• silmarillion'da anlatildigi uzre hurin denilen kardes morgoth tarafindan lanetlenmi$ ve uzun yillar thangorodrim'de oturtularak cezalandirilmistir.. the children of hurin'de ise tolkien, bu lanetin ne menem bir sey oldugu biraz daha detayli anlatmistir.. bildigimiz uzre morgoth, bir vala, yani bir tanridir.. ustune ustluk kendisi master of the fates of arda'dir, yani dunyadaki tum kaderlerin efendisi.. arda'nin yaradilisindan itibaren yasayan tum varliklarin kaderlerinin sekillenmesinde morgoth'un iradesi rol oynar.. tolkien der ki:"morgoth sizi lanetlerken, kendisinden ustun bir gucu cagirmaz ve ya sizin uzerinize kotuluk ve bela salmaz; zaten kaderlerin efendisi olarak o, gelecegi kendi iradesiyle, sizi cezalandiracak sekilde dizayn eder".. bir nevi bundan kacis yoktur, boyle bir iradenin karsisinda duracak bir guc yoktur.. gerzekce bir ornek verirsek allah'in size bela okumasi gibi bir olaydir bu.. allah size "allah belani versin" demiyecek, yetkili merci olarak direk icraata gececektir.. morgoth da hurin'e "benim iradem tum sevdiklerinin uzerine bir kiyamet bulutu gibi coksun ve hepsini karanliga ve umutsuzluga ceksin" demi$tir.. bununla da yetinmeyen sayko abimiz, hurini, kalesi thangorodrim'in tepesine mihlamis ve tum bu lanet gerceklesirken, sevdiklerine olanlari kendi gozunden izlemekle cezalandirmistir.. bu oyle bir cezadir ki sadece yakinlarinizin aci cekmesini ve olmesini gormekle sinirli degildir.. morgoth'un iradesinin bir parcasi olarak aslinda sevdiklerinizi cezalandiran da sizsinizdir.. eger ki iradeniz ve gucunuz morgoth'unkinden fazlaysa olaylarin gidishatini degistirme sansiniz bile vardir.. ancak maalesef arda uzerinde boyle bir irade yoktur.. hurin, parcasi oldugu bu lanet oglu turin'i oldurene kadar cezasini cekmi$tir..

    hansi abimiz a dark passage adli eserinde morgoth olup soyle haykirir:

    sit down on your chair
    and look out for your kin
    with my eyes you'll see
    and with my ears you'll hear
    you troubled my day
    and you've questioned my strength
    (but) don't mess
    with the master of fate
  • zannedilenin aksine, huri'lerle ilgisi olmayan. eril mi eril.

    bildiğin ekşi sözlük yazarı.

    ekşiliği bu kadar göze batmazdan evvel, ayardır, karmadır, demagojidir, ajitasyondur, vs'dir vesvesedir tüm bunların çok geri planda olduğu, küçük olması yüzünden aynı zamanda samimiyetin de var olduğu, bu yüzden ekşiden çok mayhoş bir eser imiş zamanında. saygı duyulası bir fikrin ete kemiğe bürünmüş haliymiş sözlük.

    beni tanıştırdığın erkan oğur vardı bir, "eski günler geri gelmiyor/bak ki harput yok olmasın" lafını hep hatırlarım. doğup büyüdüğü elazığ'ın eski merkezi harput'un haline bakarak, büyük ihtimalle de virane evlere, eriyip bitmiş süt kalesini gözünün önüne getirdiğinde çıkmıştı belki de bu sözler ağzından. bu söz uygun kelimelerle buraya uyarlanmadan bile yeterince açık bir mesaj içeriyor zannediyorum, tekrarlamaya gerek yok. işbu satırları yazarken 'o an'ı paylaşamadığına hayıflanmadan edemiyor yedinci nesil yazarın...

    ******

    şimdi bu cümleleri üç nokta ile bitirme/bitirememe mevzuu dönüp dolaşıp melankoliye temas eden bir şey mi yoksa ifade etme yetisinin yoksunluğundan ötürü bir tür "fill in the blanks" kolaycılığı mı? ikincisi daha doğru gibime geliyor. yüzyıllardır nedir bu melankoliyle alıp veremediğimiz? antik çağ filozoflarından beri bir tür problematik haline getirilmesi, üzerine ciddi ciddi risaleler yazılmış olması hayli enteresan. öyle ki, ibn sina ünlü eseri "el-kanun fi't-tıb"da bir bölümü melankolinin teşhis ve tedavisine ayırmış(1). melankoli, eğer hastalık olarak telakki edilecekse, denebilir ki insanlığın tarihi kadar eski bir hastalık. boru değil yani; gotik edebiyattan bizim gecekondu kültürümüzün dertlerini ızdıraplarını voltran misali birleştirip yeniden üreten arabeske kadar kökeninde yer alıyor melankoli. ağlayan çocuk olup belleklerimizde yer ediniyor. nurdan ablam* şöyle demişti bir yerde:

    "insanlar kendilerini zalim (dolayısıyla da suçlu) bir yetişkin olarak çocuğun karşısına değil, mazlum (dolayısıyla da mağdur) bir çocuk olarak onun yerine koymuşlardı. onun suretinde kendi acılarını seyrediyor, onun şahsında aslında kendilerine acıyorlardı. merkezinde kederli bir çocuk yüzünün yer aldığı bütün savaş, felaket ya da acı görünterinde vardır bu. hepsinde çocuk yüzü, büyüklerin kendi acılarının en kestirme ifadesi olarak dolaşıma girer. ama hep bir anlam fazlası da vardır orada. aslında bu yüz bize acıyı değil, hak etmediğimiz halde acıya maruz kalmış olmayı anlatır. masum olduğu halde mağdur olmuşluğun, suçsuz yere cezalandırılmışlığın, adil olmayan bir yasanın kurbanı olmanın simgesidir orada çocuk. görüntüye bir de ikinci anlam eşlik eder. onu seyredenler için aynı zamanda bir direnci temsil eder acılı çocuk. erken yaşta yaşanmış onarılmaz bir dehşet duygusu, koyu bir çaresizlik ya da kendini er geç ifade edecek ürkütücü bir hınçtan çok, her şeye rağmen korunmuş bir onura işaret eder. derinden yaralıdır, çocuk yaşta örselenmiştir, ama buna rağmen (sanki tam da bu yüzden) ona kötü davranan dünyaya inat yıkılmamış, ayakta kalmıştır. her şey sanki bir anda tersine dönmüştür. zalim bir dünyada erken yaşta yaşanan acı şimdi karşımıza onurun, erdemin, iyi yürekliliğin kaynağı olarak çıkıyordur."

    arabeski ve onun düzlemindeki kültürü bizatihi varlığından dolayı yeriyor değilim. bunlar birer neden ya da etken değil; sonuçtur. dolayısıyla ortadan kaldırılması için önce onun bileşenlerini ortadan kaldırmanız gerekir. eğitim şart demeden önce aslında araya bir iki iktisat teorisi serpiştirmek gerektiğini düşünmüşümdür hep. marx, toplumsal yapının aslında iktisadi yapının bir sonucu olduğunu tuğla gibi kitabıyla kafamıza dank ettirmiş mi? ettirmiş. ricardo ve onun gibilerinin muhtelif kalkınma teorileriyle suyu bulandırmalarına karşı eli boş mu dursun? adamcağız da çareyi amele sınıfını isyana teşvik etmekte bulmuş. arthur lewis ve şürekasının amentü gibi belledikleri varsayıma göre sanayi sektörü (kapitalist sektör) ve tarım sektöründen(geçimlik sektör) oluşan ikili kalkınma modelinin temelini sınırsız emek arzı varsayımı oluşturur. geçimlik sektör artık emekten, yani üretimden alıkonulduğunda üretimde bir değişikliğe yol açmayan gizli işsizlerden ibaret bir artık emek deposu oluverir. tarımın doğal özelliğinden(toprağın sınırlı olması gibi) kaynaklanan düşük marjinal üründen (hatta sıfır marjinal üründen) ve azalan getirilerden kurtulmak için sanayinin kırsaldaki bu artık emeği emmesini sağlamak gerekir. tabii bu emek transferininin maliyetsiz olarak gerçekleştiğini, sanayinin ihtiyaç duyduğu emeğin eğitim ve işle ilgili diğer formasyonlarla donanmış olduğunu kabul edermiş gibi yapıyoruz. geçimlik sektör ile kapitalist sektör arasındaki ücret farklılıklarından kaynaklanan bu aktarım, modele esas olan sınırsız emek arzı tükenmeye başladığında, -yani tarım lehine artan iç ticaret haddi anlamına gelen-geçimlik sektördeki ücretlerin yükselmesine mukabil kapitalist sektörde de ücretler yükselir. tarım sektöründeki üreticiler de, sektörün ticarileşmesiyle birlikte tıpkı diğer sektördekiler gibi emek temini için rekabete başlamıştır. verimlilik artışı beraberinde reel ücret düzeylerinde artışı getirir. sonuç olarak kendini yeniden üreten bir sistem olarak, yani kendi kendini besleyen bir ekonomi ile kalkınma sürecine girilmiştir.

    voila! artık hepimiz zenginleştiğimize göre arabeski filan bırakıp kaliteli müzik dinleyebiliriz.

    ******

    varoşları terk edip sitelerin korunaklı duvarları ardında konforlu bir hayat sürebiliriz. bir gettodan başka birine... getto diye nitelendirilebilecek bir yerleşim yerinde yaşayanların aşağı yukarı birbirbirine benzer gelir düzeyi ve kültür birikimine sahip olduğu varsayılır. bu bağlamda sözgelimi acarkent de aynı niteliği paylaşır. buraya bir tür zengin gettosu demeye dilimiz varırken bile aslında en büyük farklılığıı açık etmiş oluruz. sorun bu tür bir birlikteliğin gönüllü olarak seçilip seçilmediğidir esas olarak. ankara'da ümitköy'de lüks bir dairede yaşamak bir seçim iken, şehrin en kalabalık banliyölerinden biri olan sincan'da yaşıyor olmak bilinçli bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkmaz genellikle.

    yüksek gelir grubuna hitap eden bu tür müstahkem haneleri, klasik gettolardan ayırmak için enclave terimi ortaya atılır. -fallout'un etkisinden olsa gerek- sözcüğün sevimsizliği ve taşıdığı anlamdan yansıyan kibirli tavır, tam da bu nedenlerden ötürü çok isabetli bir yakıştırmadır kanımca. bu anlamda, etrafı kendisinden sakınılması gereken kimselerle sarılmış vaziyette birer 'adacık'tır sözkonusu siteler. duvarlarla, demir kapılarla, kameralarla, alarm sistemleriyle kale gibi korunmaktadır.

    aslında bu tür yerleşme modellerinin en abartılı biçimlerinin batı toplumlarından çok, yeni kalkınmış ya da en azından topluluğunun en azından bir kesimi aşırı zenginleşmiş ülkelerde görüldüğünü söylesek şaşırtıcı olmaz herhalde. (wikipedia'nın gated community maddesinde arjantin'den, panama'dan, brezilya'dan ve suudi arabistan'dan örnekler sıralanmakta: http://en.wikipedia.org/wiki/gated_community) yeni orta-üst sınıfın "etnik ve dinsel kökenlerine dayalı olarak yerleştikleri ve fakirlerle zenginlerin farklı konut tiplerinde ama yan yana yaşadıkları eski mahallelerinden, yeni ve modern binalarla yerleşime açılan yeni kentsel alanlara taşınma"(2) isteğinin bu tür güvenlikli sitelerin ortaya çıkışında önemli rol oynaması önemli ve tanıdık bir hikaye.

    içinde bulunduğumuz ekonomik durgunluğa inat, şu sıralar televizyon kanallarında ve gazetelerde toplu konut inşaatlarının reklamları boy boy veriliyor. her birinin vurguladığı sözcük aynı: "seçkin". gün görmüş, edep, adap bilen seçkin insanlarla komşu olabileceğiniz, şehirden belirgin biçimde uzak olan güvenlikli siteleri* düşünürken, bir ankaralı olarak iyi tanıdığım demetevler, keçiören gibi semtleri terazinin bir kefesine, güvenlikli siteleri diğer kefesine koyuyorum. öyle ki, konut tiplerini şöyle bir sıralasak listenin en altını garantileyen gecekondu bile benim gözümde bu güvenlikli sitelerin tam karşısında konumlanamıyor. çünkü gecekondular o vaad edilen homojenliği -düşük gelir düzeyinde bile olsa- nispeten sağlamış durumda.

    bireyin gelir düzeyinin artmasıyla bağlantılı olarak aile nüfusunun azalarak ev içindeki kişisel alanının genişlemesi, artan bilgi/görgü düzeyinin neticesinde kendisini "mahalle"nin denetim mekanizmalarından kurtarma ve daha anonim ilişkiler tesis etme ihtiyacı nedeniyle, kent merkezinin dışındaki uydu yerleşimleri tercih etmesi gayet anlaşılabilir bir şey. öyle ki, yeni zenginleşen bir orta sınıf ailenin yeni statüsüne uygun düşecek şekilde bir an önce bu uydukentlerden birine kapağı atmaya çalışması görülmemiş şey değil. bunu yapmakla, "eski mahallesiyle" mekansal ayrımını da gerçekleştirmiş olacak çünkü.

    yukarıdaki görüşe karşıt olarak, tekrar demetevler özeline dönersek, gelirini belli bir düzeye yükseltmiş bazı insanların hala içinde oturdukları meskenlerini terk etmedikleri görülüyor. ama, demetevler'in o daracık sokaklarında park edilmiş serçe, şahin gibi otomobillerin yanına kendi x5'ini koyarak farklılığını belli etmek şartıyla... birçoğu yeni zenginleşmiş, geneli itibariyle dindar olarak nitelenebilecek bir kesimin yeni ve daha konforlu meskenleri talep edecek gücü olduğu halde, geleneksel yaşantısından ödün verme hususundaki isteksizliği, bence araştırma konusu olabilecek denli ilginç bir durum.

    bu halk yığını plajlara akın etmeyen cinsten. o yüzden vatandaş rahat rahat denize girebilir. hem zaten ankara'da deniz yok (melih başgan bir gün o hayali de gerçekleştirecek).

    ******

    insanlık tarihinin ritmini değiştiren olaylar olan devrimlerin ve dahi savaşların, aynı zamanda birliğin/ulusal bilincin bir ifadesi olarak halk sözcüğünün en çok vurgulandığı olaylar olduğunu söylemek herhalde doğru bir ifade. özellikle ulus bilincinin kök salmaya başladığı asırdan önce, yani kabaca fransız devrimi’nden önce halk sözcüğü hiç bu kadar yüceltilmemiş. ancak burada 1789’dan günümüze kadar olan sürece ilişkin olarak halk ile ulus/millet terimlerini bir arada kullanırken, kavramların zaman içinde birtakım politik gereksinimler nedeniyle kendi bağlamlarından kolaylıkla koparılabildiğini göz önünde bulundurmak gerek. nitekim bu sözcük başka ülkelerde olduğu kadar, osmanlı imparatorluğu’nda ve türkiye cumhuriyeti’nde de zaman zaman farklı anlamlarda kullanılmış.

    “[…] türkiye’de “halk” sözcüğü sosyolojik bir kavram olarak yine ii. meşrutiyet yıllarında icat edilmiştir. daha önceleri ise bugünkü anlamıyla kullanılmaz. örneğin şemsettin sami’nin fransızca-osmanlıca lügatında “peuple” sözcüğünün karşılığı “halk” değil “ahali” olarak geçer. keza “cemiyet” sözcüğü de ii. meşrutiyet yıllarında icat edilmiştir. “halk” sözcüğü de ilginç bir şekilde rusça’da hem halk, hem de millet anlamına gelen “narot” sözcüğü gibi kullanılır. “millet” sözcüğü ise osmanlı’da çekingenlikle kullanılmıştır; çünkü cemaatler ile gayrümüslimleri karşılamaktadır. dolayısıyla bu sözcük cumhuriyet’e kadar bugünkü “ulus” anlamında kullanılmamış, bunun yerine “halk” sözcüğü tercih edilmiştir.” [3]` : kaynağı akataran parabellum'a teşekkürler`

    içinden geçtiğimiz tarihsel sürecin sonunda, millet sözcüğünü halk sözcüğünden ayıran en önemli fark doğal olarak içinde barındırdığı milliyetçi vurgudur. dolayısıyla –yukarıda da sözü edilen politik gereksinimlerle- bu iki sözcük halin icabına göre birbirlerinin yerine kullanılmıştır. sözgelimi, milliyetçiliği paranteze alıp sınıf temelli analizler üreten sol söylemin enternasyonal (uluslararası/uluslarüstü) niteliği -doğası gereği- ulusların/milletlerin birliğini değil; halkların dayanışmasını telkin eder. çok sayıda etnisiteden mürekkep amerika birleşik devletleri’nde bir amerikan milletinden ziyade, amerikan halkını telaffuz etmek daha uygundur bu anlayışa göre.

    “halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor!”

    cumhuriyetin ilanından itibaren türkiye’nin dönüşüme uğratacak bir modernleşme projesinin anahtar kavramlarından biridir halk. yeni rejim, egemenliğinin kaynağına –millet anlamında kullanılacak şekilde- halkı yerleştirmiştir. bunun bir yansıması olarak, başta cumhuriyet halk fırkası olmak üzere, devletin çeşitli kurumlarının adlandırılmalarında (halkevi, halk kütüphanesi, halk bankası vb.) yer alır. ancak burada halk ile kast edilen kitle, dönem itibariyle nüfusunun çok büyük bir kısmının tarım ile uğraştığı, kırsalda ikamet ettiği; dolayısıyla modernleşme projesinin nesnesi olabilecek bir insan topluluğu olarak saptanmıştır. bu nedenle rüştünü ispatlayıp, tam birer “vatandaş” olana değin kılık kıyafetinden dinleyeceği müziğe kadar pek çok konuda eğitilmelidir. ayrıca bu projenin sanayileşme ayağının sonuçlarından biri olarak köyden kente göçü gerçekleştirecek toplumsal hareketliliğin sınırlandırılmasına özen gösterilecektir. köylüler mümkün olduğunca köylerinde kalmalı ve devlet eliyle kendi toplumsal gerçekliklerine ideal bir içerik kazandırılarak orada değişmez/mekanik bir yapıya oturtulmalıdırlar. “örneğin köy, hep köy olarak, ama mükemmel köy olarak kalacaktır; tabii, köy enstitüleri’nde yetiştirilecek mükemmel köylüler sayesinde. halk türküleri de, hep o türküler olarak kalacaktır; ama tabii burada da çokseslendirilip mükemmelleştirilmiş halleriyle.” [4]

    yukarıda zikredilen büyük dönüşüm elbette ankara'dan başlayacaktı. bugün kızılay'da güvenpark'ın ve eski kızılay binasının olduğu alan yenişehir'in, genç cumhuriyetin çok büyük önem atfettiği bir projenin, bir parçası idi. cumhuriyetin ilanını takiben türkiye'yi dönüştürecek toplumsal projelerinin adeta bir laboratuvarı, pilot bölgesi niteliğindeki yenişehir'in ve onun "yeni birey"inin vitriniydi güvenpark. öyle ki, bu alan modern giyinimli yeni burjuva bireylerin riyaset-i cumhur mızıkası'nın çaldığı klasik batı müziği eşliğinde gezdiği bir alan olmuştur bir dönem. bir dükkanın vitrini, o yapının bir parçası olduğu kadar aynı zamanda dışarının da bir uzantısıdır. yenişehir insanının gündelik yaşantısının bir parçası olduğu kadar, yenişehir çevresinde birikmeye başlayan, alt gelir grubundan insanlarla da bir tür karşılaşma noktasıdır.

    "biri bir koca görür rüyasında:
    yüz lira maaşlı kibar bir adam.
    evlenir, şehire taşınırlar.
    mektuplar gelir adreslerine:
    şen yuva apartımanı, bodrum katı.
    kutu gibi bir dairede otururlar.
    ne çamaşıra gidilir artık, ne cam silmeye;
    bulaşıksa kendi bulaşıkları.
    çocukları olur, nur topu gibi;
    elden düşme bir araba satın alınır.
    kızılay bahçesi'ne gidilir sabahları;
    kumda oynasın diye küçük yılmaz,
    kibar çocukları gibi.

    orhan veli kanık "

    halka ilişkin nâtamamlık hissi, anlam dağarcığımıza öylesine sirayet etmiştir ki, bugün halk sözcüğünün negatif çağrışımları –gelir adaletsizliğinin her geçen gün büyümesiyle- yerini daha da sağlamlaştırmaktadır. örneğin sinemalarda haftaiçinde pek rağbet olmadığından bilet fiyatları düşürülür ve -sanki diğer günlerde halktan başka topluluklar geliyormuş gibi- o güne “halk günü” adı verilir. bir konser etkinliği aynı zamanda bir halk konseri niteliğindeyse bu tür bir etkinlik, müzik zevkinden daha çok karmaşayı yansıtır. eski istanbul valisi fahrettin kerim gökay’ın “halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” sözünün yansıttığı anlayışın 50 yıl sonra yine istanbul’da bir plajın halka açılmasını müteakiben tekrar ortaya çıkması tesadüf değildir.

    ******

    yine de, inadına, halkımız eğleniyor.

    eğlence kültürümüzde halayın yeri ve önemi kuşkusuz çok kritik. evrenin yaratılışına, yaşamın yeniden üretimine ilişkin şüphesiz ibret verici deliller içeren halay, hala gizemli ve evrensel bir olgu olarak karşımıza çıkar. halay kuramcıların üzerinde hemfikir olduğu bir konu varsa o da halayın her daim büyüme eğiliminde olduğudur. büyüme isteği halayın en önemli niteliğidir; herkesi içine almak, uzanabileceği her yeri kapsamak ister. çünkü halay büyüdüğü sürece vardır, büyümesi durduğunda veya aşamayacağı bir engele vardığında dağılır. "eğer müzik kesilmezse, halaybaşı yorulmazsa, ya da ters bir etken olmazsa halay asla durmayabilir, zira halayın bilgeliği sonsuza kadar konuşabilmesini sağlar, buna önlem olarak halaylar sınırlı alanlarda oluşurlar genelde (düğün salonu, vs) " diyor ünlü halayog gerrain halayoğlan.

    halay her daim hareket halindedir ve bir hedefe doğru hareket eder. dışarıdan bakıldığında düzensiz bir yön tayini olduğu düşünülse de aslında burada önem arz eden tek şey yön kavramının halayın varoluşunun yeniden üretimi için hayati öneme sahip olduğudur. yön kaybolursa halay dağılır. ayrıca halay üyelerinin tamamı için ortak olan olan yön, eşitlik duygusunu pekiştirir. tüm farklılıklar burada önemini yitirir. eşitlik duygusunu tesis eden en önemli faktör ise ritmdir. her bir parçacık aynı şekilde hareket eder. sonuçta her biri aynı amaçla devinen tek bir 'halay' varlığında tümleşmiş olarak biçimlenir. heyecan doruğa yükseldiğinde halayın her bir bireyi kendilerini tek bir varlık gibi hissederler, hatta yorgunluk gibi hisler bile geri plana atılır.

    halay çeke çeke sovyet sınırına sızmak ancak bu topraklarda mümkün olabilirdi.

    ******

    1. 1593 tarihli orjinal kopyalarından biri için bkz: http://ddc.aub.edu.lb/…vicenna/896/html/s1_313.html
    (bu metnin türkçe çevirisi cogito dergisinin "melankoli özel sayısı" olan 51. sayısında yer alır)
    2. "mekanda billurlaşan kentsel kimlikler: istanbul'da yeni sınıfsal kimlikler ve mekansal ayrışmanın bazı boyutları, doğubatı, sayı 23
    3. zafer toprak, anayasal monarşi ve ittihatçıların dramı, çağdaş türkiye tarihi seminerleri (konuşma metni), 20 ekim 2007.
    4. kadir cangızbay, hiçkimsenin cumhuriyeti, ütopya yayınevi, istanbul, 2007
  • insan soyunun en güçlüsü ve en cesurudur. öyle ki; kendisinin ve soyunun başına musallat olan kara yazgının en büyük sebebi bileğinin kuvveti ve gözünün karalığıdır.çünkü nirneath arnodiad'da tüm umutlar tükenmişken 'hoydabre!' deyip son bir gazla 70 kadar ork katletmiştir ve morgoth'un emriyle sağ yakalanmıştır. ondan full verim almak isteyen morgoth, ona turgon'un saklı şehrini sormuş ve karşılığında ordusunda komutanlık teklif etmiştir. hurin, gondolin'in yerini söylememiştir. bunun sonucunda da bilindiği üzere morgoth'un laneti ve soyunun kara bahtı kem talihi... demem odur ki; hurin'in bu gücü ve cesareti onun büyük bir kahraman olmasını sağlamış fakat ailesinin başına da çorap örmüştür.
  • yaklaşık 3 yıl önce ilk tanışma amaçlı mesajında bir müddet konuştuktan sonra beraberlik aradığını söylemesi benim de o dönem herhangi bir ilişki istemediğimi belirtmem ve sohbetin kesilmesi.

    geçen yıl yine sıfırdan tanışma amaçlı bir mesaj ve iki üç mesajlaşmadan sonra dayanamayıp daha önce konuştuğumuzu, mesaj gönderdiği yazarlarla ilgili not not tutması gerektiğini vurgulamam.

    ve birkaç gün önce cinsiyetimi belli eden bir entry üzerinden yine mesaj.

    lan geri zekalı mısın?
  • sözlükte kadın olduğu belli olan yazarlara bıkmadan usanmadan ısrarla mesaj atan, cinsiyetçi, rahatsız edici, haddini aşan kişilik.
    asosyalliğin de bu kadarı...
    (bkz: engelle)
  • ne sıkıntılıymış arkadaş:

    "bugün yine çok sıkılırken yolumdan geçen bir kaplumbağa ile karşılaştım. pek muhabbet havasında olmadığımdan öylesine usülen selam verdim; aldı. kısık kısık birşeyler söyledi. anlayamadığımı ifade ettiğimde sesini yükselteceğine, binbir zahmetle yanıma kadar geldi. sohbet açmak içindi belli ki.

    havadan sudan hoşbeş ettikten sonra sıra her kaplumbağanın konuşmaya can attığı, modern yaşam ve onun başdöndürücü hızı mevzusuna geldi. kaplumbağa (o kadar ilgisizdim ki hala adını bile sormamıştım) şimdiden küçük bir nutuk çekmişti bile. uzun ömrünün sırrı zamanı sindire sindire tüketmesinde gizliydi ona göre. doğudaki akrabalarından işittiğine göre oranın insanları batının ileri milletlerine göre zamanı kavramada bir hayli farklılarmış. rivayete göre hiçbir şey yapmadan durmayı ibadet edinirmiş insanlar; yıllarca hareket ettirilmediğinden kah kolunu kah bacağını kaybederlermiş. bu imanlı insanlara kıyasla, batılı insanı bir saatliğine kıpırdamadan oturtmak bile pek müşkül kalırmış. bir rivayete göre de, bunlar kalp darbelerini asgariye indirebiliyor, hatta yaşlanıp iyice elden ayaktan düşünce cemaate yük olmamak için kalplerini tamamen durdurarak ahirete intikal edebiliyorlarmış. zaten oradan oraya zıpladığı halde yavrusunu kesesinde taşıyan cins bir hayvanın etini yiyen bu kavmin bunun gibi daha nice marifeti varmış. iradesi bu denli kaim insanların sözümona uygar insanlarca ilkel addedilmesi en hafif tabiriyle had bilmemezlik olurmuş. bazı kalp krizi vakalarını insanın kalbine yabancılaşmasına bağlayan bir yazı okumuştum. lakin o yazıya atıf yaparak mevzuyu daha da derinleştirecek değildim.

    kaplumbağa, zamanla birlikte akıp geçen her şeyin en küçük ayrıntısına kadar ayırdında olmakla, tarih boyunca kendi türüne atfedilmiş bilgelik payesini taşımanın haklı gururunu yaşıyordu. gerçi konuşmasını sürdürürken az ilerde otların arasında oynaşmakta olan yaban tavşanına ara ara gözünü kaydırmaktan kendini alamıyordu. bir punduna getirip tavşan ile kaplumbağa meseline de temas edecekti belli ki. o lafa girmeden ani bir hareketle yerimden kalkıp kaplumbağayı ters çeviriverdim. “miskinlik ne zamandan beri erdem olmuş!” diye bağırdım. o ise ayaklarının olanca gücüyle havayı tekmeliyordu. öte yandan anlattıklarınının itibarsızlaştırılmasına öyle öfkelenmişti ki bir aralık kabuğunun çatırdadığını duyar gibi oldum. konuşmasına fırsat vermeden sözlerime devam ettim: "sırf o tavşandan daha yavaş ve çirkinsin diye, zaaflarını örtmek için mi bu kadar malumatı belledin?".

    "ad hominem!" diye bağırdı bet bir ses. az ötedeki direğe tüneyip çaktırmadan bizi dinleyen saksağana aitti. derken bizim tosbağa şaşılır derecede gür bir sesle " hay senin aklını, idrakını, izanını ..." diye başlayan sinkaflı bir dizi küfür savurdu.

    sıkıntım geçti.

    20/05/2012
    bilecik 2. jandarma tugayı"
  • 09:00-18:00 mesaisi mucibince tasnif edilmiş insanların diliyle nitelemeye kalkışsak, sıfat dağarcığımızda şunlar olurdu herhalde: cuma akşamı neşesi, pazar öğledensonrası sıkıntısı, pazartesi netamelisi ve sair işgünü odaklı sıfatlar. hurin kendini nitelerken bunlardan ikincisini seçer kuşkusuz. içboğucu orta sınıf tarzının zehirlediği bütün çocuklar gibi onun da pazar günüyle bir sıkıntısı var. önce okul korkusu, sonra da iş hayatının gaileleriyle birikerek gelen, bir türlü içimizden atamadığımız bir sıkıntı.

    sözkonusu sıkıntı esasen yılgınlığa evrilmeye son derece müsait. bütün bir hafta boyunca haftasonuna ördüğümüz planlarımız ve arzularımız, geç yapılan kahvaltının ardından günbatımına kadar dahi nihayete erdirilememişse ne olur? bu kez de farklı bir şey olsun umuduyla yaptığınız planların suya düşmesi nedeniyle kendinize duyduğunuz öfke söndüğünde tek bir şey kalır geriye: yılgınlık. ortalamaya göre binlerce haftanın toplamından oluşan insan ömrü bu küçük yılgınlıkların toplamından başka bir şey değil şu halde. bir dizi cuma-pazar / umut-hüsran döngüsünden ibaret. ancak sonlu bir döngü bu. ömrün sonuna geldiğinde tünelin ucunda gördüğün ışık yeni bir döngünün başlangıcı, yeni bir pazartesi olabilir de olmayabilir de...

    insanın kendisiyle en rahat iletişim kurabildiği anlardan birisi gece. gündelik yaşamın çeşitli uğraşlarından sıyrılıp kendisiyle kalabildiği yegane an bu oluyor çoğu zaman. sözlükteki istatistiklerinin de bunu doğrulamasına şaşmamalı. en melankolik, en sıkıntılı entrylerin gece saatlerinde yazıldığı, sevdiği ve kendisini en iyi ifade ettiğine inandığı şarkılarla ve bu şarkıların icracılarıyla ilgili övgü dolu entrylerin hep gece saatlerine rast geldiği görülür. iş dünyasının biz çalışanlara -hiç değilse bir kısmına- ihsan ettiği pazar tatili de bize insan olduğumuzu hatırlatacak birtakım sosyal etkileşimler için ayırabileceğimiz bir zaman dilimi. en azından öngörülen şekli bu. ancak pratikte, çalışan kesimi belirli bir tempoda koşturacak uyaranların yoksunluğunda içine düştüğü boşluk da olabiliyor pek ala.

    çocukluğun soğuk geceleri'nin en güzel bölümlerinden birisinin pazar sıkıntısına ayrılması tesadüf olmasa gerek:

    "pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep."
  • thalion diye anilir ki bu sindarin de "metin", "güçlü" anlamina gelir. de birinci çag 439 yilinda galdor un en büyük oglu olarak dünyaya gelmis ve babasinin ölümünden sonra dor-lómin efendisi olmustur. nirnaeth arnoediad da, birinci çag 471 yilinda morgoth tarafindan esir alinmis ve soyu lanetlenmistir. 28 yil boyunca thangorodrim de esir tutulup birinci çag 499 yilinda oglu túrin in ölümünden sonra serbest birakildi ve nargothrond dan menegroth a gitti ve yaklasik olarak bir yil sonra kendini büyük deniz in sularina atti. "húrin thalion", dor-lómin in son efendisidir. bundan baska üç húrin daha vardir: "hurin i", "húrin ii" ve "emyn arnen li hurin"
  • toplukonut çocuğu la bu.

    bölüşüm ilişkilerinin günümüzde vardığı noktada zengin-fakir ayrımının -özellikle dünyanın büyük metropollerinde- mekansal farklılaşmalarla iyiden iyiye perçinlendiği ortada. asayiş sorunlarıyla baş etmeye çalışan kent merkezlerinin çeperlerinde, güvenlikli sitelerin* korunaklı duvarları sözkonusu mekansal ayrımın sınırlarını çiziyor adeta. emek gücü olağanüstü bir biçimde esnekleştiriliyor, varolan hukuksal düzenlemeler de buna mukabil dönüşüm içinde. üretim tekniklerindeki değişmelerin de etkisiyle gittikçe büyüyen işsizler ordusu, marxist jargonla yedek işçi ordusu olmaktan bile uzak, bir tür "işe yaramazlar ordusu" olarak sistemin olabildiğince dışına itilerek, biriktikleri yerlerde asayiş meselesi haline geliveriyorlar.

    göksal çetin yoksulluğun değişimi üzerine yazdığı yazısının* sonunda şöyle diyor:

    "yoksulluğun iki veçhesi vardır, birincisi, yoksulun iyi bir hayat sürme imkanından mahrum olma durumu, daha aşağısı da ölmemeyi sağlayacak kadar, korunma, hayata tutunma. yoksulun ruhi durumu inişli çıkışlıdır. kendi başına kaldığında ve gündelik hayatla başa çıkma meşguliyeti içindeyken, omuzları düşük; bir savaş suçlusu gibi başı önüne eğik ve gözleri bir leke gibi durur yüzünde. ona sataşılıp, tehdit edildiğinde, hele bir de yoksul, yoksulla yüreğini birleştirmişse: bu dayanışma ruhu, dayanışmayı önüne geçen her şeyi süpüren bir kasırga kuvvetine tahvil etmiş olur. zira kaybedeceği bir şeyi kalmamış insanı tehdit etmek, öfkenin kudretlendirdiği potansiyel bir kıyıcıyı kendine yöneltmektir."

    leyla ile mecnun dizisinin parodilerinden birinde liseli genç, ders çıkışında diğeriyle dalaşırken toplu konut çocuğuyum ben diyerek gözünü korkutmaya çalışır. bir bağcılar çocuğu ya da çinçin bebesi dururken, toplukonut çocuğunun hükmü nedir ki? her şakanın altında bir gerçek yatar düsturundan yola çıkarsak, bu parodinin absürdlüğünün bana düşündürdüğü bir şey var: yakın gelecekte sulukule, çinçin, çeliktepe vb. mahalle isimleriyle dayılanamayacağız muhtemelen. zira kentsel dönüşümün bu alanlarda yürüttüğü soylulaştırma gayretiyle sözkonusu mahalleler tarihe karışacak. toplukonut çocuuyum, taşoluk çocuğuyum diye dayılanabilirler, belki.

    * almıla dergisi, sayı:16, 2009
hesabın var mı? giriş yap