• ölüler hissetmez derler, ölenler bilmez derler. ama siz yine de onlar da hissedebiliyormuş gibi üzülürsünüz; sanki karanlık bir tepede, tek başına olduğunun farkındaymış gibi onunla birlikte üzülürsünüz. üzüldüğünüz o an ağlayamasanız bile, fırtınalı, kopkoyu bir deniz dalgalanır içinizde. tam hissedemediğine ikna olmaya çalışırken bu sefer de artık hiçbir şey hissedemeyecek oluşuna üzülürsünüz. ve karanlık çöküp yaklaşınca gece, hep daha fazla hissedersiniz. işte ben de minik yavrumu, bu sabah sonsuz uykusuna dalmış olan hamster'ımı düşündüm. yattığı toprakta tek başına olduğunu hissedip ürkecekmiş gibi üzüldüm. sanki üşüyecek ya da acıkacakmış gibi... halbuki yalnızlık ve küçük alanlar en sevdiği şeydi. ama hissetmek böyle bir şey işte, sadece kendi kalbinle değil, değer verdiğin kalple de yaşamak. atıyor olsun ya da olmasın yine de yaşatmak. ve bunu hiç farkında olmadan sadece hissederek yapmak.
  • bilip de nerden bildiğinizi bilememekmiş.
  • hani derler ya çocuklar bilir, anlar, hissederler. henüz küçükler veya yanında kavga etmediğiniz için ortamdaki gerginliği fark etmiyor sanmayın diye.
    hayvanlar için de söylerler bunu. üzüntünüzü, acınızı anlar evinizdeki hayvan dostunuz, o anlarda birden gelip koynunuza girerler, verebilecekleri tek şey olan pür sevgiyi sunarlar. çünkü bilirler, anlarlar, hissederler.
    belki de anlamak için gerekli olan diğer araçlara sahip olmadıklarından hislerine güvenirler.

    biz de öyleyiz aslında. susturulmaya çalışılan bir çığlık gibi, çok derinden gelse de biliriz. sessizlikteki küçük bir cızırtı gibi, parlak yüzeydeki pürüz gibi, ince ağrısı her gece vuran diş sızlaması gibi. ya da tam tersi, karanlıktaki ışık, çıkmaz sandığımız sokaktaki kestirme yol, ayazdan sonra ısıtan güneş gibi.
    bir çoğumuz görmezden geliriz bunu. kendimizi o an yaşadığımız şeye mahkûm ettiğimiz için başka bir hayatın mümkün olmadığına inanırız.
    yanlışlığımızı bazen çok zor yollardan da olsa öğreniriz. geriye dönüp baktığımızda aslında en başından tüm işaretlerin bu sonu gösterdiğini görürüz. çünkü ta o zamanlarda çocuksu görümüz, hayvansal hislerimiz avaz avaz bağırmıştır.
    belki de yetişkinlik, hissetmeyi maddesel bir veriye döndürmek zorunda kaldığımız an başlıyordur. çaresizliğimiz ise hissetmenin özlemini çektiğimiz şüphe dolu anlarda.
  • kendini.....hissetmek seklinde kullanilmasi gereken kimi durumlarda, yanlis bir sekilde "kendini" kelimesi söylenmeksizin kullanimi ne yazik ki yayginlasmis fiil. bunun ingilizce'den yanlis dogrudan sevirinin sonucu oldugunu dusunuyorum. soyle ki:
    -how do you feel?
    yanlis direkt ceviri: nasil hissediyorsun?
    dogru ceviri: kendini nasil hissediyorsun?
    - i don't feel good
    yanlis direkt ceviri: iyi hissetmiyorum
    dogru ceviri: kendimi iyi hissetmiyorum
  • algılamak, duymak, duyumsamak, sezmek, sezinlemek.
    (bkz: iste oyle birsey)
  • - hissetmek, ne renktir? -

    "mario de sa-carneiro'ya mektup
    14 mayıs 1916

    bugün size bu satırları duygusal bir ihtiyaçtan ötürü, sizinle karşılıklı konuşabilmek için yanıp tutuştuğum için yazıyorum. kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, söyleyecek hiçbir şeyim yok. dipsiz bir bunalımdayım bugün- hepsi bu. sözlerimin saçmalığı halime tercüman olsun.

    asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden birindeyim. karşımda yalnızca, bir sıkıntı duvarıyla kuşatılmış, taş kesilmiş bir şimdi var. ırmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil; çektiğim acıların tek nedeni de bu. nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette, ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok. üstünden çok zaman geçti bunların, ama benim hepsinden de eski.

    ruhum bu haldeyken, hayatın hırpaladığı dertli bir çocuk olduğumu bedenimin bütün bilinciyle hissediyorum. bir köşeye atılmışım, oyunlar oynayan başka çocukların seslerini duyuyorum. dalga geçer gibi verdikleri kırık, teneke oyuncağı sımsıkı kavrıyorum. bugün, 14 mayıs, saat akşam dokuzu on geçe, hayatımın bütün tadı, bütün değeri işte bundan ibaret.

    tutsaklığımın sessiz pencerelerinden gördüğüm bahçede bütün salıncaklar dalların üzerinden aşırtılmış, şimdi öylece sarkıyor; en tepeye dolanmışlar; yani, firar ettiğimi düşleyecek olsam zamanı aşmak için güvenebileceğim salıncaklarım bile yok.

    şu an, edebiyatı bir kenara bırakacak olursak, ruh halim aşağı yukarı böyle işte. denizci'deki -karakterlerden biri gibiyim, gözlerim ağlamayı düşünmekten yanıyor. hayat dısır fısır,yudum yudum,dura dura canımı yakıyor. tüm bunlar, cildi şimdiden dağılmaya yüz tutmuş bir kitaba küçücük harflerle basılmış.

    bu satırları size değil de bir başkasına yazıyor olsaydım, dostum, mektubunun samimiyetine, aralarında isterikçe bir bağ olan bunca şeyin, hayatım olarak hissettiğim şeyden bir anda, kendiliğinden fışkırıverdiğine yemin etsem zor inanırlardı. ama siz, bu sahnelenmesi imkansız trajedinin burası ve şimdi ile ağzına kadar dolu,elle tutulur bir gerçeklik olduğunu, yapraklar nasıl yeşerirse, bunun da benim ruhumda öyle cereyan ettiğini anlayabilirsiniz.

    prens, işte bu yüzden hiç saltanat sürmedi. saçmasapan bir cümle bu. ne var ki saçma cümleler, insanda hüngür hüngür ağlama isteği uyandırabilirmiş meğer.

    mektubu yarın postaya vermezsem muhtemelen bir daha okurum ve içinden bazı yerleri ve bazı ifadeleri benim huzursuzluğun kitabı'na almak için daktiloya çekerek oyalanırım. ama bunu düşünmek, şu an mektubu yazarkenki samimiyetimi de, samimiyeti acı verici,kaçınılmaz bir duygu olarak hissetmemi de zedelemiyor.

    son havadisler bunlar.almanya ile savaş çıkabilir bir de ,ama acı denen illet, zaten çoktan musallat olmuştu insanlara. hayatın öbür yakasında, bir karikatürün altyazısı gibi kalır herhalde savaş.

    tam olarak delilik sayılmaz bu halim, ama delirenler herhalde kendilerine acı veren şeye teslim oluyordur, ruhundaki sarsıntılardan yavaş yavaş zevk almayı öğreniyordur- hissettiklerim de buna pek uzak sayılmaz doğrusu.

    hissetmek-ne renktir acaba?
    sizi binlerce kez kucaklıyorum,kalbim sizinle, daima sizinle."

    fernando pessoa
    huzursuzluğun kitabı
    sayfa 12-13
    can yayınları, çeviri: saadet özen

    ne menem bir kitapsa daha başlar başlamaz kafama indirdi balyozu. geri kalanını okuyabilir miyim bilemedim şimdi.
  • fiziksele dönüşüyor bazen sonucu, yan etkisi varmış gibi. sevdiğim birinin başı mı ağrıyor, o ağrıyı hissediyorum ve benim de başım ağrımaya başlıyor. elinde çizik ya da yara mı var, üzüldüm mü? ben de farkında olmadan bi yere çarpıyorum ve yara oluyo orası. yüzünde sivilce mi çıktı, ve ben bunu gördüm mü? off acıyodur şimdi mi dedim? onun yüzünün neresinde çıktıysa benim de tam orasında çıkıyo kısacık bi süre sonra, belki bir saat belki bir gün. şaka gibi, nasıl olabilir bu ya? sevdiğim biri hasta mı oldu? bittim ben. karnım ağrımaya başlıyo, hapşırmaya başlıyorum, sesim kısılıyo. kimse de demiyor ki aga bu nedir.
  • gerçek anlamda yaşamak
  • bilmekten daha önemli olan tek $ey. biliyosan ama bildigin $eyi hissetmiyosan anlamsızsın. ama hem biliyo hem hissediyosan süpersin.
hesabın var mı? giriş yap