliyorsunuz ki, geçmişi hatırlamak zorunda olmadığınız gibi aynı şekilde tiroid bezini nasıl çalıştırdığınızı da bilmiyorsunuz.
    güneş ışığının nasıl parlamasını sağladığınızı bilmek zorunda değilsiniz. sadece yaparsınız bunu işte. aynen nefes aldığınız gibi.
    size de bu durum şaşırtıcı gelmiyor mu? inanılmaz derece kompleks varlıklar olmamıza rağmen, tüm bunları nasıl yapacağımıza dair en ufak bir eğitim almadan yapabiliyoruz bunları.

    mike cahill de ı origins ile şunu diyor: ben, öldükten sonra ben olarak devam edemesem de, diğer insanlarda ben’den parçalar olacak.

    bilim vs. spritüali

    ı origins’te iki farklı görüşün çarpışmasını izliyoruz. ıan, herhangi bir ruhani tarafı olmayan, tamamen somut kanıtlarla ve verilerle karar veren klasik bilim görüşünü temsil ediyor. ruhani bir tarafı da olan sofi ise, bilimin her şeye cevap veremeyeceğini, bazı cevaplara somut kanıtlar olmadan ulaşılabileceği görüşünün savunucusu olarak karşımıza çıkıyor.

    ıan ve sofi arasında geçen solucan tartışmasında ise bu çatışmayı en net haliyle görebiliyoruz:
    sofi: solucanların kaç duyusu vardır?
    ıan: iki tane. koklama ve dokunma. neden?
    sofi: yani… solucanlar ışığı görmeden ve hatta varlığından haberleri olmadan yaşıyorlar değil mi? onlar için ışık kavramı hayal bile edilemez.
    ıan: evet.
    sofi: ama biz insanlar, biliyoruz ki ışık diye bir şey var. onların etrafını sarıyor, tam üzerlerinde bulunuyor ve bunu hissedemiyorlar. ama küçük bir mutasyonla ışığı hissedebiliyorlar. değil mi?
    ıan: doğru.
    sofi: yani doktor göz, belki bazı insanlar, nadir bulunan insanlar, diğer bir duyuları olacak şekilde mutasyona uğramış olabilir. ruh duyusu. ve bizim üzerimizde ve her yerde bulunan dünyayı algılayabiliyorlar. solucanların üzerindeki ışık gibi.

    çağrıldım

    birçok doğu öğretisinde “çağrılma” diye bir kavram geçer. o da şudur:

    siz varlık sebebiniz, hayatınızın anlamı ya da aşkınız tarafından farkında olmadan çağırılırsınız.

    ıan, sofi’yi o partide gördükten sonra onu tekrar görmek ister. işte o andan sonra bir takım işaretler sonucu sofi’ye ulaşır. sofi ise ona şöyle der: “evet seni ben çağırdım.”

    incil’de jeremiah 33-3’te şöyle bir ifade geçer:
    çağır beni ve sana döneyim. sana daha önce duymadığın harika ve ulaşamayacağın şeylerden bahsedeyim.

    astrofizikçi neil degrasse tyson neden bu alanı seçtiğini şöyle anlatır:
    ben bronx bilim lisesi’ne tesadüfen gitmedim. astrofizikçi olmak istediğimi biliyordum, ama astrofizikçi olmayı ben seçmedim; bir şekilde evren, ben daha 9 yaşında hayden planetaryum’dayken beni seçti. yukarı baktım ve ışıklar kararmış ve yıldızlar ortaya çıkmış ve ben evren tarafından çağrılmıştım.

    hinduizm motifleri taşıyan the legend of bagger vance’te; bagger, junuh’a kendi özgün vuruşunu bulabilmesi için şöyle bir tavsiyede bulunur:
    sopayı sallayışına dikkat et, sanki bir şey arar gibi değil mi? sonunda buluyor. kendini ona göre ayarlamaya çalışıyor.
    odaklanışını hisset. seçebileceği pek çok vuruş var. topraktan, üstten ya da ortadan. ama sahayla uyum sağlayan tek bir vuruş var. ve o vuruş onun kendi vuruşu. ve o vuruş onu seçecek.
    dışarıda her birimizi arayan mükemmel bir vuruş var. tek yapmamız gereken kendimizi onun yolundan çekmek. onun bizi seçmesine izin vermek.

    sülüngiller (phasianidae)

    sofi ile ıan arasında ilginç bir diyalog geçer:
    sofi: sülüngillerin hikayesini biliyor musun?
    ıan: sülün… ne? o da ne?
    sofi: bu bir kuş ve tüm zamanı tek bir an olarak yaşıyor. sevginin ve öfkenin ve korkunun ve sevincin ve hüznün şarkısını söylüyor. ve bu kuş hayatının aşkıyla tanıştığında hem mutlu hem de üzgün oluyor. mutlu oluyor çünkü bu durum hayatının aşkı için daha başlangıç; üzgün oluyor çünkü biliyor ki bu çoktan bitti.
    bu bakış açısı gerçekten de hayatınızı değiştirebilir. tabii nereye odaklandığınıza bağlı. önce nazım hikmet’in gözünden bakalım.

    nazım hikmet’in saman sarısı şiirinde şöyle bir ifade geçer:
    ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan

    başlayan her şeyin bir gün biteceğini düşünerek o şeyden en ufak bir keyif bile almadan hayatımızı mahvedebiliriz.

    ya da başlayan her şeyi nasıl olsa sona erecek, en azından bu şey devam ederken, henüz daha sona ermemişken bunun keyfini çıkarayım da diyebiliriz değil mi? biteceği için ona sıkı sıkıya sarılma fikri yani.

    astrofizikçi neil degrasse tyson şöyle diyor:
    mayıs sineklerini düşünüyorum da, 24 saatten fazla yaşayamıyorlar. onlara göre hayat nasıl acaba? eğer gün ortasında doğarlarsa, bir güneşin doğuşunu asla göremeyecekler. bizim kanıksadığımız şeyleri asla göremiyorlar.
    yani yaşamlarının her bir dakikası, bu bir duvar. bu bir tavan. bu bir ay. bu bir çimen şeklinde.
    karşılaştıkları her şey, bu yaşam deneyimi.

    ben de şimdi bu gezegendeki 75 yılımı alıyorum ve mayıs sineği gibi yaşamak istiyorum. sadece bir günüm olduğunu düşünerek ve her şeyi kabul ederek yaşamak istiyorum.

    yaşadığım bir satori’yi anlatıyım size. (satori, zen budizm’inde “aydınlanma” anlamına geliyor. burada sırf artislik olsun diye kullandım.)
    odtü’de sürekli takıldığım bölümden bir hanım arkadaşım vardı. neredeyse tüm öğlen yemeklerini beraber yerdik. bir gün yine arka bahçe’de buluştuk. ama bu sefer sınırlı bir vaktimiz vardı. onunla yemeğe ayırabileceğim sadece yarım saatim vardı. masadan tam olarak ne zaman kalkacağımı biliyordum. aksi takdirde çok önemli bir şeye geç kalacaktım. işte o arkadaşımla yediğim tüm yemekleri düşündüğümde en keyif aldığım yemeğin bu yemek olduğunu biliyorum. çünkü zamanımız kısıtlıydı, tam olarak ne zaman biteceğini biliyorduk ve işte bu yüzden farkında olmadan elimizdeki yarım saati olabildiğince iyi değerlendirdik.

    şimdi bir düşünelim: elimizde sınırlı bir vakit olduğunda ve o vaktin ne zaman biteceğini bildiğimizde, o vakti en iyi şekilde değerlendirmek için elimizden geleni yapıyoruz. peki ya vaktimiz yine sınırlı olsa ve ne zaman biteceğini bilmesek. her an bitme ihtimali olsa. her anı buna değecek şekilde yaşamamız gerekmez mi?

    atomlar aşkına

    mike cahill’in artık imzası niteliğindeki bölüme yani mike cahill’in aşk adına söylemek istediği sözlere geldik:

    ıan, sofi’ye der ki:
    büyük patlama gerçekleştiğinde, evrendeki tüm atomlar hep birlikte dışa doğru patlayan küçük bir noktanın içinde çarpışmaktaydı.
    yani benim atomlarımla senin atomların kesinlikle o zaman birlikteydiler, ve kim bilir, belki de son 13,7 milyar yılda birçok kez birlikte çarpıştılar. yani benim atomlarım senin atomlarını tanıyordu ve her seferinde de tanıdı. benim atomlarım senin atomlarını hep sevdi.

    fizikçi lawrence klauss bu durumu şöyle anlatır:
    vücudunuzdaki her bir atom, patlayan bir yıldızdan geldi. muhtemelen sol elinizi oluşturan atomlarla, sağ elinizi oluşturan atomlar da farklı yıldızlardan geldi. bu, evrenle ilgili bildiğim en şairane şey. hepimiz birer yıldız tozuyuz.

    ilk aldığım u2 albümü olan all that you can’t leave behind’da wild honey diye bir şarkı vardır. orada şöyle bir söz geçer:
    did ı know you?
    did ı know you even then?
    before the clocks kept time
    before the world was made

    from the cruel sun
    you were shelter
    you were my shelter and my shade

    --- spoiler ---

    yazının tamamı: mike cahill filmleri
hesabın var mı? giriş yap